Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Anti-otobiyografik bir yazar Susan Sontag
Ocak 2023

Anti-otobiyografik bir yazar Susan Sontag

Yazar, düşünür, eleştirmen, yönetmen, insan hakları savunucusu... Fotoğraftan edebiyata, sinemaya, tiyatroya ve siyasete, çok farklı konularda yazdıklarıyla okurlarının dünyaya yaklaşımını ve düşünme biçimlerini değiştiren ve bir önceki cümledeki unvanların hepsini hakkıyla taşıyan Susan Sontag, yaşasaydı 16 Ocak’ta 90 yaşına girecekti. Biz de Milliyet Kitap olarak denemeleriyle, incelemeleriyle, yazdıkları ve ürettikleriyle Sontag’ı hatırlamak istedik.
BÜŞRA UYAR
 
Hiçbir zaman, doğrudan kişisel deneyimlerinden hareketle yazan türden biri olmamıştı. Aslında “Ben bir anti-otobiyografiğim,’ derdi.” (Sigrid Nunez, “Daima Susan”) Bir kere olsun gördüğünüzde, bir daha unutmanızın mümkün olmadığı bir kadın o. Oysa gözünüze takılan her şey çok basit: En bilindik fotoğraflarında yatağında uzanmış ya da binlerce kitaptan oluşan kitaplığının önünde poz vermiş bir kadın. Uzun boy, önden bir tutamı beyaz bırakılmış gür saçlar, çoğunlukla tercih ettiği koyu renk kazaklar, rahat bir pantolon, kısa topuklu botlar, elden düşmeyen bir sigara. Bir çift çok basit göz. Entelektüel bir kadının suretinden aşağı yukarı bekleyeceğiniz her şey var onda. Ama varlığının basitliği bir süreden sonra canınızı acıtacak kadar aklınızı kurcalamaya başlıyor. O çok basit bir çift gözün ve feminen bir şeyler çağrıştırmakta ‘yetersiz’ kalan yüz hatlarının aslında güzelliğe fazlasıyla kafayı takmış olduğunu öğreniyorsunuz. Başparmaklarını blucinin beline geçirerek yürüyen bu kadın, kadınların omuzlarını gasp eden devasa çantalarına bakarken müstehzi, gülümsüyor; hastalığı nedeniyle çektiği acıların ardından insanların ‘abarttığı’ acılara dudak büküyor, mizah yönünün kuvvetli olmamasına içlenirken mizah yönü kuvvetli olmayana dayanamıyor. O, kimselere aldırmıyor, başlamak için her şeyin en yanlış noktasını seçiyor. 
 
YIKILMAYAN SURETİ 
 
Entelektüel uğraşlarla hayatını boyutlandırmaya çalışan bir insanın açıkça kıskanacağı kadar mahir ve zeki. Bugün onu hâlâ muazzam bir yazının epigrafı, çıkış noktası olarak görebiliyorsunuz. Onun (en sevdiği kelimelerden biriyle) öyle kolay ‘yıkılmayan’ sureti insanı inaçı, kolay kolay eyvallah demeyen bir yaratıcılığa itiyor. Düzyazıda ve sinemada tiyatroda, roman ve öykülerinde hisstirmek istediği her zerre için çalışan bir kadın o: Bir yazar, yönetmen, senarist, oyun yazarı, insan hakları aktivisti, anne:   O, Susan Sontag.
 
Susan Sontag 1933 yılının ocak ayın da, New York’ta dünyaya geldi. Mildred ve Jack Rosenblatt çiftinin büyük kızıydı, yıllar sonra kız kardeşi Judith dünyaya gelecekti. Babası Çin’de bir kürk tüccarıy dı ve veremden dolayı hayatını kaybettiğinde Susan yalnızca beş yaşındaydı. Annesi babasının yokluğunu birkaç ay boyunca “Henüz dönülmemiş bir Çin yolculuğu” olarak geçiştirmiş ve en sonunda gerçeği bir anda söyleyivermişti. Bu, küçük Susan’ın ilk astım krizini geçirmesine neden olacaktı.
Susan, Judith ve anne Mildred Susan’ın sağlığı için kısa bir süreliğine Miami’ye sonra Tucson’a ve en nihayetinde Kaliforniya’ya annesi 1945 yılında Hava Kuvvetleri’nde yüzbaşı olan Nathan Sontag ile evlendikten sonra Susan da soyadını bu evlilikten alacaktı.
 
HEP YALNIZ
 
Entelektüellerin olmadığı bir aile. Sontag, politikaya ilgi duyan hevesli bir okur ve çok başarılı bir öğrenci olsa da annesi onunla gurur duymuyordu. Sigrid Nunez’in nefis biyografisi “Daima Susan”da, Sontag’a ‘hiç sevgi göstermeyen, yetenekli kızını hiç yüreklendirmeyen, yetenekli bir kızı olduğunu bile fark etmemiş görünen soğuk, bencil, narsist, zalim bir kadın’ olarak anılıyor Mildred Sontag: “Eve mükemmel karneler getirirdim, tek kelime etmeden onları imzalardı. Beni hiç övmedi, eğitimimle de zerre kadar ilgilenmedi.”
 
Annesine büyük, dolaysız bir öfke duyan, üvey babası ve kız kardeşiyle de yapıcı bir yakınlığa sahip olmayan Sontag, yalnızdı. Liseden 15 yaşında mezun oldu ve Berkeley’deki California Üniversitesi’nde başladığı akademik yolculuğuna felsefe, antik tarih ve edebiyat üzerine çalışmalarda bulunduğu Chicago Üniversitesi’nde devam etti. Burada akademisyen Philip Rieff ile tanıştı ve iki haftanın ardından evlenen ikilinin David adında bir oğulları oldu.
 
BİR TÜR HAPİS: ÇOCUK
 
Sontag için çocukluk bir çeşit ‘hapis’ haliydi, hızlıca geçmesi ve nostaljiye boğulmaması gerekiyordu. Dolayısıyla David’i de hapsedemezdi. David’in ona anne demesini istemedi (Philip de hiçbir zaman baba olmayacaktı), küçüklüğünde onunla ‘bebekçe’ konuşmamaktan büyük gurur duydu, bebekliğinde her ağladığında onu kucağına almadı ve David’in bunu anladığından emindi. Yıllar sonra bakıldığında David ve Susan aynı evi, tamtakır buzdolabında bazen bir kutu kremalı mantar çorbasını, bir paket domuz pastırmasını ya da koca bir paket cipsi paylaşan iki yakın arkadaştı. Ve David’i dünyaya getirmek, Sontag’ın hayatta aldığı en doğru karardı, daha fazla çocuk yapmamış olmasını en büyük pişmanlığı olarak adlandıracaktı.
 
Yazının tamamını Milliyet Kitap’ta bulabilirsiniz…