Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Bir "Büyülü Dağ" Thomas Mann
Ağustos 2015

Bir "Büyülü Dağ" Thomas Mann

20 YY.'ın en büyük Alman yazarlarından Thomas Mann, bundan tam 60 yıl önce; ülkesinden uzakta, takdir ve aşağılanmanın gelgitleri arasında hayatını kaybetti. Biz de Milliyet Kitap eki olarak yazarı, ölümünün 60. yılında analım istedik
ELİF TANRIYAR
 
"Neden böyle acayibim? Neden herkesle savaşım durumundayım? Neden öğretmenlerle aram açık ve başka çocukların yanında yabancıyım? Bir de şu iyi ve sıradan durumlarını sağlamca koruyan orta düzeyde öğrencilere bakın. Bunları öğretmenleri gülünç bulmuyor; onlar şiir yazmıyorlar, yalnızca herkesin düşündüğü ve yüksek sesle söyleyebileceği şeyleri düşünüyor ve söylüyorlar. Bunlar, ne kadar kaygısız, herkesle ve her şeyle araları iyi olarak yaşamaktalar! Bu iyi bir şey olsa gerek... Fakat benim neyim var?"
 
Bu sözler Thomas Mann’ın ilk dönem eserlerinden "Tonio Kröger"den bir alıntı. Hassas ve son derece duyarlı Tonio Kröger, kendini daha çocuk yaşlardan itibaren toplumun diğer bireylerinden farklı hissediyor, bunun nedenlerini tam bir bilinçle anlayamasa da seziyor ve hayatı boyunca bu ‘acayipliğini’ bir ‘ayrıcalıklı lanet’ gibi ruhunda taşıyacağını da içten içe biliyordu. Görünürde bir hikaye kahramanı olsa da Tonio Kröger, Thomas Mann’ın ta kendisiydi aslında...
 
Paul Thomas Mann 6 Haziran 1875’te doğduğunda, Almanya Lübeckli bir ailede ayrıcalıklı bir hayata gözlerini açtı. Baba Thomas Johann Mann, yörenin en zengin tahıl tüccarlarından biriydi ve iki yıl içinde de şehir senatosuna seçilecekti. Mann, kendi sözleriyle anne babasını, “Babam birkaç nesildir burada yaşayan köklü bir Lübeckliydi, fakat annem Julia Mann da Silva Bruhns hayatın ilk ışığını, plantasyon sahibi bir Alman baba ile Portekiz-Brezilyalı bir annenin kızı olarak Rio de Janeiro’da görmüştü,” diye anlatmıştı. Ailesinin bu ‘iki dünyalı’ yapısı Mann’ın ‘ayrıcalıklı lanetini’ meydana getiren yapıydı. Mann hayatı boyunca kendini hep bu iki kutuplu dünyada; ikisine de tam olarak ait hissedemeden, ikisine de hem hayran hem de mesafeli olarak geçirdi. Babasının dünyasını temsil eden katı ahlakçı, disiplinli ve düzen sever burjuva yaşam tarzı ile, müzik âşığı annesinin dünyasını temsil eden duygusal; güzelliklerin ve yaratıcı sanatın âşığı, özgürlükçü bohem yaşam... Thomas Mann, hayatı boyunca bu ikisi arasında bocalayacak, ruhunun sanatçı hezeyanlarını onaylamayan burjuva ahlakçı yanıyla savaşmak zorunda kalacaktı.
 
İlk romanın nüveleri
 
O ilk yıllarda ise, kendi deyişiyle mutlu bir çocukluk geçirdi. Beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdu. Kendinden birkaç yaş büyük ağabeyi Heinrich de birkaç yıl sonra onun gibi saygın bir yazar olacaktı. Ancak özellikle ilk yıllarda kesin fikir ayrılıklarına düştüklerinden, neredeyse kopma noktasına gelecek kadar yoğun tartışmalarla geçen bir ilişki sürdüreceklerdi. Zaman içinde olgunlaşıp birbirlerini farklılıklarıyla da takdir etmeyi öğrenmeyi başardılar.
 
Babasının işini devralacağı düşüncesiyle Thomas'ın iyi bir eğitimden geçmesi hedeflendi. Ancak okulla arası iyi değildi ve ondan bir konuda bir şey yapması istenildiğinde kesin bir direnmeye giren, tuhaf bir karaktere sahipti. Babası genç sayılacak bir yaşta, Thomas daha 15 yaşındayken ölünce tüm aileyle birlikte Thomas’ın da kaderi kesin bir şekilde değişecekti. Ailenin tüm mal varlığı paraya dönüştürüdü ve babanın yaptığı iş feshedildi. Böylece Thomas ve abisi Heinrich, bundan sonra yalnızca yazarlık yaparak geçinebilecekleri bir gelire sahip oldular. Bu durum Thomas'a maddi olduğu kadar, babasının sağlığında bastırmak zorunda kaldığı artistik gereksinimlerini yerine getirmek için manevi bir özgürlük de sağlayacaktı. Anne ise, ailenin küçük çocuklarını da yanına alarak Münih’e taşındı. Thomas, okulu bitene kadar Lübeck’te kalmak zorunda olsa da, zar zor tamamladığı eğitiminin ardından o da soluğu Münih’te aldı ve burada kısa bir süre boyunca babasının bir arkadaşının sigorta şirketinde çalıştı. Kendi hayatını özetlediği notlarında o dönemi şöyle anlatacaktı: “Tuhaf bir dönem. Enfiye çeken memurlar arasında bordroları kopyalıyor ve bu arada gizli gizli eğik yazı masamda ilk hikayem olan ve ilk edebiyat başarımı sağlayan aşk hikayesi ‘Gefallen’i (Fallen) yazıyordum. M. G. Conrad’ın, daha öğrenciyken bir şiirimi yayımladığı sosyalist ve natüralist tartışma dergisi Gesellschaft’ta yayımlanıp gençlerin hoşuna gitmesi bir yana, bu hikaye Richard Dehmel’den samimi ve yüreklendirici bir mektup almama da vesile oldu.”
 
Dört ayın ardından ise Mann gazetecilik yapma hevesiyle çalıştığı şirketten ayrılıp kendisini bu konuda yetiştirmek üzere Münih Yüksek Okulu'na gitti ve burada tarihten ekonomiye, sanattan edebiyat tarihine dek pek çok konuda kendini geliştirecek dersler aldı. "Gefallen"in yayımlanmasının ardından, birkaç yıl boyunca editörlüğünü abisi Heinrich’in yaptığı başka kısa hikayeleri de periyodik olarak basıldı. İlk hikayesi ona ayrıca prestijli Fischer Yayınevi'nin de kapılarını açacaktı. İki kardeş ise o yıllarda yalnızca birlikte çalışmakla kalmadı, seyahat de etti. Thomas, bir yılını abisinin daveti üzerine onunla birlikte İtalya’da geçirdi. O avarelikle geçen İtalya’daki güzel yıl boyunca ilk romanının nüvelerini de oluşturmaya başladı.
 
Sanat, müzik, felsefe ve edebiyat
 
1900 yılının Mayıs ayında ilk romanı "Buddenbrooklar"ı tamamlamasından kısa bir süre sonra askerliğe çağrıldı, ancak bacak tendonlarındaki hafif bir rahatsızlığa, onu tetkik eden askeri doktorun yazılarına duyduğu hayranlık da eklenince, sağlık nedenleriyle askerlikten men edildi. Ertesi yıl ise nihayet ilk romanı ve çoğu kişi için başyapıtı olan "Buddenbrooklar" iki cilt halinde yayımlandı. Bu roman öylesine büyük bir ses getirdi ki, yalnızca bir yıl içinde bir milyon adet sattı. Ve yıllar sonra Nobel Edebiyat Ödülü'nü almasında da büyük rol oynadı.
 
"Buddenbrooklar" bir ilk roman olmasına rağmen kusursuzdu ve çoğu uzman tarafından da Mann’ın daha en baştan, yetkin bir yazar olduğunun kanıtı olarak gösteriliyordu. Romanın bir diğer özelliği de, çoğu ilk roman gibi yazarın kendi ailesinin öyküsüne dayanmasıydı. Alman edebiyatının bildungsroman türünün en güzel örneklerinden biri olarak görülen "Buddenbrooklar", geçtiğimiz yüzyılın da başta gelen en önemli romanları arasında haklı bir şekilde yer aldı. Kısaca Mann’larınkine benzer zengin ve köklü bir burjuva ailenin yükseliş ve çöküş öyküsünü üç nesil boyunca anlatan roman, Mann’ın tüm yazın hayatı boyunca etrafında dönüp duracağı belli başlı tüm temaları da içeriyordu. Kitap yalnızca geri planda dönemin tarihsel fonunun da yer aldığı detaylı bir aile öyküsü değildi, aynı zamanda özellikle Schopenhauer’in düşüncelerinin irdelendiği felsefi, Wagner ve müziğinden bahsedildiği sanatsal pek çok leitmotife de sahipti. Esasen, bunlar Mann’ın hayatı boyunca etrafında dolaşacağı izleklerdi.
 
Özellikle ilk gençlik yıllarında etkisinde kaldığı Schopenhauer, Nietzsche ve Wagner’in yanı sıra Goethe, Tolstoy ve Dostoyevski'den etkilendiği biliniyordu.
 
Eşcinsellik teması
 
"Buddenbrooklar"ın kısa zamanda eriştiği başarı sonrasında okurlar ondan benzer eserler beklese de, Mann hep farklı olanı denemenin peşinde koştu. Ve 1903 yılında ondan beklenen bir roman yerine, içlerinde "Tonio Kröger"in de olduğu öykülerini "Tristan" adıyla yayımladı. "Tonio Kröger", yazının başında da bahsettiğimiz gibi yoğun otobiyografik özellikler taşıyordu ve bu kez özellikle iki dünya arasında sıkışmış sanatçı kimliğini irdeliyordu yazar. "İki dünya arasındayım. Her ikisinde de rahat edemiyorum. Bu yüzden işim zor,” diyordu Tonio Kröger kitapta (yoksa Thomas Mann mı demeli!). 
Bu öyküde, Thomas Mann'ın bir diğer vazgeçilmez teması olan eşcinsellik de ortaya çıkıyordu. Tonio’nun, arkadaşı Hans’a duyduğu aşk öyküde geniş yer buluyordu. Bu durum, pek çok eleştirmenin de kabul ettiği gibi, Thomas Mann'ın kendi yaşamından bir esinlenmeydi. Mann, eşcinselliğini babasının sağlığı sırasında bastırmaya çalışmış, onun ölümünün ardından ise içindeki ahlakçı burjuva inançları nedeniyle kendi kendisini baskılamaya çalışmış; seçimlerini özgürce yaşayamamış, bununla birlikte eserlerinde çekinmeden işlemişti.
 
Nitekim 1905 yılında zengin bir matematik profesörünün kızı olan Katia ile evlendi ve ondan altı çocuk sahibi oldu. Katia, ömrü boyunca ona büyük bir bağlılık gösterdi ve yazarlık yolunda en büyük destekçisi ve yardımcısı oldu. Büyük oğlu Klaus Mann da kendi gibi başarılı bir yazar olmanın yanı sıra, babasının aksine, seçimlerini özgürce yaşayan bir eşcinseldi. Oğlunun bu durumu, onu içten içe kıskanan babası tarafından onaylanmayacak ve Klaus, yaşamına kendi elleriyle son verecekti. İşin ilginç yanı "Buddenbrooklar"ın yazarının kendi aile öyküsü de beklenmedik skandallar, ölümler, parlak başarılar kadar yıkımlarla da benzer bir paralelliğe sahipti.
 
1909 yılında, çok da beğeni toplamayan ikinci romanı "Majesteleri Kral"ı yayımlamasının ardından, yarım bırakıp ancak ölümünden önce yeniden şekillendirebileceği "Dolandırıcı Felix Krull’un Anıları" üzerinde ilk kez çalışmaya başladı. Aynı yıl kız kardeşi Carla intihar etti.
 
Bütün bu olayların ardından bunalıma giren ve kendisini hasta hisseden Mann, eşiyle birlikte Venedik’te bir tatile çıktı. Bu tatil ise en önemli eserlerinden birinin doğumuna neden olacaktı: "Venedik’te Ölüm"! Mann, "Venedik'te Ölüm" adlı bu uzun öyküsünde, bir kez daha 'sanatçının trajik çıkmazı'nı işledi.
 
Savaşın ortasında yazılan roman
 
Thomas Mann, kendi hayatı başta olmak üzere ilhamını gerçek olaylar ve kişilerden, hatta gazete haberlerinden almasıyla tanındı. "Venedik’te Ölüm" de bu anlamda tipik bir örnekti. Yazar, gerçek hayatta da romanda adı geçen otelde kalmıştı ve burada karşılaştığı aynı yaşlarda Polonyalı bir çocuğun güzelliğinden çok etkilenmiş ve yine aynı şekilde şehirde çıkan kolera salgınından da ürkmüştü. Öte yandan bu novellaya başlamadan önce, aklında Goethe’nin hayatından ve onun 18 yaşındaki bir genç kıza duyduğu tutkunun hikayesinden esinlenerek bir şeyler yazmak vardı. Ancak yola çıkmadan önce, kişisel olarak da tanıdığı ve takdir ettiği besteci Gustav Mahler’in ölümünü haber alınca, bu durumdan çok etkilendi ve öyküsünün ana kahramanı olarak, Mahler’in fiziksel özelliklerini ve kişiliğini taşıyan bir kişiyi yerleştirdi.
 
"Venedik’te Ölüm"ün yayımlandığı 1912 yılının ikinci yarısını Mann, İsviçre Davos’ta bir sanatoryumda tedavi görmekte olan eşini ziyaret ederek geçirdi. Onun bu ziyareti, bu kez ikinci büyük romanı olarak tanımlanan "Büyülü Dağ"ın doğmasına sebep olacaktı. Mann doğanın güzelliği ve yaşam sevinciyle, hastalık ve ölüm arasında; yani iki zıt kutup arasında salınan bu sanatoryum ortamından çok etkilenmiş ve ilhamla dolmuştu. 1913 yılında hemen romanı üstünde çalışmaya başladı, ilk başlarda onu da "Venedik’te Ölüm" gibi kısa bir novella formatında tasarlamış olsa da giderek eklenen izleklerle roman uzayacaktı. Ertesi yıl da Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla, romanın tamamlanması ve yayımlanması ancak 1926 yılına denk gelecekti. Savaş yılları boyunca ise Mann, milliyetçi bir ruhla kaleme aldığı yazılarıyla Almanya’nın savaşa girmesini savunacak, aksi uçta yer alan abisi Heinrich Mann ise şiddetle ona karşı koyacaktı. Bu durum onun "Reflections of an Unpolitical Mann" adlı çalışmasıyla sonuçlanıyordu. Mann keskin bir anti faşist olmakla birlikte kendine özgü milliyetçi fikirlere sahip, Alman olmaktan gurur duyan ve ‘Alman olmayı’ söz konusu çalışmasında kendince yorumlayan bir yazardı.
 
Savaşın sona ermesinin ardından yurt dışından konuşma yapması ve ders vermesi üzerine çeşitli davetler aldı ve Hollanda, İspanya, İsviçre, Danimarka ve İngiltere gibi ülkeleri kapsayan bir yurt dışı turuna çıktı. Bu süre zarfında nihayet 1926 yılında, üstünde uzun süredir çalışmakta olduğu "Büyülü Dağ" da iki cilt olarak yayımlandı. 
 
Hitler Almanyası'ndan kaçış
 
"Büyülü Dağ", Hamburglu genç gemi mühendisi Hans Castorp’un, üç haftalığına kuzenini ziyarete gittiği bir İsviçre sanatoryumunda, kendisinin de tedaviye ihtiyacı olduğunu öğrenerek yedi yıl kalmasını anlatıyordu. Bu süre içinde doktorlar ve hastalar dünyasını; Batı felsefesinin iki kutbunu, platonik bir aşk serüveninin sarhoşluğu içinde yaşayarak tanıyacaktı. Sanatoryumda kaldığı süre içinde hayatın mucizesini kavrayan Castorp'un yalın ruhu, bir değişim geçiriyordu. Thomas Mann, roman sanatının bütün incelikleriyle yarattığı, ironik bir üslupla sunduğu bu yapıtında; zaman, karşıt kültürler, aşk, hastalık, ölüm gibi evrensel temaları da işledi
 
Mann, romanının yayımlandığı 1926 yılında bir İtalya tatiline çıktı ve beklendiği gibi yeni fikirlerle döndü! Bu kez 1930’da çıkacak olan "Mario ve Sihirbaz" doğmuştu. 1927 yılında bir diğer kız kardeşi olan Julia’nın da intiharıyla sarsılan Mann, 1929’da ise tüm dünya yazarlarının en büyük hayaline kavuştu ve Nobel Edebiyat Ödülü ile (özellikle Buddenbrooklar romanı nedeniyle) ödüllendirildi. Ödül sırasında yaptığı konuşması, faşizmle mücadele üzerine dikkat çekici atıflarla doluydu.
 
Mann 1930 yılında Mısır ve Filistin’e yolculuklar yaptı (ki daha sonra bu yolculuk izlenimlerinden üçüncü büyük eseri olarak tanımladığı, İncil’e dayanan ve dört ciltten oluşan "Jacob ve Oğulları" adlı dev romanı doğdu). 1932 yılı ise Goethe’nin 100. ölüm yıldönümüydü. Goethe'nin en büyük hayranlarından biri olan Mann, o yılı Goethe’ye dair dersler vererek ve yazılar üzerinde çalışarak geçirdi. 1933 yılı dünya tarihine Hitler’in, Almanya’nın liderliğine geçtiği yıl olarak düşecekti. Aynı yıl Thomas Mann da eşini alarak ilk planda Hollanda’da ders vermek ve ardından İsviçre’yi ziyaret etmek üzere ülkesinden ayrıldı. Fakat faşizm ve Hitler aleyhtarlığıyla bilinen babalarına karşı yükselen ilk ‘homurtuları’ hissetmeye başlayan çocukları Klaus ve Erika tarafından, geri dönmemeleri üzerine uyarıldı. Yaz aylarını Fransız Rivieria’sında geçiren Mann ve eşi, ardından bir süreliğine Zürih’te yaşamaya başladı. 1934 yılında "Jacob ve Oğulları"nın ilk cildinin yayımlanmasının ardından Mann, ABD'de Goethe üzerine dersler vermek üzere Yale Üniversitesi’ne gitti. Ertesi yıl yeniden aynı ülkeyi ziyaret eden yazar, Harvard’dan da onur doktorası aldı.
 
Ülkesinden uzakta
 
1936 yılı ise Mann’a Alman vatandaşlığından çıkarılmasını getirecekti. Bir zamanlar, özellikle Nobel Ödülü sonrası göklere çıkarıldığı, pek çok ödül ve unvanla taltif edildiği ülkesi, Thomas Mann’ı acımasızca reddetmişti. Hemen Çekoslovakya vatandaşlığına geçen Mann, ülkesindeki akademik unvanlarını da kaybetti. Yine de şaşırtıcı gelişmeler oldu hayatında. Yayıncısı Bermann-Fischer, "Jacob ve Oğulları"nın ikinci cildini Viyana’da çıkarmayı başardı. Mann, tüm bu süreçte ABD ile sıcak temaslarını geliştirdi. Ülkesindeki kötü gidişat ve özellikle de Yahudilere yönelik kötü muamelenin ardından, savaşın da resmen başlamasıyla, Amerikan hükümetinin ısrarlarına karşı koyamayıp 1941 yılında Los Angeles Palisades’e yerleşti. Daha sonra da 1944'te Amerikan vatandaşlığına geçti. İlk başlarda yeni ülkesini sevse de onun aristokrat Avrupalı ruhu, özellikle estetik anlamda yetersiz gördüğü ABD'de yaşamaktan hiçbir zaman tam anlamıyla mutlu olmadı.
ABD'ye kesin olarak yerleşmesinden hemen önce, 1939'da en zarif romanlarından biri olan "Lotte Weimar’da"yı yayımlayarak ‘büyük ustası’ Goethe’ye, bir anlamda, yıllardır hissettiği borcunu ödedi ve ona şık bir selam göndermiş oldu. "Lotte Weimar’da", konusunu bir başka romandan, Goethe’nin başyapıtı "Genç Werther’in Acıları"ndan alıyordu. Aradan uzun yıllar geçmiş; Werther’in büyük aşkı Charlotte, Goethe’nin yaşadığı kente, Weimar’a, yaşlı ve zengin bir kadın olarak geri dönmüştü. Charlotte ile Goethe’nin bu buluşması yalnızca çağdaş, metinler arası bir buluşma değildi. Kitap kuşkusuz; gençlik, aşk, karşılıksız bırakılan duygular, insanın yaşama bakışının zamanla değişmesi, toplumsal ve ahlaki sorumluluklar da içeriyordu. Ayrıca bütün bunlar, iki olgun kahramanın gözünden aktarılyordu.
 
Mann’ın Amerika’da, ülkesinden uzakta geçirdiği sürgün yılları onu diasporadaki diğer vatandaşlarıyla yakınlaştırdı. En yakın arkadaşları uzun yıllar mektuplaştığı, etkilediği ve etkilendiği Herman Hesse ile Adorno idi. Bunlardan özellikle Hesse ile çok daha saf bir sevgiye ve gerçek bir karşılıklı hayranlığa dayalı bir dostluk ve yoldaşlık kurarken, Adorno ile biraz daha farklı tipte gelişen bir dostluk geliştirdi. 1943 yılında çalışmaya başladığı ve son dönem büyük eseri olarak tanımlanacak olan "Doktor Faustus"la ilgili pek çok konuda onun danışmanlığından yararlandı. Ancak romanın daha sonra yayımlanıp büyük ilgi görmesinden sonra Katia Mann’ın iddialarına göre Adorno, romandan kendisi için haksız yere büyük paylar çıkaracaktı.
 
Thomas Mann, son eseri olarak tasarladığı "Doktor Faustus"ta okurunu bir kez daha mağrur bir sanatçının, besteci Adrian Leverkühn'ün gerilimli dünyasında dolaştırıyordu. 
 
"Neden böyle acayibim?"
 
İkinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli yıllarında Mann’ın, ne diye sanatçı bunalımlarıyla ilgilendiği üzerine ilk başta soru işaretleri doğsa da, yazarın yaptığı dahice bir yaklaşımdı. Zira o asıl anlatmak istediği şeyleri romanın ardına saklıyordu.
 
Savaşın sona ermesinin ardından İngiltere, İsviçre, İtalya ve Hollanda’yı kapsayan bir turla Avrupalılık açlığını gidermeye çalışan Mann çifti uzun bir yolculuğa çıktı, ama kendi ülkeleri Almanya’ya hiç uğramadı. 
 
1947 yılında "Doktor Faustus" yayımlandı. Yıllar önceki Wagner aşkından çoktan vazgeçen Mann artık daha çağdaş bestecilerle, özellikle de Arnold Schönberg ile ilgilenmekteydi ve ABD yıllarından da kendisiyle dosttu. Romanında da bizzat onun geliştirmiş olduğu bir teknikten kendi kahramanına mal ederek bahsetti. Ancak Arnold Schönberg, onu korsanlıkla suçlayınca Mann, romanın 1951’deki baskılarından itibaren şu ibareyi ekleyerek arkadaşının gönlünü almak zorunda kaldı: “XXII. Bölüm’de anlatılan on iki ton ya da sıra tekniği adı verilen kompozisyon sanatının, gerçekte çağdaş bir kompozitör ve kuramcıya, Arnold Schönberg’e ait olduğunu, tarafımdan, hayali bir bağlam içinde, romanımın tümüyle kurgusal olarak yarattığım kahramanına mal edildiği, kitabın müzik kuramlarıyla ilgili bazı bölümlerinin Schönberg’in armoni kuramından aktarılmış olduğu konusunda okuru aydınlatmak gereksiz sayılmamalıdır."
 
1949 yılında Mann çifti büyük oğulları Klaus’un intiharıyla sarsılsa da oğluna karşı mesafeli olmasıyla bilinen Thomas Mann’ın, ölüm haberini aldığında tepkisi ilginç olacaktı: “Bunu annesine nasıl yapabildi!” Aynı yıl belki de yaşadıkları evlat acısının da etkisiyle ülkelerini, Goethe’nin 110. ölüm yıldönümü etkinliklerinin de bahanesiyle yıllar sonra ziyaret edebilmişlerdi. Ancak yine de ülkesinin Mann’a karşı soğukluğu sürmekteydi. Ertesi yıl ise sürekli çekişseler de, çok sevdiği abisi Heinrich Mann’ı kaybeden Thomas Mann, kendini yeniden çalışmalarına ve yıllar önce yarım bıraktığı "Felix Krull"u tamamlamaya adayacaktı. Bu arada ilginç gelişmeler de olacaktı. Faşizm tehdidi nedeniyle kaçıp yerleştikleri ABD'de bu kez de, politik duruşu iyice sola kaydığı için McCarthy yönetiminin komünizme savaş açmasıyla Mann, bir anda kendisini sakıncalı konumunda bulacaktı. Belli ki tarih, tuhaf bir şekilde tekerrür ediyordu. Yıllar boyunca yüceltildiği ABD'de eserleri bir anda değersiz bulunmaya başlamıştı. Mann da eşiyle birlikte bu kez dönmemek üzere ABD'yi terk etti ve İsviçre’ye yerleşti.
 
1954 yılında Zürih Gölü kıyısında bir ev satın alan Mann, yıllar boyunca yaşama karşı verdiği mücadelenin ardından huzuru buldu belki de. Artık yalnızca Avrupa’nın değil, dünyanın da en saygın ve tarihe adını yazdırmış yazarlarından biri olarak refah içinde bir yaşama adım attı. Fakat maalesef bu saadet uzun sürmedi ve usta yazar 1955 yılının 12 Ağustos’unda damar sertleşmesi sonucu yaşamını kaybetti. Halen üzerinde çalışmakta olduğu "Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları" ise ölümü nedeniyle yarım kaldı.
 
Thomas Mann, ardında dünya edebiyat tarihini etkileyen başyapıtlar bırakmakla kalmadı, en az onlar kadar ilginç olan bir hayatı da yaşadı. Aynı Faustus gibi müthiş bir deha ve başarıyla ‘lanetlenmiş’ gibi hayatı türlü mücadelelerle geçti. En önemlisi de kendisini hep iki dünya arasında ve aidiyetsiz hissetti. Bir burjuva ve sanatçı olarak, tercihlerini özgürce yaşayamayan bir aile babası olarak, milliyetçilikle solculuk arasında gidip gelen kendine özgü bir dünya görüşüne sahip biri olarak ve Almanya ile ABD arasında sürekli yer değiştiren bir 'takdir' ve 'aşağılanma' hedefi gösterilerek yaşadı hep... İnsan düşünmeden edemiyor, acaba büyük kalem son nefesini verirken hâlâ “Neden böyle acayibim?” diye kendi kendisine soruyor muydu, yoksa hayatı boyunca aradığı cevabı nihayet bulmuş muydu?