Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Edebiyat » Yekta Kopan'dan hafızanın kutsandığı öyküler

Yekta Kopan'dan hafızanın kutsandığı öyküler

Yekta Kopan'dan hafızanın kutsandığı öyküler07 Kasım 2016 - 10:11 | Fotoğraf: Devrim Çırpan
Yekta Kopan üç yıl önce çıkardığı romanı "Aile Çay Bahçesi"yle öykü kitaplarına ara vermişti. Kopan "Sakın Oraya Gitme"deki öykülerini Milliyet Sanat dergisinin yeni sayısına anlattı
ŞEBNEM SORAL TAMER
 
Yekta Kopan'ın birkaçı Hayalet Gemi ve Ot dergilerinde yayımlanan ancak diğerleri daha önce hiç okur karşısına çıkmamış hikayeleri, Can Yayınları'ndan çıkan "Sakın Oraya Gitme"de bir araya geldi. Öykülerinde ağırlıklı olarak hafıza ve unutma meselelerine odaklanan Yekta Kopan ile bir araya geldik ve yeni kitabını konuştuk...
 
Yeni kitabınızdaki bir öyküde “Doğururken öldürdüğünüz çocuklukların hesabını verecek kadar cesaretiniz olsun” diyorsunuz. Bu aile kurumuyla bir hesaplaşma mı?
 
Önceki kitabım “Aile Çay Bahçesi”nde kendini daha net bir şekilde gösteren ama önceki öykü kitaplarımda da kendini hissettiren, ‘aile kurumuyla ve onun dokunulmazlığıyla hesaplaşma’ diyebilirim. Anneliğin kutsallaştırılması, dokunulmazlık alanı hâline getirilmesi, bu alanın içinde de hatalardan, yanlıştan, yanlış adım atmaktan temizlenmiş, aklanmış bir kurum haline getirilmesi meselesi üzerine bir düşünce. Bu cümle de o düşüncenin karşılığı olanlardan biri... Bütün anne-evlat ilişkilerinin sütten çıkma ak kaşık olmayabileceğini gazetelerde, televizyonlarda görüyoruz. Kimi anneler aslında çocuklarını doğururken öldürmüş oluyorlar; onların bir birey olarak ve hayatın güzelliklerine dokunup iyi bir insan olarak yetişmesiyle ilgilenmeyerek, bunu anne ve ebeveyn olmanın bir kuralı gibi görmeyip, çocuklarını ölü doğurmuş oluyorlar. Yani sadece bir çocuk doğurmuş oluyorlar, bir bebek dünyaya geliyor. Hepsi bu.
 
“Bu coğrafyanın bütün anneleri unutmayı mı öğrettiler evlatlarına?” sözü de balık hafızalı bir toplum oluşumuza ithaf, diyebilir miyiz?
 
Evet, çünkü çok unutkanız. Unutmanın ve belleksizliğin arkasına sığınacak kadar da ikiyüzlüyüz. Hatta bunu bir gömlek gibi üzerimize giymekten zevk alıyoruz. Evet, bu coğrafyada belleklerimiz çok güçlü değil ve sadece bu gömleği giyebildiğimiz için her şeyden sıyrılabileceğimizi düşünüyoruz. Ölümleri, kalımları, savaşları, tüm o acıları “Unuttuk, gitti…” diyebilecek kadar ikiyüzlü bir biçimde, hayatımızdan, gündemimizden, geleceğimizden çıkarabiliyoruz. Bu, bugün ve bugünden sonra yaşayacağımız her şeyin temelinde duran sorunlardan biri. Bu bizim ‘oluşumuz’, ancak bu oluşun arkasına sığınmak da bizim ikiyüzlülüğümüz.
 
Kitapta Albert Camus'nün "Yabancı"sına atıfta bulunduğunuz ve genel olarak ölümü konu alan "Bir Yabancı" öykünüzde, Camus'den alıntı da yapıyorsunuz. Sizce sevdiklerimizin ölümü hep düşündüğümüz ama dillendiremediğimiz bir şey mi?
 
Keşke Camus de burada olsaydı ve "Yabancı" kitabından alıntı yaparak oluşan cümleleri bir de o açıklayabilseydi. Kim bilir neler söylerdi? Ben ise şöyle izah ederim: Sevdiklerimizin ölümünü çok düşünürüz. Çünkü ölümle ilgili bizi korkutan şey budur. En azından benim için böyle; kendi ölümüm beni korkutmuyor. Hatta ben neredeyse Leonard Cohen’in cümlesindeyim… “Hazırım,” demiş, çok güzel söylemiş. Ölümün en korkutucu yanı sevdiğimiz insanın ölümü değil midir? Sevdiğimizin, sevdiklerimizin ölümünü düşünürüz. Kimi zaman da sevdiğimiz bir insanın hayatla ilişkisinin koptuğunu, acı çektiğini, bir nedenle artık bu hayatın bir parçası olamayacağını düşündüğümüzde onun ölümünü, onu çok sevdiğimiz için isteyebiliriz bile.