Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Sahne Sanatları » Ne Türk ne Alman olmanın performansı

Ne Türk ne Alman olmanın performansı

Ne Türk ne Alman olmanın performansı25 Nisan 2018 - 12:04
Kültür ve kimlik çatışmalarının ortasında kalan bir kadının varolma sorunları bir okuma performansı olarak sahne buldu: Türkland. Dilşad Budak Sarıoğlu'nun otobiyografik hikayesinden yola çıkarak kaleme aldığı metni yerli izleyici için yeni bir deneyim.
UĞUR UGAN
 
Almanya'da doğup büyüyen milyonlarca Türk gencinden biri Dilşad Budak Sarıoğlu. O da diğer Türkler gibi kültür ve kimlik karmaşası yaşadı ve bu çatışmanın ortasında kendini bulma çabası gösterdi. Hikayesi kendine ilham verdi ve henüz yayınlanmamış otobiyografik romanı “Metanoia”yı Türk izleyicisinin pek alışık olmadığı bir tür olan okuma performansı ile sahneye taşıdı. 
 
Türkland adlı performans yazarın Almanya’da  ve Türkiye’de  yaşadıklarıyla baş etme sürecini; her iki kültürün de içinde barındırdığı klişelere ve kendine has tuhaflıklarına odaklanarak ele alınıyor. 
 
“İşçi çocuğu”, “mülteci çocuğu”, “yabancı kökenli Alman”, “Alman Türkü” derken her geçen yılda kimliğinin sürekli başka kavramlarla tanımlanmasını duygusal bir kaosun içinden izliyor. Performansta Dilşad Budak Sarıoğlu'na Ilgıt Uçum eşlik ediyor.
 
Türkland okuma performansı Kadıköy'de bulunan Entropi Sahne ve Alman Türk online kültür sanat dergisi MAVİBLAU işbirliğiyle sahneleniyor. 
 
Dilşad Budak Sarıoğlu ile ilgi uyandıran performansı Türkland'ı konuştuk; 
 

Uğur Ugan: Oyununuzda seyirciyi biyografik bir metinle karşı karşıya bırakıyorsunuz. İnsanların belki sizin hikayenizi bilmesi lazım. Dilşad Budak kimdir?

 

Dilşad Budak Sarıoğlu: İstanbul'da doğup, Almanya'da büyümüş biriyim. 6 yıldır İstanbul'da yaşıyorum. Ailem 80 darbesiyle yurtdışına çıkmak zorunda kalmış insanlar. Çok küçük bir şehirde büyüdüm. Hem Türkler hem de Almanlar açısından muhafazakar bir yerdi. Almanya'da okudum ama burada şimdi yazar ve tiyatrocu olarak hayatıma devam ediyorum.

 

 Böylesi bir performansı sergilemek için hayat hikayeniz size ilgi çekici geldi ve bunun üzerine bir şeyler yazmaya mı başladınız?

 

 Aslında Türkiye'ye gelirken beni burada neler beklediğini biliyordum. Türkiye'yi tahlil etmeye çalıştıkça politik olarak  gündemini de takip ettiğim için bir hayalkırıklığı yaşamadım. Uluslararası bir hukuk şirketinin yöneticisiydim. Bir gün işten ayrıldım ve bir boşluğa düştüm. Bir süre sonra bu durum beni yazmaya teşvik etti. İlk defa ayrıntılı Türkçe bir metin yazmaya başladım. Bu sonra bu bir romana dönüştü. İlk önce amaç içimi dökmekti. Sonra tek bir amaçla yetinmeyip toplumsal bir gayesi olsun istedim.

 

Bireysel hikayeniz size çarpıcı gelmiyor mu? İlle toplumsal ya da siyasal bir ayağı mı olması lazım.

 

 Kendimi terapi etmek için yapardım belki onu. Herkesin bir takım acıları var ama onun neden anlatılmaya değer olduğuna baktığınız zaman toplumsal bir boyutu olduğunda bir roman, oyun ya da film olabilir diye düşünüyorum.

Arada kalmış ve benim gibi göçmen olmuş insanların hikayesini anlatıyormuşum gibi görünüyor. Buraya geldikten sonra yine bir göçmen, gurbetçi olduğumu deneyimlediğim için. Aslında bütün arada kalmış insanları hikayesini anlatıyorum. Cinsel yöneliminden, politik kimliğine kadar.

 

 
 
Peki neden tiyatral bir oyun değil de bir okuma performansı?

 

Geçen sene Endropi Sahne'nin bir festival projesi olacaktı. Oraya kısa bir çalışma yapıp bunu da sahneleyelim istedik. Amaç aslında oyuna çevirmekti. Oyuna çevirecek zamanımız yoktu. Alıntılar alıp yeniden kurgulayalım ve bir okuma halinde sunalım dedik. Almanya'da okumalar çok yaygın. Türk seyircisi buna çok alışkın değil. 1 saat boyunca bir metne konsantre olamayacağını bildiğimiz için bunu biz ara bir türe çevirdik. Dünyada örnekleri var bunun.

 

Okuma performansı deyince 'o nedir?' diye tepkiler geliyor mu?

 

Evet herkes nasıl bir şey diye soruyor. Barkovizyon gösterisi, sunumu, türküsü, dansı var diye anlatıyoruz. Sadece insanlar eğlensinler diye değil o ruhsal durumu da versin istedik. Biz bunu Almanya'dan ortak bir prodüksiyona çevirme niyetindeyken oyun o kadar tuttu ki hep son gösteri deyip bir gösteri daha ekledik. Oyun olursa olayı çok soyutlaştırmış olacaktık. Farklı bir mesafe yaratabilirdi seyirciyle. Böyle daha samimi ve direk seyirciye hitap edince insanlar bu haliyle çok sevdi.

 

Nasıl tepkiler alıyorsunuz izleyiciden?

 

Başta bir otobiyografi olunca onun bir heyecanı vardı. Kendi metnin sahneleniyor sonuçta. İnsanların olumlu tepkisi çok pozitif bir sürpriz oldu benim için. Türkler de Almanlar da hep aynı şeyi söylüyor. O kadar üzerine düşünmüş olduğunuz detaylar var ki hiç buradan bakmamıştık diye. Derdimiz bu insanların yaşam gerçeğini aktarabilmekti onu bir nebze başarabildik sanıyorum.

 

 
 
Yurtdışına; Almanya'ya, Avusturya'ya gittiğiniz zaman kendi kültürünü terk etmemiş bir Türk profili ile karşılaşıyorsunuz. Oyunda bununla ilgili çok güzel bir tabir kullanıyorsunuz; "Talman" diye. Ne Türk ne Alman manasında. Sosyolojik olarak o figürü nasıl yorumluyorsunuz?

 

Böyle bir fenomenin varolması bir kaç faktöre bağlı. Oraya göç eden insanlar zaten sosyo-ekonomik sebeplerle göç etti. Hep söylediğimiz bir kaç konu var. Eğitim düzeyleri düşüktü. Oraya gitme amaçları kendilerini geliştirip o topluma bir katkıda bulunmak değildi. Gittikten sonra bu amaç dönüşebilirdi. Çalışıp para kazanıp dönemeyeceklerini anladılar. Türkiye'de bunu çok duyuyorum; "İşte oraya gidenler kendilerini hiç değiştirmemişler, hiç geliştirmemişler" diye. Onların orada yaşadıkları şartları bilmiyorlar. Almanya çok uzun yıllar 90'lara kadar bir göç ülkesi olduğunu kabul etmedi. On yıllarca göç aldı. O göçmenler o ülkeyi ayakta tuttu. Burada hayal edemeyeceğimiz bir türde sosyolojik olarak çok doğru değil ama bir gettolaşma söz konusuydu.   Biz orada belli bölgelere sıkıştırılarak yaşıyorduk. Belki çıkabiliyordun o bölgeden ama kimse sana ev vermiyordu ki. Dolayısıyla hep kendi aramızda kaldık.

 

Oyunda bir vurgu da oradaki eğitim sistemine. 'Bir Alman çocuğun bir Türk çocuğundan daha değerli hissettirilmeye' çalıştığı üzerine çarpıcı bir şey sunuyorsunuz.  Orada çok ciddi bir ayrımcılığa maruz kaldınız mı?

 

Tabii ki kaldım. Neredeyse hepimiz kaldık. Çok az insandan duyuyorum böyle bir şeye maruz kalmadığını. İlkokulda ilk travmalarımız başladı bizim. 80'li yıllarda ilkokulda bütün yabancı arkadaşlarım şiddet görüyordu. Oyundan sonra bir çok kişi bana gelip iyi ki bunu söylemişsin dediler. Bunlar bizim okulda da yaşanıyordu ama bunun hep üstü örtülüyordu diye.

 

Oyunda çarpıcı bir cümle de şu; "93'te hem Solingen  hem Sivas var. Her kimliğimde yakılıyordum" diye. Almanya'da azınlık olmanın Türkiye'de azınlık olmaktan daha zor olduğunu vurguluyorsunuz.

 

Burada bir azınlık kimliğine sahip de olsak burası benim memleketim. Yüzyıllardır burada varım diye.

 

Almanya'dayken de anavatan olarak Türkiye'yi mi hissediyordunuz?

 

 Tabii ki. Onlar da size bunu hissettiriyorlar. Bu dışlanmaya karşı bir tepki geliştiremiyorsun. Hep sonradan gelmiş olmanın verdiği bir sığıntı hali var ama burada sığıntı değilsin. Fakat Türkiye'de de başka aidiyet ve uyum sorunları yaşıyoruz. Bunların neler olduğunu kitapta uzun uzun anlattım.

 

Türkiye'den Almanya'ya olan göç hikayeleri bir çok şarkılara, filmlere konu oldu. Siz de o hikayelerden beslenerek bir şeyler üretmiş birisiniz. Orada bulunma hali üretime uç verebilecek bir şey mi? Bundan sonrası için çok şey üretebilecek bir potansiyel var mı orada Türkler açısından?

 

Var tabii. Göçmen tiyatrosu denilen bir tiyatro akımı var. Aradalık durumu oldukça hep de olacak. En ideal formuna bürünse bile biz her zaman iki kültür arasında olacağımız için hep bir üretkenlik getirecektir.

 

Bundan sonra sizden neler izleyeceğiz?

 

 Maviblau, İstanbul ve Berlin merkezli, Türkiye ve Almanya arasında kültür sanatı; yazı, video, workshop ve etkinlik yoluyla geliştirmekle ilgilenen bir platform. Entropi Sahne oyuncu ve yönetmen Yurdaer Okur tarafindan bağımsız bir performans alanı olarak İstanbul'da kuruldu ve genç tiyatro yaratıcılarına kendi projelerini üretebilmek icin alan açtı. Bu iki platformla yakaladığımız sinerjiyi şimdi yeni bir projeyle genişletiyoruz. Berlin'li tiyatro kollektifi Mehrtyrer'i de dahil ettik, birlikte arada kalmanın ve kimliklerin getirdiği o sınırları aşmayı araştıracağımız bir oyun üzerinde çalışıyoruz. Önümüzdeki kış İstanbul ve Berlin'de prömiyer yapmayı hedefliyoruz.