Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Ben acılarla yoğrulmuşum!

Ben acılarla yoğrulmuşum!

Ben acılarla yoğrulmuşum!04 Şubat 2022 - 02:02
Dilber Ay’ın trajedilerle dolu yaşam öyküsünü anlatan “Dilberay”, seyircinin izlerken bile zorlanacağı zulümlere rağmen bir kadının hayata tutunma direnişine odaklanıyor.

Müjde Işıl 

 

Toplum olarak kahramanları çok sevsek de sinemamızda o kahramanları anlatan biyografi filmleri pek tercih edilmiyor. Metin Oktay’ın kendisini canlandırdığı “Taçsız Kral”dan “Müslüm”e ve “Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu”na, toplamda pek az film izliyoruz bu türde. Özellikle yakın dönemde yapımcı-hak sahipleri arasındaki davalarla gündeme gelse de biyografik yapımların ağırlığının biraz daha arttığı söylenebilir. Bu filmlerin ortak noktalarından biri açılan davalar ise diğer ise neredeyse hepsinin erkek hikâyesi anlatması. Ketche’nin (Hakan Kırvavaç) yönettiği, senaryosunu Kamuran Süner ve Nalan Merter Savaş’ın yazdığı “Dilberay” bu açıdan dikkat çeken bir yapım.

Dilber Ay, yürek dağlayan sesi kadar bir dönem özel bir televizyonda demir parmaklıklı dekorda kader mahkûmlara dert ortaklığı yaptığı programla da belleklerde yer etti. Hayat hikâyesinin zorluklarla dolu olduğunu biliyorduk ama çok daha fazlası varmış. “Dilberay” filmi, çocukluğundan şöhrete ulaşmasına kadar uzanan o zor dönemleri adım adım anlatıyor. Yaşananlar ve anlatılanlar o kadar dehşet ki bunca trajedinin gerçekleşmiş olmasından öte, gerçek olma ihtimali bile derbeder ediyor seyredeni.

 

Bir ömürlük ıstırap

 

“Müslüm”e de imza atan Ketche, “Dilberay”ın özellikle başlarında Müslüm’ün çocukluğunu anlattığı o sahnelere benzeyen bir dünya kuruyor. Derin yoksulluk, baba şiddeti, bakıma muhtaç kardeşler… Açıkçası ikinci bir “Müslüm” filmi seyredecekmiş gibi bir hissiyat oluşuyor ilk başta. “Müslüm” sıfırdan zirveye çıkışı anlatırken “Dilberay” neredeyse bir ömür süren ıstırabın izini sürüyor. Dilber Ay’ın başına gelenler katlanılır gibi değil. İzlerken boğuluyormuş gibi hissediyorsunuz. Buna rağmen film, ajite etmekten kendini sakınmaya çalışıyor. Ancak bu da karakterleri karikatürize etme riskini beraberinde getiriyor. Özellikle erkek karakterlerde ve Dilber Ay’ın yetişkinlik dönemindeki dışavurumlarda karikatürize olma hâli belirginleşiyor. Dilber Ay’ın son dönemlerine yer vermeyi tercih etmiyor film.Mesela o ünlü televizyon programı dönemini hiç görmüyoruz. Belki filmin iki saati aşan süresi ekonomik kullanılsaydı ve finali hızlıca bağlanmasaydı, şablon şeklinde akan hikâye daha nefes alabilirdi. Belki de bir kadın yönetmen, ana karakteriyle ve yaşadıklarıyla farklı yoldan empati kurup duygusu daha kuvvetli bir bakış yansıtabilirdi hikâyeye.

 

Gizli yıldız Kendirci 

 

Dilber Ay’ın yetişkin hâlini canlandıran Büşra Pekin ile ön plana çıksa da filmin gizli yıldızı, Ay’ın gençliğini canlandıran Zeliha Kendirci. “Müslüm” filminde Müslüm Gürses'in gençliğini canlandıran Şahin Kendirci'nin kardeşi olan Zeliha, duru performansıyla filmi sürüklüyor. Nursel Köse de az sahnede yer alsa da hatırda kalan oyunculardan oluyor. Filmin neredeyse yarısında yani 60. dakikadan itibaren gördüğümüz Büşra Pekin ise özellikle şarkıları kendi söylemesiyle başarılı. “Dilberay”ın geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Ayberk Pekcan’ın son filmi olması ve oyuncunun son filmini görememesi, filmin duygusal ağırlığını katmerliyor.

“Dilberay”ı izlerken şunu düşünmeden edemiyor insan. Evet yoksulluk, şiddet herkes için çok zor, yaralayıcı ama kız çocukları ve kadınlar için hep daha zor, hep daha yıkıcı.

 

Zihin okuma, belaya bulaşma

 

Akademi’nin 2018’deki ödüllerinde Paul Thomas Anderson’ın “Phantom Thread”ini ve Martin McDonagh’ın “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri”sini geride bırakarak, güçlü rakipleri arasından En İyi Film Oscarı’nı Guillermo del Toro imzalı, yaratık-insan aşkını anlatan “The Shape of Water/Suyun Sesi”nin kazanması şaşkınlık yaratmıştı doğrusu. Yaklaşık dört senedir daha çok televizyona odaklanan del Toro, “Nightmare Alley/Kâbus Sokağı” ile perdeye geri döndü. Üstelik bu sefer yaratıklı filmlerinden çok daha olgun bir yapımla…

1939 yılındayız. Stanton Carlisle’ın yolu gezici bir sirke düşer. Burada kendine iş bulur. Ancak asıl ilgisini çeken zihin okuma oyunlarıdır. Ustasının canını alma pahasına bu işin hilelerini ve yöntemlerini öğrenir. Sirkin genç ve deneyimsiz çalışanı Molly ile birlikte büyük şehre giderek zengin kulüplerinde zihin oyunlarını sergiler. Psikolog Lilith Ritter ile tanışması, ona zengin insanlardan para koparma yolunu açar ama bu yol sandığından da tehlikelidir.

“Kâbus Sokağı”, del Toro için hem yeni hem de tanıdık bir proje aslında. Yeni, çünkü bu bir roman uyarlaması ve daha önce perdeye gelmiş bir öykü. Fantastik dünyalarda dolaşmayı seven sinemacı için kara film ve gerilim türündeki bu yapım, filmografisinde hayli iddialı duruyor. Tanıdık, çünkü yaratıkların dünyasını önceliklendiren ve kötülüğü onlardan ziyade insanlarda arayan del Toro, “Kâbus Sokağı”nda dibine kadar insan ruhunun kötülüğüne odaklanıyor.

İlk bakışta “Lili” ve “The Prestige”i akla getiren “Kâbus Sokağı”, insanın başkasını kandırmaya yönelik açgözlülüğü ve kandırılmaya açık duygusal açlığı üzerine bir hikâye anlatıyor. Sınıf fark etmeksizin herkesin ruhunda derin boşluklar bulunması, ölüme karşı cevaplar araması, anne-baba travması yaşaması önemli bir detay. İkinci Dünya Savaşı atmosferinde geçen film, tarz olarak o dönemin ruhunu yansıtsa da algoritmalarla çevrildiğimiz günümüzde de değişen bir şey olmadığını anlatıyor aslında. Herkes birbirinin aklını okumaya çalışıyor ve herkes acı geçmişiyle hesabını kapatmak için birilerine, bir şeylere inanmaya yöneliyor ve bu hamle, kendini kandırmaya kadar gidiyor. Del Toro’nun kadın-erkek ve bilim-şarlatanlık farkını gösterirken aslında kötülüğün cinsiyet ya da eğitim fark etmediğini vurgulaması ise muhteşem. Filmin oyuncu kadrosu da öyle… Bradley Cooper, Cate Blanchett, Toni Collette, Willem Dafoe, Rooney Mara ve del Toro’nun kadim dostu Ron Perlman’ı aynı filmde izlemek harika bir deneyim. Blanchett’in ‘femme fatale’liği ve özellikle Cooper’ın finaldeki performansı ise unutulmaz.