Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » ArtBlog » Koş git bir de sen bak!

Koş git bir de sen bak!

Koş git bir de sen bak!27 Eylül 2012 - 07:09


Telefon çalıyor açıyorum, “İnancım merhaba, tanırsın belki” diyor Özgen, “Mehmet Güreli hakkında bir yazı yazmanı istiyorum.” “Olur” diyorum, “yazarım.”

Böylece, yaşayanları yazmanın, ölenleri yazmaktan daha zor olduğunu bir kez daha anlıyorum. Mehmet Güreli hakkında yazılanları inceleyip, kendime bilgi topluyorum, hafıza işlemeli, hafıza çalışmalı, hafıza durgun çünkü.

Akşamında, hanımla Akdeniz’de oturup, yayınevinden gelecek olan “Kumsalda Yürür Gibi…” adındaki kataloğu bekliyorum. Geliyor. Açıp özgeçmişini okumaya başlıyorum.

Mehmet Güreli; 1949 yılında Cihangir’de doğmuş, Avusturya Lisesindeyken okuduğu dergiler, izlediği filmler yüzünden, içindeki “sinema virüsünü” severek büyütmüş, geliştirmiş. İlk filmini çekmek için –Vapurlar- otuz yıl boyunca hasretle beklemiş. Hasret diye yazdık ama işkencede olabilir, bilemiyoruz!

Güreli, sanatçıların genel açmazı olan bir olguyu da ciddi şekilde aşmış durumda. Sanatçıların disiplinler arası geçiş sağlayamadığı bir yüzyılda yaşıyoruz. Şundan bahsediyorum; öykücünün sadece öykü yazması, müzisyenin müzik dışında bir şey yapmaması, ressamın tuvalinin dışına çıkamaması… Şöyle ki, daha lise yıllarında sinemaya duyduğu ilginin yanı sıra, arkadaşlarıyla kurduğu müzik grubunda gitar çalmaya başlamış.

Hürriyet kolejinden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde eğitimine devam ediyor. 1976’da medyanın amiral gemisi adıyla anılan Hürriyet gazetesinde işe giriyor ve on bir yıl boyunca sinema, müzik ve televizyon hakkında iki bine yakın makale kaleme alıyor. Amiral gemisinden inmeden hemen önce birkaç arkadaşıyla Nisan yayınlarını kuruyor. Sene 1984. 1980 darbesinin tozu dumana kattığı lanet yıllar.

İlk öykü kitabı, altmış yedi sayfalık Sıcak Bir Göz’ü 1985 yılında Nisan yayınlarından çıkartıyor.


Altı ay önce onu Romander kentinde bir parkta dolaşırken yeniden gördüm. Başlı başına Hasardeur denilen kişilerden biriydi. Düşüncelerinin dağılmaması için kendini zorluyor izlenimi uyandırmıştı bende. Tam bir serüven tutkunu. Leda'dan uzaktaydı şimdi ve bu yüzden de başını duvarlara vuracaktı. S. Mosker'in bir gün her şeyi bırakıp gideceği, Romander'e kadar geleceği, bir yerlere yazılmış deniyordu. Bir de, gittiğim bazı yerlerde sanki bütün bunları ben uyduruyormuşum gibi bakıyorlardı yüzüme. S. Mosker ise kaçışıyla ilgili araştırmalara gülüp geçiyor, tanıdığı birkaç kişiye de, küçükken yaşadığı çiftlikle ilgili bölümün çok kötü yazılmış olduğu için 'olayları' başlattığını söylüyordu. Kimselere katılmamıştı. Yaşamında bir tek Leda vardı. Odasında bir roman üzerine çalışıyordu. Yazmadığı zaman dolaşıyor, resim yapıyor; kendini sürekli bisiklete binen birisi olarak çiziyordu… İlk kitabında kendini ve yaşadıklarını resmediyor gibi bir algı oluşuyor insanda.

İkinci kitabı Alope’nin Odası (1993) 2008’in Nisan ayında ve şu sıralar William S. Burroughs bastığı için çocukları muzır neşriyattan koruma kanunu kapsamında İstanbul cumhuriyet savcılığıyla başı belada olan Sel yayıncılıktan tekrar yayınlanıyor.


Sel’den çıkan kitabın arka kapağında Çetin Altan şunları yazmış, tabii ki arka kapağa yazanları da es geçmeyelim. Konur Ertop, Önder Şenyapılı ve Ahmet Altan.

Çetin Altan: "Mehmet Güreli'nin Alope'nin Odası gelince... O da kendi labirentlerinden süzüyor anlatımını. Yazı dallarının en zor türlerinden biridir 'modern deneme'. Kendi düşünce ve gönül ırmaklarından, çöl ortasında kalmışlara, dilerlerse içlerinde gizli duran tekneleri yüzdürebilecekleri göller sunmaya çalışır bu tür yazılar."

Enseyi karartmadan yoluna devam eden Mehmet Güreli’nin sırasıyla, Vapurlar/Blues 1988, Cihangir’de Bir Gece 1995, Yağmur 1999, Odamda Yolculuk 2002 ve İplerin Kopuşu 2007 albümleridir. Elbette müzik teknolojisi her şey gibi hızla ilerlediğinden, kasetler artık cd olarak bir geçmişi selamlıyor. Bu arada dönemin Trt’sinin Berlin duvarını anımsatan denetiminden kurtulmak için Mephisto mahlasıyla, “Viva Love / The Beautiful Toilet" 1973’te çıkar. Şehir efsanesi midir, bilemiyorum ama albüm adını ilk duyduğumda iki farklı kıyının aklıma geldiğini yazmadan geçemem. Küba ve Amerika!

Film demiştik, Peyami Safa’nın "Selma ve Gölgesi" adlı romanı "Gölge" adıyla uyarlayıp, yönetmenliğini yapmış. Bunun yanında bazı dizilerde emeği vardır. Belki emekten daha da fazlası… İçinde bulunduğumuz yılda iki biyografi belgeseli çekmiş olduğunu okuyorum elimdeki katalogdan. Biyografiler Tan Oral ve Agâh Özgüç’e ait.

16. resim sergisini açan Mehmet Güreli son resim sergisi olan Kumsalda Yürür Gibiyi şöyle tanımlıyor.

“Resimlere dalıp gitmekse, bilmediğimiz renklerin yollarında, kıvrımlarında yürümeyi göze alabilmektir. Kızgın kumların hafızalarında ateşi hissetmektir… Hayata korkmadan bakabilmeyi seçmeyi ilk sıraya yerleştirebilmektir. Ve rüzgârda, fırtınada bizleri bekleyen sürprizleri umursamayanların arasına karışmaktır.”


Yazının başlangıcına dönecek olursak. Benden sonra hanım bakıyor kataloğa. “Neden bu kadar pencere var?” diyor. “Bilmiyorum” diyorum, “bilemem.” Benim de, her sergiyi gezen gibi gözler dikkatimi çekiyor. Kedilerden başka kimse gözünüzün içine dik dik bakmıyor resimlerinde. İnsanların önce gözlerini kaçırdıklarını düşünüyorum, sonrasında dank ediyor. Gözlerini kaçırmıyorlar birisini bekliyorlar! O gelecek olan Godot değil elbette. Bir renk körünün iyileşmesi gibi bunun farkına varıyorum. Yol gözleyenler, insanların gözlerine değil, elbette pencerelere/yollara bakacaklar. Çizdiği tuallerde bunun için bu kadar pencere… ve bize, size, onlara, bakmayan onlarca insan var. Senden, benden, ondan umudu kesmiş onlarca insanın tuallerde nefes alması ne kadar korkunç. Ama gerçeklikte aynı bu resimler gibi değil mi? Saf gerçeklik her zaman can yakıcıdır. İşin içine renkler, harfler, görüntüler, müzik aletleri girdiğinde adına sanat dediğimiz şey ortaya çıkmış oluyor. Kumsalda Yürür Gibi…’nin dikkat çeken bir özelliği ise, genelde renklerin sıcak seçilmiş olmaları. Karanlık gözlerden kendinizi çekip aldığınızda sarı ve turuncu renklerin sizi rahatlattığını fark edebilirsiniz. Bu da Güreli’nin “azizim evet, dünya kötü bir yer ama bekleyenler umutlarını kaybederse, halimiz nice olur?” demesi gibi. Fakat renk cümbüşünden bahsetmiyorum, büyük ihtimalle renk ekonomisi devreye girmiş durumda Güreli’nin tuallerine. En fazla iki ya da üç renk kullanmış olabilir. Kumsalda Yürür Gibi… Gerçekliği koluna takıp sokaklarda arzı endam ediyor. Bazen aristokrat karakterler fötr şapkasını takmış, Beyoğlu’nun hallice kafelerinde görünürken, bazense aynı mekânlarda sırtı açık kadınlarla karşılaşıp, her şeyin sırtında/arkasında kalma ihtimaliniz çoğalıyor. Güreli kendini çoğul hisseden birisi midir? Hiçbir fikrim yok. Fakat çizdiği insanların ortak noktaları hep beraber bir yalnızlığı çağırıyor oluşları. Bu yalnızlık öylesine sıradanlaşmış ki, alışmak istemeseniz de alışıyorsunuz. Kötü bu! Şimdi, şu an sarıldığın kişi, sanki sen fark etmeden, cebine bir veda mektubu sıkıştırır gibi.
Sonuç itibariyle Mehmet Güreli, sanatın poker masasına oturmuş ve “kasa kazanır” mitini ilk yıllarında Mephisto mahlasıyla boşa çıkarmış, r harfini, konuşurken yalnız bırakıp, şarkı söylerken üstüne basarak yola düşmüştür. Elbette “Taraf“ tutan yanı perşembeleri bayilerdedir…
Eldeki verilerle ancak üzerine bu kadar yazı yazabilsem de, hakkında öğrendiklerim, beni bu yazıyı yazarken oldukça zorlamıştır. Güreli şundan emin olabilir, konuştuğum arkadaşlarım kendisi hakkında en az üç cümle kurabiliyor. Üstelik kendi kaynaklarımı kullanarak vardığım sonuç benim açımdan bu yazıyı yazmazdan önceki durumumu tamamen değiştirmiştir. Değerlidir; kendisidir. Değerlidir; değer üretir. Değerlidir; hakkında yazılanlarda en ufak alınganlık, en ufak serzeniş yoktur.

Sinirliyimdir; konumuz insan olduğundan Mehmet Güreli’nin hayatında marazalar aradım bulamadım. Yaptığı “işleri” inceleyip belki dedim “nefes almak için bir alan açmıştır” inanın açmamış. Yaptığı işi/işleri tamamen duygu yoldaşlığı, iletişim kardeşliğiyle yapan birisinden bahsedeceğim hiç aklıma gelmezdi. Öyleymiş. Benim için ciddi ders, onu tanıyanlar içinse bilinenlerin tekrarı oldu bu yazı.

Haydar Ergülen’in dediği gibi

Tanrının başka bahçeleri de vardır
üzümler iyileşir gibi üzgünler de iyileşir

Resimlerindeki, bize bakmayan gözler belki de, hiç anlamadığımız bir yere bakıyordur. Reklam spotlarından, dost kazıklarından, dost methiyelerinden; kendisine yabancı kıyılarda duran ve onun baktığı, gördüğü yerlere gözünü dikmiş birkaç azınlıktan. Az olanlardan yana, belki göz kırpmış ya da gördüklerinden dolayı, resim yapıp, karakterlerine “insana bakmayın, onlar benim gördüklerimdense, onlara bakmayın” deyivermiştir.

Hanım, “geç oldu” diyor, “artık kalkalım.” Kalkıyoruz bir moda sahiline ve görüyoruz ki; bazen ufak konuşmalar bile Kumsalda Yürür Gibi’dir.