Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » "Dövüş Kulübü" sağ gösterip sol vuruyor
Temmuz 2015

"Dövüş Kulübü" sağ gösterip sol vuruyor

‘90'ların kült klasiği, bir anti-ütopya öyküsü olan "Dövüş Kulübü"nün devamı çizgi roman formatında yayımlanmaya başladı. Öyküye dair yıllar sonra hafızalarımızı canlandırırken, üzgünüz Tyler Durden, ama senin kutsal kuralın olan “Dövüş kulübünün ilk kuralı dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır”ı fena halde çiğneyeceğiz. Çünkü bu yazıda yalnızca ‘Dövüş Kulübü’nü konuşacağız!
ELİF TANRIYAR
 
Friedrich Nietzsche’nin, 19. YY.'ın sonlarında “Tanrı öldü!” diye ortaya çıkmasından yaklaşık 100 yıl sonra, “Önce Tanrı’yı, sonra babanızı, sonra da kendinizi öldürün,” diyen bir kahramanın öyküsüyle ilk karşılaştığımız o günlerde, öykünün yazarı da dahil hiçbirimiz gelecekte olacakları bilmiyorduk. Yıllar boyunca o kahraman peşimizi bırakmayacak ve en beklemediğimiz anlarda kulağımıza fısıldamaya devam edecekti: “Kendini daha iyi bir şeye dönüştürmek için önce her şeyi kırıp dökmen gerekiyor!”
 
Yıl 1996, zaman X kuşağının zamanıdır. Darbeler, Vietnam Savaşı, Berlin Duvarı'nın yıkılması, Soğuk Savaş'ın bitmesi ve globalleşme gibi bir tarihi sürece tanık olan bu kuşak, bir yandan da dünya ekonomisinin hızlı büyüme eğrisinin yavaşlamasıyla yüksek yaşam beklentilerini karşılayamamaktan şikayetçidir. Üstelik kendi anne babalarının aksine, yaşamı bir sıçrayışta değiştiren teknolojik gelişmelerle ilk onlar karşılaşmış, boşanmaların yoğun olarak yaşandığı ilk dönemi onlar görmüş, kariyer konusunda ne pahasına olursa olsun en yüksek beklentilere sahip olması gerektiğine onlar inandırılmıştır. X kuşağının bir diğer adının Prozac kuşağı olması da boşuna değildir yani... Ve işte tam o sıralarda Chuck Palahniuk'un -daha önce adı duyulmamış bir yazarın- "Dövüş Kulübü" adlı ilk romanı yayımlanır. Şimdi buna inanmak hayli zor olsa da ilk başta yaprak dahi kımıldatmayacak denli etki yaratır. Ancak ne zaman ki, öyküden gerçekten de etkilenmiş olan David Fincher tarafından 1999 yılında sinemaya aktarılır, işte o zaman kartopu etkisinin ilk emareleri belirir. Kartopu etkisi diyoruz çünkü tuhaftır ki film ilk gösterildiğinde de pek de iyi eleştiriler almaz. Ancak ne zaman ki DVD’si piyasaya sürülür, işte o zaman etkileri bugüne dek sürecek olan kült hareket başlamış olur. Artık herkes "Dövüş Kulübü"nü konuşur, herkes gerçek hayatta da onu taklit etmeye özenir. Dünyanın dört bir yanında, ufak çapta bir “Hepimiz Tyler Durden’ız!” vakası yaşanır yani. Eh ne de olsa "Dövüş Kulübü" de X kuşağının bir üyesidir ve ona da DVD’siyle ünlü olmak yakışır! Romanın kadın kahramanı olan Marla Singer, hafif dozda bir intihar girişimin ardından şöyle söyler: “Bu bir intihar girişiminden daha çok yardım çağrısı”. İşte, "Dövüş Kulübü"nün sırrı da sanki burada gizlidir. Tüm öykü, adeta hayatıyla nasıl başa çıkacağını bilemeyen X kuşağının bir tür yardım çağrısıdır. 
 
Yeraltı klasiği
 
İlk kez yayımlandığı 1996'dan beri bir yeraltı klasiği olarak anılan "Dövüş Kulübü", yeni bin yılın eşiğinde geçen bir anti-ütopya öyküsünü anlatır. Yaşadığı hayattan nefret eden, ölüm düşüncesini saplantı haline getirmiş, insani yakınlığı 'Kanser Dayanışma Grupları'nda arayan genç bir adamın, yani öykü boyunca adını öğrenemediğimiz anlatıcının yaşadıklarından ibarettir kitap. Ama aynı dayanışma gruplarının bir başka müdavimi olan toplum kaçkını bir genç kadının, Marla Singer’ın da öyküsünü okuruz. Ve asıl olarak Tyler Durden’ın. Yani yalanlar ve mutsuzlukla dolu bir dünyaya kendi yöntemleriyle saldıran yarı çılgın bir kurtarıcının, baştan çıkarıcı ve fena halde karizmatik bir intikam meleğinin... Görünürde, her zamanki rutin iş seyahatlerinden birinde, anlatıcı ve Tyler Durden uçakta tanışırlar. Tyler, anlatıcının her anlamda asla olamadığı, ancak hayranlık duyduğu üstün insanı temsil eder. Anlatıcı sıradan görünümlü, edilgen, tüm hayatı işle ev arasında geçen, hayatın anlamını ise tüketimde bulmaya çalışan, toplumun kuralları tarafından bir anlamda güçsüzleştirilmiş, çağın yalnız insanının tipik bir örneğidir. Kendi hayatının tek sahibi olan anarşist ruhlu Tyler'ın felsefesine göre ise, tüketim kültürünün uyuşturucu etkisinden kurtulmanın tek yolu, fiziksel acıyla tanışarak yeniden doğmaktır. Çok geçmeden, gecenin geç saatlerinde bar bodrumlarında toplanan gizli bir dövüş kulübü, ülkenin dört yanını saracaktır. Toplumun erkekleri, bizzat toplumun ahlak kuralları ve erk sahiplerinin düzeni nedeniyle yitirdiklerini düşündükleri erkeklik güçlerini dövüşerek yeniden kazanma peşine düşmüştür artık. Her şey bir anlamda, görünürdeki bu naif istekle başlar. Ama Tyler'ın dünyasında sınırlara ve kurallara yer yoktur. Kendi bedenini örseleyen bir müritler ordusu, toplum düzenini ve konformizmi imha etmek üzere Tyler'ın peşine takılır. Dünya Tyler’ın anarşist ordusunun ellerinde bir kaosa doğru sürüklenirken anlatıcı da, Tyler’la kendi ruhunun pazarlığına girişecektir çünkü en iyi arkadaşı sandığı Tyler, aslında anlatıcının alter-egosundan başkası değildir. Ve onun bedeniyle ruhu üzerindeki hükümranlığından vazgeçmeye de hiç niyeti yoktur!
 
Kapitalizm eleştirisi
 
Ancak "Dövüş Kulübü" yalnızca bunlardan ibaret bir roman değildir. Görünürdeki şiddetli hikayesinin arka planında, kapitalizmin tüketim kültürüne, hırs ve üstünlük duygusuna, güzelliğin plastikleşmesine ve elbette iş dünyasına zehir zemberek bir eleştiri hamlesidir: Kışkırtıcı, yadırgatıcı, yıkıcı bir hamle... Kitap, tüketim kültürünün uyuşturucu etkisinden kurtulmak için fiziksel acıya yönelenleri, geceleri izbe mekanlarda buluşup dövüşenleri, aynaya baktıklarında kendilerinin sandıkları başka bir yüz görenleri ve sonra normal hayatlarına dönüp sıradan insanlar gibi yaşayanları anlatır. Ama sıradanlık onları iyileştirmez. Günlük hayatın basit bir parçası olmak onlara yetmez. Ve bir gün aniden 'uyanırlar'. Çünkü, kitapta da yer alan cümledeki gibi, "Bazı hayali arkadaşlar asla çekip gitmez!”
 
"Dövüş Kulübü"nün öyküsünü kısaca bu şekilde özetleyebiliriz. Peki, herkesi bu denli etkileyen bu öykünün ve onun karizmatik kahramanı Tyler Durden’ın sırrı nedir? Bu sorunun cevabını bulabilmek için öncelikle yazarının hayatına bakış atmakta fayda var. Baba tarafından Rus asıllı, gerçek adı Charles Michael Palahniuk olan yazarımız 21 Şubat 1962’de Washington’da doğar. Tam olmasa da biraz erken dönem bir X kuşağı üyesi diyebileceğimiz Palahniuk’un anne ve babası da, X kuşağında sıkça görüldüğü gibi, o daha 14 yaşındayken boşanır. Chuck ve kardeşleri, anneanne ve dedesinin sığır çiftliğine yerleşir ve burada büyür. Oregon Üniversitesi’nde gazetecilik öğrenimi görür. İşin ilginç yanı üniversite yılları boyunca yazar olmayı aklından bile geçirmez. Geçimini Freightler adlı şirkette otomobil tamirciliği yaparak sağlar. Daha sonra "Dövüş Kulübü"ne de ilham verecek olan, ölümcül hastaları dayanışma gruplarına getirip götürmek gibi gönüllü işlerde de yer alır. Dönem dönem gazetecilik işleri yapsa da gönüllülük işine 1988 yılında kesin olarak son verir.
 
Nihilizm ve "Yeraltından Notlar"
 
Palahniuk için dönüm noktası ise kendilerini bir tür dadaist topluluk olarak gören, isyankar, sıra dışı ve yaratıcı bir cemiyet olan Cacaphony Topluluğu’na girişi olacaktır. Geleneksel kutlamalara ve eğlencelere karşı alternatif eğlenceler ve eylemler düzenleyen bir tür anarşist olarak anılabilecek bu topluluk, Palahniuk’u beklenmedik bir şekilde besleyecek ve ilk kısa hikayesi olan "Project Mayhem"e ("Kargaşa Projesi") ilham verecektir. Söz konusu hikaye üç ay gibi kısa bir süre içinde "Fight Club"a (Dövüş Kulübü) dönüşür. İlk romanı olan "Invisible Monsters"ı ise ‘rahatsız edici içeriği’ gerekçesiyle yayımlatması hiç de kolay olmaz. Pek çok kez reddedilir. Peki, o ne yapar? Her reddedilişinde daha da ‘karanlık’ yazmaya başlar. "Invisible Monsters"ı bastıramasa bile, yayımlanan ilk romanı "Dövüş Kulübü" olur. 1996 yılında yayımlanan roman, özellikle 1999 yılındaki film uyarlamasından ‘bir süre sonra’ büyük ses getirir ve Pacific Nortwest Booksellers Association Award ile Oregon Book Award'a değer bulunur.
 
Palahniuk, pek çok uzmana göre nihilizmin günümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri olarak gösterilse de, o buna şiddetle karşı çıkar. Hatta biraz da kendine has mizahıyla, kendisini romantik bir yazar olarak tanımlar. Bir söyleşisinde gülerek, “Nihilist bir yazar her yıl bir kitap yazacak kadar üretken olabilir mi? Üstelik romanlarıma baktığınızda, 'Dövüş Kulübü' de dahil hemen hepsinin romantik anlamda mutlu sonla bittiğini görürsünüz,” der.
 
Öte yandan "Dövüş Kulübü"nü ve anlatıcı karakterini edebiyat tarihinin en unutulmaz karakterlerinden biri olan Dostoyevski’nin "Yeraltından Notlar"ının kahramanıyla karşılaştırıp, aralarında paralellikler bulanlar da az değildir. "Dövüş Kulübü"nün bir yerinde ise anlatıcı, kendi durumuna örnek olarak "Sybil" romanını ve multikişilikli kahramanını örnek verir. Öykünün sinema versiyonunda ise Marla Singer karakterinin anlatıcıyı, Robert Louis Stevenston'ın "Dr Jekyll ve Mr Hyde" kitabındaki karakterler olmakla itham ettiğine tanık oluruz. Bütün bu referansların ötesinde ise filmin yönetmeni David Fincher, senaryoyu kaleme alırlarken bir büyüme hikayesi olarak "The Graduate" (Mezun) filminden ilham aldığını söyler. Fincher, öykünün merkezindeki ‘babalara ve sisteme karşı duyulan öfke ile asi kayıp kuşak’ fikri için de "Rebel Without a Cause" (Asi Gençlik) filminden ağırlıklı olarak etkilendiğini açıklar. Tüm bunlar öykünün ilham kaynaklarını oluşturur. Bir de öykünün ilham verdikleri var ki, bu alanda özellikle çok çeşitli türde komplo teorisinden geçilmiyor. Bunların içinde en dikkat çekici olanı ise kuşkusuz öykünün film versiyonunun sonunda gördüğümüz yıkılan finans merkezi gökdelenler ile daha sonra meydana gelen 11 Eylül olayları arasında bağ kurmak oluşturuyor...
 
Sıkı eleştiriler
 
Öykünün bizzat içinden doğduğu ya da kendisinin oluşturduğu mitler, efsaneler, söylentiler saymakla bitmez durumda. Üstelik "Dövüş Kulübü" yalnızca bunlardan da ibaret değil. Bu derece kült olması boşuna da değil. Neredeyse her satırının altından başka bir felsefi düşünce, sağlam bir klasik teorinin dramatize edilmiş biçimi ya da bazen sadece günlük hayatın küçük detaylarına dair mizahi dozu yüksek saptamalar çıkıyor. Zaten bu derece sevilmesinin ardında bu acı mizahının ve Palahniuk’un keskin zekasından süzülen ince esprilerinin de rolü büyük. Öte yandan çok sıkı eleştirilerle karşılaştığı da oluyor elbette. Bunlardan en sık rastlananı ise "Dövüş Kulübü"nün yalnızca erkek egemen bir atmosferde geçen ve kadınlardan hoşlanmayan bir dile sahip olması. Bu ifadeler özellikle feminist çevrelerden yükseliyor. Palahniuk’un ise her zamanki kayıtsız tavrıyla buna da cevabı hazır: “Benim tek amacım bir kişinin gerçek potansiyelini keşfedip bulma yolunda, acımasız bir koç tarafından kendi kapasitesinin dışına çıkarılacak denli, sürekli ve sürekli ve sürekli zorlanmasını anlatan bir güç hikayesi yazmaktı. Bunun illa maskülen bir dünyada geçmesi gerekmiyordu. Ama mecburen erkeklerin dünyasında geçen bir hikaye yazdım çünkü bir erkek yazar olarak kadınların dünyasında geçen bir hikaye yazmayı biraz yapay buluyorum.”
Evet, Palahniuk’un kendisinin de söylediği gibi yalnızca "Dövüş Kulübü"nde değil, onun tüm diğer romanlarında da asıl derdi her zaman 'güç' kavramı üzerine yazmak oluyor. Zaten son romanı olan "Bir Haz Markası"nda (Beautiful You) bir tür kadınlar arasında geçen bir dövüş kulübü hikayesi anlattığından, kendine dair gelişmiş olan önyargılara biraz cevap vermiş oluyor.
 
Yalnızca bütün bir jenerasyonu değil kendinden sonra gelenleri de etkilemiş ve toplumu oluşturan sisteme dair yeni sorular sormalarına neden olmuş, bu şiddetli güzellikte ve güçteki öykünün yazarı ne kadar anlatıcı, ne kadar Tyler Durden peki? İpuçları yine hayat hikayesinde... Bir zamanlar kendisi de, kısa da olsa bir süreliğine anlatıcı karakteri gibi beyaz yakalılar arasında çalışmış olan Palahniuk, şehir yaşamından süresiz olarak istifa ettiğinden bu yana Washington’ın kırsalı Vancouver’da sessiz sakin ve bir tür inziva hayatı sürüyor. Ve söylediğine göre romanının geçtiği büyükşehir ortamında yaşayan bir tanıdığı dahi yok artık. Öte yandan 1999 yılında büyük bir kişisel trajediyle sarsılıyor. Babası, birlikte yaşadığı kadının eski kocası tarafından öldürülüyor. Bundan kısa bir süre sonra, 2003’te ise onunla röportaj yapan bir gazeteciye gizli kalması koşuluyla, eşcinsel olduğunu o güne dek ilk kez itiraf ediyor. Sonrasında ise nedense gazetecinin bunu topluma açıklayacağından korkup kendi kişisel web sitesinde hem kendi itirafını hem de gazeteciye yönelik hakaret dolu suçlamalarını yayınlıyor. İşin ilginç yanı gazeteci, yayımladığı röportajda onun bu itirafından hiç bahsetmiyor. Palahniuk da söz konusu yayını geri çekip yerine bir özür metni koyuyor. Tüm bu olan bitenin tek tesellisi ise, nihayet yıllar sonra açık itirafını yapabilmiş olması. Peki, tüm bunlardan biz ne anlıyoruz? Sisteme ve onun babalarına savaş açan kült romanın ve onun cesur söylemlerinin yazarı, belli ki iş kendi hayatına geldiğinde o kadar da cesur değilmiş. Pek çokları ise bir anlamda ‘erkekliğin kitabı’ olarak görülen "Dövüş Kulübü"nün yazarının hayranlarından gelecek tepkilerden çekinmiş olabileceği görüşünde.
 
Başrolde bir baba
 
Ve şimdi yıllar sonra hem "Dövüş Kulübü" hem de yazarı Chuck Palahniuk öykünün devamıyla yeniden karşımızda. Çizgi roman olarak hazırlanan "Dövüş Kulübü 2", 10 ayrı fasikül olarak yayımlanacak. Ülkemizde de Ayrıntı Yayınları, "Dövüş Kulübü 2"nin her sayısını ABD'deki orijinal baskılarla eş zamanlı olarak çıkaracak.
 
Bir devamın geleceği zaten uzun süredir hayranlarının dilindeydi. Yine de bu devamın çizgi roman formunda olacağı pek de kimsenin aklına gelmemişti. Ancak öte yandan, "Dövüş Kulübü"nü yalnızca bir roman olarak değil, ondan da çok bir film olarak sevmiş hayranları için görsel bir yan da içeren bu format kuşkusuz biçilmiş kaftan! Zaten Palahniuk da aynı fikirde. Öykünün devamını çizgi roman şeklinde, çizer Cameron Stewart ile birlikte yazmayı seçmesinin iki ana nedeni olduğunu söylüyor. Bunlardan ilki hem roman hem de filmin farklı sonları nedeniyle farklı bir devama sahip olmaları ve bunun yaratacağı kıyaslama faktörü... İkincisi ise çizgi romanın, filmlerin asla erişemeyeceği bir düzeyde, rahatsız edici ya da zorlayıcı kimi konuları tahammül edilebilir bir düzeyde sunabileceği. Dolayısıyla bu formatın yeterli seviyede gerçek dışılığa da olanak sağlayan bir boyuta sahip olması ve aynı zamanda bir filmin asla ulaşamayacağı görselliğe ulaşmış olması... 
Palahniuk'u bunca yılın ardından yeniden bir devam yazmaya yönelten en önemli faktör ise, "Dövüş Kulübü"nün yıllarca konuşulmuş ve hâlâ konuşuluyor olması. Yani bir anlamda hikaye, adeta devamının yazılması için toplumun alt bilincinde onu zorlamış. Yoksa zorlayan Tyler Durden olmasın?
 
Peki, öykünün devamında neler olacak? Hemen birkaç ipucu verelim. Henüz yayımlanan 10 fasikülün ilkinde, öykü 10 yıl sonrasında başlıyor. Yani kitap kaldığı yerden devam ediyor. Akıl hastanesinde bıraktığımız kahramanımız oradan çıkıyor. Sürekli içtiği ilaçlar sayesinde tutunmayı başardığı hayatında (hayranlarını hayal kırıklığından depresyona sokacak düzeyde) sıradan bir düzene sahip. Görünene göre bir adı bile var: Sebastian! Marla ile evlenmiş, düzenli bir işi ve üstelik çiftin dokuz yaşında bir de oğulları var. Derken her şey Tyler’ın yeniden ‘dirilmesiyle’ karışmaya başlıyor! 
 
Bunlar çizgi romanın ilk fasikülünden öğrendiğimiz ipuçları. Bir de henüz yayımlanmayan, ancak bizzat Palahniuk’un kendisiyle yapılmış röportajlarda açık ettikleri var. Örneğin, Chuck Palahniuk’un kendisinin de bir karakter olarak ilerleyen bölümlerde yer alacağı... En çarpıcısı ise Tyler Durden’ın yalnızca anlatıcının başına musallat olan alter-egosu olmayıp, yüzyıllar boyunca farklı nesillerde çocuklara musallat olan ve nesillerin gelişimini yöneten bir tür ‘musallat ruh’ olabileceği ihtimali... Hikaye bu yönüyle felsefi ve psikolojik ağırlıklı bir sistem eleştirisi olmaktan çıkıp, çağımızın trendi olan korku soslu fantastik hikayelere dönüşüyor. Öte yandan öykünün geçmişle günümüz arasında yaptığı geliş gidişlerle anlatıcı karakterinin geçmişine dair de çok şey keşfedeceğimizi öğreniyoruz. Palahnuiuk "Dövüş Kulübü"nde, baba kavramına yüklendikten sonra devam kitaplarında anlatıcı karakterini bir baba figürü olarak çıkarıyor okurunun karşısına. Bu da yazarın en büyük motivasyonlarından biri olmuş. Bir de müjde gibi ağzından kaçırdığı bir şey var. Belki bir gün "Dövüş Kulübü"nün üçüncü bölümünü de yazabileceği ve bu kez ikinci bölümde daha da artan bir önemle gördüğümüz Marla Singer karakterinin giderek başrolü kapabileceği!