Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » ‘Filmi edebi eser olarak görüyorum’

‘Filmi edebi eser olarak görüyorum’

‘Filmi edebi eser olarak görüyorum’26 Kasım 2018 - 12:11
15 Aralık'a kadar Pilot Galeri'de ziyaret edilebilecek 'Berlin Üzerindeki Gökyüzü' sergisini sanatçı Çağrı Saray'la konuştuk.

Nil Kural

 

Pilot Galeri'de 15 Aralık'a kadar görülebilecek 'Berlin Üzerindeki Gökyüzü' adlı sergide sanatçı Çağrı Saray'ın Wim Wenders'in 'Der Himmer über Berlin' (Arzunun Kanatları, 1987) adlı filminden yola çıkan işlerini sunuluyor. Sergiyi Saray'la konuştuk.

 

‘Der Himmel über Berlin’le ilişkinizi nasıl anlatırsınız?
Bu filmle aramdaki ilişki; aynı şarkıyı aralıksız bir şekilde sürekli dinlemek gibi. Filmi ilk kez üniversite yıllarımda izledim ve sonra neredeyse her hafta izlemeye devam ettim. Başından sonuna kadar her sekansı oturup çizebilirim veya senaryoyu, replikleri yazabilirim. Benim bu şekilde yaklaştığım başka filmler, kitaplar ve şarkılar da var, bu benim genel olarak takıntılı bir şekilde tek bir şeye odaklanmamla ilgili. Fakat bu film, beni çekebilecek bütün unsurları bir araya getirmiş. Bunların başında, Peter Handke’nin edebiyatı, filmin bütününe sirayet etmiş olan boşluk duygusu ve dille kurduğu ilişki öne çıkıyor. Senaryoyu Wenders ve Handke birlikte yazdıkları için ben bu filmi bir filmden öte edebi bir eser olarak görüyorum.

 

Peter Handke’nin filmdeki şiirinin el yazısıyla yazıldığı video sergideki çalışmalarınızdan biri. Bu şiirin ritmi ve çizimlerdeki tekrarlar arasında bir ilişki var mı sizce?
Şiirde öyle bir ritim var. Filmde bir melek var; melek, insan olmak istiyor ve merkezde de bir aşk hikâyesi var. Ancak 'Das Lied Vom Kindsein' isimli şiir, aslında filmin bütün gövdesini oluşturan öğe. Daha önce yaptığım ‘Handke’ye Saygı’ isimli bir işim vardı, geçen ay Bilsart’ta gösterimi yapılmıştı,  bu sergideki video ise o videonun ikinci versiyonu. Bu videoyu aslında serginin başlangıcı olarak düşündüm ve kurguladım. Videoda filmdeki şiir el yazısıyla yazılıyor, filmdeki gibi; sahibini bilmediğimiz bir el tarafından… Bu filmin DVD versiyonunda senaryonun ve dolayısıyla bu şiirin Türkçe altyazısı-çevirisi tamamen yanlış. Bu şiiri ben ve benim gibi filmi ezbere bilen yakın bir arkadaşım yeniden Türkçeye çevirdik, videoda yazılan metin de bizim çevirdiğimiz versiyonu. Şiirin son bölümüne kadar sürekli çocukluğa dair, yetişkinlikle birlikte kaybedilenlerin, yitirilenlerin anlatıldığı bir tekrar var ama son bölümde bu, başka bir şeye dönüşüyor; şiir aslında hiçbir şeyin değişmediğine ve kaybedilmediğine dair umut dolu dizelerle tamamlanıyor. Ürettiğim işlerdeki çizgilerin tekrarı da katmanlar halinde; özellikle 2010’dan bu yana yaptığım desenlerde tekrara dayalı, hareket etkisinin hissedildiği bir yöntem uyguluyorum. Bu, bir tür kendiliğinden oluşmuş bir yöntem. Bu sergide filmle ilgili çizdiklerim de ve animasyonda görünen ve ayrıca sekanslara ayrılmış desenlerdeki çizimlerde de fütüristik etkiler taşıyan aynı çoklu katmanlar söz konusu.

 

 

Sinemasal anlatım ‘Kırmızı Oda: Sekanslar’ adlı çalışmanızda da yer alıyordu. Bundan da yola çıkarak sinema anlatımıyla ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?
Sinemayla kurduğum ilişki, her şeyden önce bir sinema izleyicisi olarak kurduğum bir ilişki. Bu, izleyici olma konumunu seviyorum. Diğer yandan üniversite yıllarından itibaren resim eğitimi aldım, fakat ağırlıklı olarak  video işleri ve enstalasyonlar yaptım. Sonrasında sinemayla ürettiğim işler bağlamında bir bağ kurmaya başladım. Aslında izleyici olarak sinemayla ilgili en temel soruyu sormaya çalışıyordum: Sinemaya dair temel verilerle oynanabilir mi, veriler eksiltilebilir; yeni bir takım elementler eklenebilir mi? ‘Kırmızı Oda’ adlı video işi, 9,5 dakika boyunca standart okuma hızında, aşağıdan yukarı doğru akan bir metinden oluşuyordu. İzleyici sadece ses ve el yazısından oluşan bir senaryoyla karşılaşıyordu. Bu videoda izleyicinin kurguyu kendi zihinlerinde canlandırmalarını tetikleyecek bir aralık bırakmaya çalışmıştım. Sonraki işlerde bu gelişmeye başladı. ‘Kırmızı Oda’nın başka bir versiyonunu da yaptım. Burada metni ve sesi eksilttim. Neredeyse ‘90’lar çizgi roman estetiğine yakın resimleri bir mekânda kurguladım. İzleyici kareler arasında ilişki kurarak kurguyu oluşturmaya çalışıyordu. Sonra ‘Kayıp Oda’ ve ‘Bekleme Odası’ işlerinde de bu anlatım yöntemlerini farklı formatlarda yeniden dönüştürmeye çalıştım. 

 

Der Himmel über Berlin’de öne çıkan hafıza sizin çalışmanızla üzerinde durduğunuz bir konu. Filme ilginiz buradan mı kaynaklanıyor?
Evet, bellek, tarih ve kişisel hafıza üzerine işler yapıyorum, hatta daha önce yaptığım sergide de Bellek Mekânları üzerine çalışıyordum. Bu, aslında biraz kendiliğinden oluşuyor. Çalıştığınız kavramlar kısa dönemler içerisinde çok ciddi farklılık göstermiyor. Bellek Mekânları’nda son 20 yıl içerisinde zarar görmüş ya da çehresi değiştirilmiş mimari yapıları çalışmıştım. Filmde de geçmişe atfedilen; 2. Dünya Savaşı’na, Nazi Almanyası’na ait görüntüler, sekanslar vardır. Hatta filmin içerisinde diyaloglar; Damiel ve Cassiel’in konuşmaları bizi sadece 1940’lara değil zamanın başlangıcına kadar götürür. Bu benim de üzerinde çalıştığım ‘anma takıntısı’ meselesine denk düşüyor.

 

Filmle ilgili bütün çalışmalarınızı bu sergide görebiliyor muyuz?
Bu sergide 10 adet iş görüyoruz ama benim bu filmle ilgili yaptığım çok sayıda iş var. Ama bu sergi içerisinde hem Pilot Galeri'nin kapasitesi hem de Azra’yla (Tüzünoğlu) birlikte oluşturduğumuz kurgu bağlamında bazı işleri dışarıda bırakmak durumunda kaldık. Sergiye girerken önce kütüphaneyi görüyoruz. Filmde hem meleklerin hem Berlin’de yaşayan insanların hem de hikâye anlatıcısı Homer’ın vakit geçirdiği öncelikli yer Berlin Şehir Kütüphanesi. Walter Benjamin’in kütüphanelere yaklaşımında olduğu gibi, aslında kütüphaneler tekinsiz mekânlar. Bunun nedeni de tarihteki tüm resmi verileri içeren yerler olmaları. Filmde belki de ölümlüler ve melekler arasındaki iletişimi en net görebildiğimiz yer kütüphaneydi. O yüzden bu kütüphaneyle başlıyor sergi ve ‘Handke’ye Saygı-2’ isimli videoyla devam ediyor.

 

 Video işinin ardından ziyaretçiyi Nick Cave konserinin afişleri bekliyor.
Poster filmde iki saniye görülüyor. Film final sahnesine doğru ilerlerken, Damiel sokakta yürürken kazara bu afişe denk geliyor. Filmdeki, yarısı eksik olan, yırtık bir afiş. Ve aslında var olmayan bir afiş ve Nick Cave’in 1987 değil; 1986 yılında Almanya’da Bochum’da verdiği bir konsere ait. Ben o afişi sanki var olan bir afişmiş gibi tamamladım, yeniden tasarladım ve sergi salonuna geçiş alanındaki duvarı bu afişlerle kapladım.

 

 

Serginin merkezinde meleklerin zırhı ve kanat çizimleri var.
Marion, Damiel’ı rüyasında gördüğünde, yani Damiel melek iken zırhı ve kanatları var. Fakat insan, yani ölümlü olmayı seçtiğinde Damiel yeryüzüne, bu zırh da tepesine düşüyor. Sergide yakalamaya çalıştığım duygu da şuydu; eğer zırh burada, yani sergi mekanında ise, sahibi de yakında bir yerlerde olmalı. Aramızda olmalı. Üretim aşamasında ise, zırhı tasarlarken filmdeki zırhı birebir yeniden üretmedim. Sergide yeralan kanatlar da filmde gördüğümüz kanatlar değil, anonim. Çünkü işler, filmin diline, Handke’nin diline eşlik eden işler olmalıydı. Sergideki diğer bir animasyon video ise, filmde gördüğümüz radyo istasyonuyla ilgili. Filmde o radyo istasyonunu gördüğümüzde melek etrafında dönüyor. Biz de meleğin gözünden burayı görüyoruz. Ben videoda bakış noktasını değiştirdim ve izleyiciyi geriye çektim. Meleği radyo istasyonunun etrafında görüyoruz. Meleğin gözünden değil, meleğin dönüşünü izleyen izleyici olarak konumlanmaya başlıyoruz.

 

Puzzle çalışmanızı bu sergi için mi ürettiniz?
Fikir aşamasında taslak olarak puzzle’ı seneler önce tasarlamış ama üretmemiştim. 2012’de Çanakkale Bienali için davet almıştım, orası için hazırladığım taslaklarından biri de Damiel’ın birebir ölçekte kalıplarının çatılara yerleştirilmesinin yanı sıra bir puzzle üretilmesi, her parçaya bir numara konulması ve sonra bir helikopterden tüm parçaların aşağıya dökülmesiyle ilgiliydi. Bu, eylem olarak hem zırhın düşmesini hatırlatıyordu hem de o görsele ait parçalara veya bir kesite izleyicinin sahip olmasını istemiştim. Bu sergide bu puzzle çift taraflı bir görsel olarak yeralıyor. Ön tarafından filmle özdeşleşmiş, Damiel’ın pervazda duran görüntüsü var, arkada da Almanca olarak “Aynı hissetmiyorum” yazıyor. Damiel ölümlü olduktan sonra tat ve koku alabilmeye başlıyor; merak ettiği ve özlemini duyduğu şeylere kavuşuyor ve filmin başındaki şiirde anlatılan anonim karaktere dönüşüyor. İnsan olduktan sonra kendisi yetişkin olsa da keşfetme heyecanıyla bir çocuk gibi o şiiri yaşamaya başlıyor, çocukluğu hiç olmamış olan bir yetişkin olarak. Biz de filme yeniden baktığımızda görüyoruz ki, film aslında Damiel’ın hikayesi.