Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » 'Otuz beş'imizin vazgeçilmez şairi
Ekim 2016

'Otuz beş'imizin vazgeçilmez şairi

Bütün hayatını “ilk ve son aşkı” şiir temeli üzerine kurmuş gerçek bir edebiyat emekçisi olan Cahit Sıtkı Tarancı 60 yıl önce bir ekim ayında hayata veda etti. "Otuz Beş Yaş" şiirinin büyük şairini Milliyet Kitap ilavesinin bu ayki sayısında anmak istedik...
ELİF TANRIYAR
 
Yaşamı doğru okumaya başladığınızda onun bir şiir gibi önünüzde açıldığını görürsünüz. Yalnızca insanlar değil mekânlar, evler bile başka türlü dile gelmeye başlar size. Diyarbakır’ın Sur İlçesi, Camii Kebir Mahallesi’nde büyük bir konak var. İklim şartları göz önüne alınarak yazlık, kışlık, baharlık bölümlerinden oluşan, içe dönük, orta avlulu ve çok pencereli evin orta avlusunda, bir de oval bir havuzu yer alıyor. Siyah taşlardan yapılmış, üstü beyaz renkte desenlerle döşenmiş bu göz alıcı ev, onu yöredeki benzerlerinden ayıran önemli bir özelliğe sahip. Bahçesinde dolaşırken karşınıza çıkan büyük heykeli gördüğünüzde bunun nedenini anlıyorsunuz: Burası ülkemizin en önemli şairlerinden Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğup büyüdüğü ev… Peki, şiir bunun neresinde? Tarancı’yı tanıdıkça göreceğiniz gibi evin ruhuna sinmiş ikisinin arasındaki benzerliklerde… Tarancı’nın ruhu kuşkusuz hâlâ burada yaşıyor ve bizimle konuşmayı sürdürüyor.
 
Galatasaray Lisesi'nin armağanları
 
Cahit Sıtkı Tarancı, 2 Ekim 1910’da bu evde doğar. Uzun süre ailesinin konutu olan ev, bir süre trahom hastanesi olarak kullanıldıktan sonra bugünkü haline, yani Tarancı Müzesi’ne dönüştürülecektir. Hali vakti yerinde bir ailenin çocuğudur Tarancı. Ailesi pirinç tüccarıdır ve soyadı kanunu çıktığında da lakapları olan Pirinççioğlu’nu alacakken, o yıl pirinç hasadının kötü olmasına sinirlenen babası tarafından son anda çiftçi anlamına gelen Tarancı adı seçilir. Üç kız ve iki erkek kardeşiyle bu büyük konakta mutlu bir çocukluk geçirir şair. Bu evin ve ruhunun onunkini de şekillendirişini daha sonra, yakın dostu Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplardan öğreniriz. Adeta pelikül renklerinde bir film gibi, bizim de gözümüzün önünde belirir anlattıkları. Gündüzleri bunaltıcı sıcakta eyvanda oturup havuza akan suyun sesini dinlemek, suyun verdiği serinlik duygusuyla sıcağı unutmak, kendi deyişiyle ‘kütür kütür akan su’, çevrede vızıldayan sinekler, dış dünyaya kapalı bir avlu, soylu ve zengin ailenin bolluk içindeki yaşamı… Belli ki alem bir şiir olarak konuşmaya başlamıştır onunla, daha o yıllarda. "Bir havuz kenarında yan yana oturmuşuz; / Bu su bizim gölgemiz, biziz şeffaf ve temiz. / Su sesine uyarak bir şarkı tutturmuşuz; / açılan güller gibi suda gönüllerimiz.”
 
Cahit Sıtkı, Diyarbakır’daki ilköğreniminin ardından ailedeki bir geleneği uygulayarak İstanbul’daki Saint-Joseph Lisesi’ne gönderilir. Dört yıllık bir öğrenim sonunda bu lisenin orta bölümünü bitiren Tarancı, 1928’de bir sınavla Galatasaray Lisesi’nin lise birinci sınıfına yazılır. Galatasaray, ona yaşamı boyunca ayrılmayacağı iki değerli armağan verir. Şiire ilk kez burada başlar ve en yakın dostu Ziya Osman Saba ile tanışır.
 
Lamartine ve Baudelaire'i keşfetmesi
 
Saba, "Ziya’ya Mektuplar"ın giriş yazısında arkadaşını şöyle anlatır: “Esmer, arkaya taranmış, siyaha çalar saçlı, ince dudaklı, üst dudağıyla ufak burnunun arası biraz fazla açık, kulakları kabarık, alnı darca, bütün güzelliği, koyu kestane, Moğolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü manasında toplanmış, ufak tefek, temiz giyimli, çoğumuzun aksine, kravatlı bir gençti. Hâlinde, duruşunda bir azim okunuyor; tipi, sol yanağındaki Diyarbakır çıbanının irice izi, onun, hiç değilse İstanbullu olmadığını söylüyordu.”
 
Şair, Galatasaray Lisesi’ne geldiğinde 18 yaşındadır ve yaşıtlarının çoğu gibi şiire ilgi duyup, yazmaya başlar. Giderek bu öylesine bir tutkuya dönüşür ki diğer derslere olan ilgisi neredeyse tamamen azalır. İlk şiiri, lise son sınıfta iken, 1930-31 ders yılında Muhit dergisinde yayımlanır. Aynı dönemde Serveti Fünun ile Galatasaray Lisesi’nin Akademi ve Galatasaray adlı dergilerinde de şiirleri basılmaya başlar. “İmzamı Servet-i Fünun’un sütunlarında gördüğüm gün, yirmi dört yıllık hayatımda bir eşini bir daha bilemeyeceğim bir sevinç içindeydim,” der şair.
 
Tarancı edebiyata ve şiire nasıl başladığını ve hangi şairlerden etkilendiğini ise şöyle anlatır: “O zaman Fransız okulundaydım. Annemden uzak bulunmam, okuldaki yabancı ve sıkıntılı hava zaten hastalıklı olan ruhumu büsbütün karartmıştı. Anneme yazdığım uzun mektuplarda bu karanlıkları, biraz da sınıfta okuduğumuz edebi parçalardan esinlenerek, parlak sözcükler, göz kamaştırıcı benzetmeler ve süslü cümlelerle anlatmaya çalışıyordum. Corneille’i, Racine’i, Moliere’i sınıfta okuyorduk. Romantikleri de kendi kendime, okul kitaplığından aldığım kitaplardan izliyordum. Lamartine’in bütün şiirlerini ezberliyor, teneffüshanede arkadaşlarım voleybol, basketbol oynarlarken, ağaçların gölgesine çekilerek kendi kendime okuyordum. Bendeki Lamartine sevgisi, Galatasaray onuncu sınıfına kadar sürdü. Orada Baudelaire’i keşfettim, daldım ‘Elem Çiçekleri’nin sonsuz bahçesine: Baudelaire’i okuyuncaya kadar Lamartine etkisinde birkaç manzume karalamıştım. Fakat Baudelaire’i okuduktan sonra düşünüşüm, duyuşum, görüşüm değişti. Baudelaire bana suyun dibine inmeyi öğretti. Onu okuduktan sonra, şiir yazmak benim için soluk almak, yemek, içmek kadar doğal bir yaşam eylemi oldu.”
 
Güzelin peşinde
 
1931’de liseyi bitirir, o günkü adı Mekteb-i Mülkiye olan bugünkü Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girer. Bu okulda iki yıl kaldıktan sonra ayrılır. Bu yıllarda kendini tümüyle şiire vermiş, lisede başladığı sigara alışkanlığına içkiyi de eklemiştir. “Hayatı daha kesif yapmak için” şiir adına ve uğruna içerken, sevda konuları da onu bir hayli etkilemektedir. "Beşiktaşlı" diye andığı bir sevgilisinden ara sıra söz eder. Yakın dostu Saba, “Kendinden yaş yaş küçük kızların peşinde, benliğinin yarısı sanki daima sarhoş yaşadı,” der. Ona göre bunun nedeni kendisini çirkin bulmasıdır. Zaten Tarancı da dostuna yazdığı bir mektupta bu kompleksinden bizzat bahsedecek ve şöyle diyecektir; “Şimdi sana bir itirafta bulunabilirim: Biçim sorununa bu kadar takılıp kalmam, onun gerçek niteliğini araştırma yolunda bu kadar çalışmam, fizik çirkinliğimin ürünüdür. İnsan, yoksun olduğu şeyin değerini ve anlamını daha iyi anlayabiliyor.” Bu çirkinlik meselesi yaşamı boyunca onun hem en büyük meselelerinden biri olduğu gibi, gerek sanatı gerekse de özel hayatında daima güzelin peşine düşmesindeki ana unsuru oluşturacaktır.
 
“Aynam, aynam bana bir devle cüce/ Halinde gösterir içimle dışımı./ Bu müthiş tezadı duyup düşündükçe./ Nasıl zaptedeyim ben haykırışımı!”
 
İlk şiir kitabı olan "Ömrümde Sükut", 1933’te yayımlanır. Aynı yıl okuldan ayrılıp, Diyarbakır’a gider. Burada tembellikten ve sıcaktan yakındığı mektuplar yazar. Ama asıl derdi her zamanki gibi şiir üzerine düşünmektir. 1935’te tekrar İstanbul’a gelir ve bu kez de Yüksek Ticaret Okulu’na başlar. Bir pansiyonda kalmaktadır ve aile baskısından uzakta, özgürdür. Ancak babasının mali durumu o sıralarda sıkıntılı olduğundan kendisine bir iş arar. Sümerbank’a girse de memurluk onu sıkar. Aklı fikri dışardaki özgürlüktedir. Bir yandan da Cumhuriyet gazetesinde öyküleri yayımlanmaya başlar. İşteki ilgisizliği nedeniyle Sümerbank’a bağlı Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları'na atansa da, bu görevi kabul etmeyerek işten ayrılır ve artık yalnızca yayımlanan öykülerinin ücretiyle geçinmeye karar verir. Ancak 1937 yılında yeniden iş aramak zorunda kalır. Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başlar ve burada kendisini sevdirir de. Bu ortam ona bambaşka bir dünyanın kapılarını açacak ve kendisini Paris’te bulacaktır.
 
Bisiklet üstünde kaçış
 
Oradaki yıllarını Muzaffer Uyguner şöyle anlatıyor: “1938 sonlarında Paris’e hareket eder. Orada, hem Sciences Politiques’e (Siyaset Bilimi) devam eder, hem de Cumhuriyet gazetesine öykü ve yazılar gönderir. Bir yandan da Paris Radyosu Türkçe Yayınlar servisinde sunuculuk görevini alır. Paris’ten Saba’ya yazdığı mektupların birinde, yaşamını, mutluluğunu ve öğrenci olarak bulunan Oktay Rifat ile birlikte hoş günler geçirdiğini anlatır. Avrupa’yı tanımaya başladığına değinir. Ama o sırada Alman orduları da sağa sola saldırmaya başlamıştır. Fransa da savaşa girer. Tarancı da, 13 Haziran 1940 günü, bulabildiği bir bisiklete atlayarak Paris’ten kaçar. Çünkü o gün Paris bombalanmaktadır. Périguex’den 23 Temmuz 1940’ta Fransızca yazdığı bir kartta durumu açıklar. Fransa yollarında, bombardımanlar altında, olanca hızıyla bisikletini sürerek 10 gün yol almış ve Bordeaux kentine gelebilmiştir. Orada büyükelçi ile öğrenci müfettişini bulur. Sonunda Fransa’nın, İsviçre yakınlarındaki Lyon kentine gider. Türkiye’nin yaptığı anlaşma sayesinde bütün öğrencilerin yurda dönmeleri sağlanır. Lyon’dan Cenevre’ye ulaşır. Bu kentlerde 15-20 gün kalan Tarancı, şiir çalışmalarını sürdürür ve içinde bulunduğu ortamın tedirgin, kararsız, korkulu izlenimlerini, yaşantılarını şiirlerinde yansıtmaya yönelir. 1940’ın eylül ve ekiminde Cenevre’dedir. Oradan yazdığı mektuplarda, rahat günler geçirdiği anlaşılmakta, şiirler yazdığına ilişkin satırlar bulunmaktadır.”
 
Türkiye’ye dönüşünde askerliğin yolunu tutar. Terhis tarihi olan Ekim 1943’e dek Edremit’te olacak ve unutulmaz "Abbas" şiiri ve öyküsünü burada tanıdığı Abbas adlı emiriyle yaşadıklarından yola çıkarak yazacaktır. Bu arada askerliği sırasında dahi içki tutkusundan vazgeçmez. Öte yandan şiir yazman açısından da en verimli dönemidir: “Haydi Abbas, vakit tamam; / Akşam diyordun işte oldu akşam. / Kur bakalım çilingir soframızı; / Dinsin artık bu kalp ağrısı.”
Onun askerden terhis olduğu dönemde ailesi de Diyarbakır’dan gelip İstanbul’a yerleşmişir. Firuzağa’da kiraladıkları bir evde yaşarlar. Cahit Sıtkı da babasının işlerine yardım etmeye başlar. Ancak içki tutkusu yüzünden yaşadıkları tartışmalar nedeniyle, evden ayrılıp bir pansiyonda hayatını sürdürmeye karar verir. Bu alışkanlığı yüzünden babasıyla arası giderek açılacak ve huzuru başka bir kentte aramaya karar verecektir. Ankara’ya gider ve Anadolu Ajansı’nda çevirmenlik görevine başlar. Kendisine sanatçılardan oluşan yeni bir dost çevresi de edinir. Ancak içki alışkanlığı burada da sürer: “Besbelli bu kadeh senden yadigar ey Cem; / Elimizde garip garip parıldar ey Cem, / Vermiyor amma sana verdiği neşeyi; / Nerde senin dem sürdüğün zamanlar ey Cem?”
 
"Otuz Beş Yaş" şairi
 
Bir süre ajansta çalışan Tarancı, daha sonra Toprak Mahsulleri Ofisi'nde bir göreve geçer. İşi pek sevmediğinden, yeni kurulmakta olan Çalışma Bakanlığı'nda çevirmenliğe atanır. Bu bakanlıkta uzun süre çalışsa da hastalığı nedeniyle çalışmaları giderek aksamaya başlayacaktır. Yine de belki de hayatının en güzel dönemini burada geçirdiği yıllarda yaşayacaktır. CHP’nin açtığı şiir yarışmasında "Otuz Beş Yaş" şiiriyle birincilik ödül kazanır. Ama asıl saadet dönemi çalıştığı bakanlıkta tanıştığı bir kıza âşık olmasıyla başlar. Uğruna nice şiirler yazdığı Cavidan Tınaz ile 4 Temmuz 1951’de evlenirler: “Yaş otuz beş! / Yolun yarısı eder. / Dante gibi ortasındayız ömrün. / Delikanlı çağımızdaki cevher, / Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, / Gözünün yaşına bakmadan gider.”
 
Şair artık yeni bir yaşama başlamıştır. Eşinin sayesinde içkiyi azaltır ve artık meyhaneler yerine evinin yolunu tutmaya başlar. Karısına olan aşkı onu bambaşka biri yapmış, evine bir hayli bağlamıştır. Bu havayla bambaşka şiirler de yazmaya başlar. Bu şiirleri "Düşten Güzel" başlığı altında yayımlanır. Artık yaşamı her anlamda daha olumlu bir şekilde değişmiştir. Hiç olmadığı kadar mutlu biridir o artık. Ve tabii ki bu hâli şiirlerine de yansıyacaktır! Bu mutluluğu şu dizelerine de yansır: “İlktir baharın gönlümce geldiği / İlktir hem sarhoş hem ayık olduğum / Bir gerçek içindeyim düşten güzel / Sevdiğim gülüyor yanıbaşımda”
 
Ancak bu saadet dönemi maalesef kısa sürer. 1953 yılının aralık ayı sonlarında bir hastalık belirtisi çıkar. Kalbinden rahatsızlanan şair, bir süre sonra bütün vücudunu etkileyen bir felç geçirir. O güzel kelimelerin üstadı artık konuşamamaktadır bile. Önce İstanbul’a gidilir. Burada iyileşemeyeceği anlaşılınca, bakımı için Diyarbakır’daki baba evine götürülmesine karar verilir. Yeniden, doğduğu evde ve doğup büyüdüğü yere dönmüştür. Bir yıl kadar burada kaldıktan sonra, yeni bir tedavi için bir kez daha Ankara’ya götürülür. Zaman içinde yavaş yavaş yürür, az da olsa konuşup anlamaya başlar. Nihayetinde tedavisinin devamı için Viyana’ya gidilmeye karar verilir. Ancak oradaki tedavisi sırasında zatülcenpten, 12 Ekim 1956 günü yaşamı son bulur. 26 Ekim 1956’da Ankara’da toprağa verilir. Sanki erken gidişini tahmin edercesine yıllar önce şu dizeleri yazar:
 
“Orhan gibi vaktinde gitmek varken / Değer mi oyalanmana / Rakıdan tütünden beter alışık / 
Olduğumuz korkunç güzel bir şey var / Tutmuş bırakmaz bizi bir sıkımlık / Canımız çıkana kadar.”
 
Diyarbakır'daki ev gibi
 
İşin ilginç yanı bu büyük şair, son derece kısa yaşamını adeta erken gelecek ölümünü hissederek, onun gölgesinde yaşamış ve daha ilk şiirlerinden başlayarak hep ölümü anmıştır. Ömrün yarısı diye içlendiği 35 yaşından kısa bir süre sonra ölmesi dahi hüzünlüdür. Yalnızlık ve ölüm duygusunun peşini bırakmadığı şair, bir de çirkinlik kompleksiyle boğuştuğu için çareyi içki kadehlerinde kaçmakta bulmuş, bu da maalesef onun erken ölümünü hazırlamıştır. Sabahattin Kudret Aksal’ın dediği gibi Tarancı, “Yaşaması bir kadehin karşısında şiir düşünmek, şiir söylemek, şiirden konuşmakla” geçmiştir.
 
Ahmet Hamdi Tanpınar ise onu şöyle anımsar: “Cahit, hiçbir günahın kirletemeyeceği yaratılışta insanlardandı. Onun için düşmüş bir melek gibi yerini yadırgayarak yaşadı ve bizim görmediğimiz kanatlarından tutuşarak öldü. (...) Daha o gece Cahit’in alkole bizden çok başka türlü, bir çeşit ihtiyaçla gittiğini gördüm. Sanki içindeki başka birinin susuzluğunu gideriyordu. Cahit Sıtkı’da içine gömülü bir taraf vardı. Şiirimize asıl getirdiği de bu tarafıydı. Onun eseri Türkçede bütün bir mahremiyet havasıdır. Şu şartla ki, Cahit bu 'intinmisme'yi (samimiyet) bütün insanlığa doğru genişletmesini bilmişti. Cahit’in şiiri, ölümden hayata doğru genişler. Belki de santimantal yaradılışı, yahut da başka sebepler onu bu san’atın asıl kaynağı olan o atavik duyguya, her düşüncede türlü nikaplara bürünen büyük ve aslî korkuya götürüyordu. İnsan zihninin hâllerini kozmik dramla birleştirmeğe çalıştığı ilk devirlerde bile gece bir sebep değil, belki bir neticedir bu sezilir. Daha sonraki şiirlerinde: ‘Öldük, ölümden bir şeyler umarak,’ diyen şâir, kuş, yaprak, çiçek, mevsimler, bütün lezzetler, insan sevgisi ve dost bağlılığı, kadın sevgisi, kendi yalnızlığı  bu izahı güç, şâir yalnızlığı bütün etrafı, masası, penceresi, her şeyi, hepsini çok kesif bir yaşama aşkının evvelden kazanılmış bir zaferle şeffaf kıldığı bir perdenin öbür tarafından ve araya koymağı çok iyi bildiği bir fâsıladan bize gönderdi.”
 
Yazının başında söz ettiğimiz gibi, şairin hayatı da tıpkı Diyarbakır’daki o büyük eve benzeyecektir. Ömrü kısa olsa da, evin dört tarafında ayrı ayarı yaşanan dört mevsimin tüm renklerini sığdırır yaşamına. O dört mevsimi, kendine özgü bir sırayla yaşasa da... Çocukluğu ve ilk gençliği, ilkbaharın coşkusunu taşır. Sonbaharın hüznü ise daha ömrünün baharında sinmeye başlar. "Otuz Beş Yaş"ın ağırlığını zamanından önce gelen bir sonbahar gibi taşır. Ne var ki yaz, hiç beklemediği bir şekilde yaşamının son dönemlerinde ona uğrayacak, hep kısa süren o yaz ikindileri misali ömrüne huzur ve mutluluk katacaktır. Ömrünün kışı ise felçli yatağında pek çok ömre kıyasla daha çetin geçer. Aynı o ev gibi siyah taşlarla örülmüş bir yaşamdır bu bir açıdan, ama evin üstündeki beyaz desenler misali incelikler ve güzelliklerle yaşanmıştır. İçe dönük bir avludur o, yani her daim kendi ıssızlığının kuytusunda yaşanan. Ancak büyük pencerelerle bezeli yani her daim insanlara, yaşamın heyecanlarına ve neşesine de açık... Ve aynı onun gibi görkemli... Ve her şeyden öte tıpkı o avludaki fıskiyeli havuz gibidir. Her daim bir hayal aleminde yaşanan, bir an var bir an yok olan... 
Şimdi o büyük şair yok, ama o büyük ev, aynı ruhu giyinmiş gibi, sessizce anısını yaşatıyor, onun tanıklığını yapıyor hâlâ. Şairse o hep gizemini sürdüğü bilinmeyen aleme gideli çok oldu. Geride hepsini "Ömrümde Sükut", "Otuz Beş Yaş" ve "Düşten Güzel" kitaplarında topladığı çok sayıda şiir ile daha sonra "Gün Eksilmesin Penceremden" adlı kitapta bir araya getirilecek hikayeler de bırakarak...
 
"İnsanoğlundan beklediğim her şeyi şiirden bekliyorum"
 
Meselelerini genel olarak yalnızlık, ölüm, yaşama sevinci, sevda, içki ve içki alemleri ile hatıralar gibi temalar etrafında şekillendiren, Cahit Sıtkı’ya göre şiir; “Kelimeler ile güzel şekiller kurma sanatıdır”. Düşüncelerini, “Şiirle hayat arasındaki bu sıkı ilişkiye inandığım içindir ki, şiiri hiçbir zaman bir düşüncenin kanıtlanması, bir davanın savunulması, bir felsefe sisteminin sunulması olarak düşünmedim,” diyerek özetler. Sanatın toplum için değil, sanat için yapılmasını savunur ve şiir anlayışını bunun üzerine kurar. “Şiir yalnız duymakla, parlak imgeler bulmakla değil, dil ve sözcükler konusundaki bu bilgilerle, bu sevgilerle, bu dikkatlerle yazılabilir. Şairden beklediğimiz bu davranıştır. ...) Yeter ki her şeyden önce şiir yazdığını bir saniye hatırından çıkarmasın,” diyen şair, “Şu var ki, sözcükleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek gerek. Hangi sözcük hangi sözcükle yan yana geldiğinde nasıl bir ışık belirir? Bunu bilmek gerek. Mallarmé’nin ‘Şiir, sözcükler dinidir,’ demesi bundandır,” diye de ekleyecektir.
 
Daha erken yaşlarda ise kendine bir ilke benimsemiştir. “Jean Cassou’nun ‘Şiir ne yapabilir demek, insanoğlu ne yapabilir, demeye gelir,’ sözünü kendime ilke edinmişimdir. İnsanoğlundan beklediğim her şeyi şiirden bekliyorum,” diyerek açıklar bunu. Kuşakdaşı olmasına rağmen yedi meşalecilerin içinde değildir. Ama onların poetikasını en iyi uygulayan şair olmuştur. Yani herhangi bir ekole dahil olmadan da o düşünceyi iyi uygulamasını bilir. Sade bir dille, anlaşılır şekilde yazdığı şiirleriyle kendisine ait bir söylem belirler. İçinden taşan ateşi de saklamadan... “Şiir bir çığlıktır, bir ilan-ı aşktır, sallanan bir yumruktur, bir umuttur, bir kurtuluştur” der ve düşüncelerini şöyle özetler: “Şiir bir deyiştir, sözcüklerle güzel biçimleri kurmak sanatıdır. Şair de bu sanatı bilen adamdır.”
 
Hikayeciliği ve hikayelerindeki evren
 
Öte yandan onun hikayeciliği de edebiyatımızda özel bir yere sahiptir. M. Sadık Aslankara, onun hikayeciliğini şöyle anlatıyor: “Şairliği, Cahit Sıtkı’nın öyküleri üzerine çok olumlu katkılarda bulunmuş ama aynı zamanda sürekli gölgelemiş de öykücülüğünü. Yine de onun öykülerini okurken şairle değil bir öykücüyle karşılaştığımız kanısındayım ben. Kaldı ki Cahit Sıtkı’nın kendisi de şairliğinin değil, öykücülüğünün dikkate alınmasını istemiş olsa gerek söz konusu ürünlerinde. Çünkü kurduğu evrende sürekli dramatik bütünlük aramaya girişmesi, üstelik öykülerin alımlanmasını kolaylaştırmak üzere bunu enikonu serüven duygusuyla, kışkırtıcı merak dürtüsüyle desteklemesi, kimi öykülerinde duygu şaşırtmacası verdirmesi öykücü yanını şairliğinden ayırdığını kanıtlayan önemli birer gösteren. (...) Cahit Sıtkı’nın öykülerindeki evren öznel, aynı zamanda kapalı bir evren. Şaşılacak bir yan, ama Cahit Sıtkı da tıpkı Sait Faik gibi, Orhan Kemal gibi, onların özgün izleyicisi Oktay Akbal gibi hem öznel hem kapalı bir evrene dayandırıyor öykülerini. Bunu, özöyküsel anlatımla kurduğu benanlatıcılı öykülerinde somut biçimde görüyoruz. Üstelik tıpkı onlar gibi Cahit Sıtkı da bir İstanbul öykücüsü.”
 
Cahit Sıtkı öykülerindeki evreni kısaca bu üç temel oluşturur; 1. Memurluk yapılan daire, 2. Gidilen meyhane, 3. İstanbul uzamı (caddeler, tramvaylar, muhallebiciler, sinemalar, vb.) Bu evrendeki benanlatıcı ise tek kişidir. Aynı kendisi gibi anlatıcı da tam bir yalnız ruhtur. Onun öykülerindeki kahramanlar zaman zaman parasızlık çekse de küçük bir memura göre geçim sıkıntısı ya da işsizlik korkusu gibi endişeler de taşımaz. Öte yandan birinci dereceden yalnızlık çeken, bu yalnızlıklarını gidermek için de içkiye sarılan kişilerdir. Bir yandan da bir türlü buluşamadığı sevgilisini arar. ‘Melekler’ ve düşkün kadınlar arasında gider gelir.
 
“Öykücü Cahit Sıtkı’nın, şair Cahit Sıtkı’dan gerek dil, gerekse biçem bağlamında çokça yararlandığı öne sürülebilir,” diyor Aslankara. “Örneğin öykü girişleri de bitirişleri de hep ustaca. Yer yer hayranlık uyandırıcı, görkemli hatta. Anlatıcı onca acısına karşın öyle duyarlı ki, öyküleri insanı çarpıp yere vuran bir içlilikle de at başı gidiyor.”
 
Kendisi de tıpkı anlatıcısı gibidir, hep duyarlı hep içli ama dışarıdan hep kırık bir gülümsemenin ardına saklanan bir gezgin ruh... Çok göz önündeymiş gibi görünse de aslında en derinlerinde saklanan yalnız bir ruh... Onun ruhunun bu bilinmeyen en derin köşelerini ise edebiyatımızın ‘mektup’ türündeki en güzel örneklerinden sayılan en yakın dostu Ziya Osman Saba ile kız kardeşi Nihal’e yazdığı mektuplardan öğreniriz. Daha sonra bu mektuplar iki ayrı kitap olarak yayımlanacaktır.
 
Yine de, her daim hüzünlü de değildir. Yaşam sevinciyle de doludur o... Yalnızca, yaşamı gerçekten okumasını bilenlere özgü bir sezgiyle, anı yaşama sanatının hakkını verdiğini de Saba’ya yazdığı bir mektubundaki, daha sonra yazacağı "Otuz Beş Yaş" şiirini de müjdeleyen, şu satırlardan öğreniriz örneğin: "Ziyacığım, hayatı sevmekle geçiyor ömrüm, az daha gençliğim diyecektim gene de diyebilirim, zira yaş oldu otuz. Desene ki Dante gibi ortasındayız ömrün. Fakat bu an ne güzel! Bu kahve, bu aperatif, karşı masada gülümseyen midinette (hafifmeşrep kadın), annem (görüyorsun ki sıra gözetmeden, rastgele söylüyorum), sen, Beşiktaş'taki vefasız fakat gene de sevgili sevgilim, şiir iştahım ve daha bir sürü nimetler!"
 
Şiir için çarpan bu yürek henüz 46 yaşında durmuş olsa da, onun sözlerini takip edenler için hâlâ sanatına katkıda bulunmayı sürdürüyor. Tıpkı genç şairler için söylediği şu sözlerdeki gibi, bir tür vasiyet misali hâlâ hafızalarda yaşamaya devam ediyor. “Yeni yetişen arkadaşlardan, şiiri kendilerine aşk ve dert edinmelerini, şiirin gizlerini kendi kendilerine keşfetmeye çalışmalarını, kendilerinden önce gelmiş olan şairlerin ne yaptıklarını, şiire neler getirdiklerini, ne gibi güçlükleri nasıl yendiklerini öğrenmeye çaba göstermelerini ve şiirin sabır ve direnme işi olduğunu daima hatırlarında tutmalarını dilerim.”