Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Kahire’nin bilge masalcısı: Necib Mahfuz
Ağustos 2016

Kahire’nin bilge masalcısı: Necib Mahfuz

Nobel ödüllü, Mısırlı yazar Necib Mahfuz 10 yıl önce ağustos ayında bu dünyaya veda etti. Ölümüyle, kitaplarında tüm renkleri ve türlü meşreplerden insanların hikayeleriyle anlattığı kadim Kahire öksüz kaldı. Mısır romanının babası olarak anılan Mahfuz, Batılı okurlara da 'Doğu’nun labirentinde' mihmandarlık ediyordu...
YEŞİM KASAP
 
Kahire’ye hiç gittiniz mi? Peki ya İskenderiye’ye? Bu kadim şehirlerin sokaklarında dolaşıp etrafınıza alıcı gözle baktınız mı? O zaman kesin, heybetli cüssesiyle Ahmet Abdülcevat ile karşılaşmışsınızdır. Bir evin önünden geçerken Kirşa’nin sesini işitmişliğiniz vardır. Siz yolda yürürken, Amina evinin tahta perdeli penceresinden dalgın dalgın arkanızdan bakmıştır. Pekala Kamil Ru’ba’yı görmüş olabilirsiniz; tramvay durağında heyecanla sevgilisini beklerken. Ya da kim bilir, -eğer en az 10 yıl önce o yörelerde bulunduysanız- belki Necib Mahfuz gözünüze ilişmiştir; loş bir kahvehanede alçak bir sekmene çökmüş, dizindeki yıpranmış defterciğe bir şeyler karalarken... Hiç şüphe yok ki siz, tek bir satırını dahi okumamış olsanız, Mahfuz’un romanlarında anlattığı karakterlere aşinasınız!
 
Yolunuz hiç Mısır’a düşmediyse ama Mahfuz’un kitaplarını okuduysanız eğer, o zaman da turistik şaşaasından arınmış, gerçek Kahire’nin, İskenderiye’nin (ama özellikle Kahire’nin) havasını solumuş, daracık, tozlu sokaklarını arşınlarken pencerelerden yükselen Ümmü Gülsüm şarkılarını duymuş, bu kentlerin sakinlerini en belirgin karakteristik özellikleriyle tanıyor sayılırsınız. Yani uzun lafın kısası; Mısır, Mahfuz’un romanlarıdır, romanları da Mısır’ın ta kendisi.
 
Tabii birçok kitabı, kahve fincanına bakıp karşısındakiyle ilgili öyküler uyduran falcılar misali, şehirlere ve sokaklara bakıp insanlarıyla ilgili hikayeler yazan Necib Mahfuz’un kendisinden, hayatından da esintiler taşıyor. Fakat kurgunun nerede bitip gerçeğin nerede başladığını net olarak kestirmek zor. Zira Mahfuz bir otobiyografi kaleme almayı reddetti. Ancak verdiği söyleşilerden hareketle, ana hatlarıyla yaşantısının izini sürmek mümkün.
 
 
İlk çocukluk yıllarının izi silinmedi
 
'Mısır romanının babası', 11 Aralık 1911’de orta halli, memur bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Adını, kendisinin dünyaya gelmesine yardımcı olan, dönemin ünlü hekimlerinden Necib Paşa Mahfuz’dan aldı. Hepsi de kendinden hayli büyük, ikisi erkek, dördü kız, altı kardeşle birlikte Kahire’nin tarihi Cemaliye bölgesinde büyüdü. Aile, Mahfuz sekiz yaşındayken başka bir semte, Abassiye’ye taşındı.  
Sıradan denebilecek, herhangi olağanüstü bir olayın cereyan etmediği bir çocukluk ve ilk gençlik geçirdi, Kur'an okuluyla başlayan geleneksel bir eğitim aldı. Ama 1919’da Mısırlılar'ın İngilizler'e karşı ayaklanmaları, çevresinde tanık oldukları, siyasi çalkantılar, toplumsal olaylar ve pek tabii Kahire sokaklarında, mahallesinde, evlerde olup bitenler onda derin izler bıraktı. Nitekim yıllar sonra “Evde, okulda, işte, sokakta olup bitenler hikayelerimin temelini oluşturuyor. Bazı deneyimler öylesine derinden etkiliyor ki, hakkında konuşmak yerine onları romana dönüştürüyorum” diyecekti. 
Yazar, muhafazakar, otoriter ama kitaplarında vücut bulan ‘tipik bir Mısırlı’ olmaktan uzak, kendisini sık sık gezilere ve müzelere götüren bir babanın gözetimi altında yetişti. Kardeşleriyle olan büyük yaş farkı nedeniyle tek çocuk muamelesi gören Mahfuz özellikle annesine son derece düşkündü, evlenene kadar da onunla birlikte yaşadı (Otobiyografik izler taşıyan psikolojik romanı "Serap"ta annesiyle ilişkisine dair çarpıcı ipuçları yer alıyor).
 
Okul yıllarında Arap klasiklerine merak salan, Abbas Mahmud el-Akkad, Taha Hüseyin, İbrahim el-Mazini ve M. Hüseyin Heykel'in aralarında olduğu yazarlardan etkilenen Necib Mahfuz, dünya klasiklerinin de bulabildiği çevirilerini okuyarak edebiyat tutkusunu besledi. Babasının memur olması sayesinde yüksek öğrenime devam edebildi. Babası hukukçu olmasını istedi ise de, o felsefe okumayı tercih etti (1930-1934). Pek çok Mısırlı yazarın aksine, bunun için yurtdışına değil, Kahire Üniversitesi’ne gitti. Sonrasında ise devlet memuru olarak çalışmaya başladı.
 
Geç sayılabilecek bir yaşta evlendi. Her ne kadar özel hayatıyla ilgili konuşmayı sevmese de bir söyleşisinde, abilerine ve ablalarına bakarak, evliliğin beraberinde getirdiği türlü meşguliyet ve yükümlülüklerin yazın hayatını olumsuz etkileyeceğinden korktuğundan evlilikten uzak durduğunu dile getirmişti. Nihayet 1954 yılında, 43 yaşında (Mahfuz, The Paris Review’a verdiği röportajda ise 47-48 yaşında evlendiğini anlatıyor) hayatını birleştirdiği İskenderiyeli Atteyatallah İbrahim ile iki kızları oldu: Fatima ve Umm Khaltum. 
 
 
Firavunlardan sıradan hayatlara
 
17 yaşında yazmaya koyuldu Mahfuz. İlk yazma deneyimleri ilgili olarak “Tüm hikayelerim geri çevriliyordu. Salama Musa, Mecelle’nin editörü bana ‘Potansiyelin var ama henüz olman gerektiği yerde değilsin’ diyordu” diye hatırlıyor. Sonra 1939’da ilk eseri Abes el-Akdar yayımlandı: “Eylül 1939’du. Tarihi iyi hatırlıyorum, çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcıydı; Hitler Polonya’ya saldırmıştı. Hikayem, Abes el-Akdar yayımlandı. Mecelle’nin yayıncılarının bir sürpriziydi. Hayatımdaki çok önemli olaylardan biriydi.”
 
İlk eserinde Firavun dönemini anlatıyordu. Ardından kaleme aldığı iki yapıt da aynı çizgiyi takip etti; 1940’tan sonra gerçekçi romanlara yöneldi. “Benim büyük aşkım, sokakların sakinleri; sadece Kahire’nin kadim sokakları değil, dünyanın tüm sokakları” diyen Mahfuz, 1947’de çıkan, Mısır’ın başkentinin bir sokağında yaşayanların hayatlarına kapı araladığı "Midak Sokağı" ile ünlendi. Ama asıl başarısını, 1957 yılında tamamladığı, başyapıtı sayılan "Kahire Üçlemesi" ile elde etti. "Saray Gezisi" ile başlayan, "Şevk Sarayı" ile devam ve "Şeker Sokağı" ile tamamlanan, fonda Mısır tarihi, Kahireli bir tüccar ailenin üç kuşağını anlatan trilojiyle Mahfuz, Mısır’ın ulusal edebiyat ödülüne değer görüldü. Bu arada "Kahire Üçlemesi", Mısır’da yayımlandıktan ancak yarım asır sonra Türkiyeli okurlarla buluşabildi.
 
1959 yılı yazarın hayatında dönüm noktası sayılabilecek bir sene. Mahfuz’un uzun yıllar yazarlık yaptığı El Ehram gazetesinde tefrika edilmeye başlanan "Cebelavi Sokağı’nın Çocukları" hayli gürültü kopardı. Roman, içerdiği dini göndermeler nedeniyle Mısır’da ve birçok Arap ülkesinde yasaklandı, Mahfuz’a da hatırı sayılır düşmanlar kazandırdı. Ülke tarihindeki önemli olaylara ve dönüm noktalarına tanıklık eden, bunları kitaplarında da yansıtan yazar, politik görüşleri sebebiyle kimi kesimlerin tepkisini çekti. 1994 yılında evinin önünde saldırıya uğradı. Aldığı bıçak darbeleriyle ağır bir şekilde yaralandı ama hayatta kalmayı başardı.
 
Necib Mahfuz uzun yıllar, 60’lı yaşlarına kadar devlette memur olarak çalışmayı sürdürdü (bazı kaynaklarda, emekliye ayrıldıktan sonra bir arkadaşıyla ortak bir dükkan işlettiği belirtiliyor). Arap ülkelerinde tanınmış bir edebiyatçı olmasına karşın, yazarak geçimini sağlayamıyordu. Bununla ilgili olarak da, “Hayatımda aldığım en zor karar kendimi yazarlığa adamak, böylece hem kendim hem ailem için en düşük yaşam standardını kabul etmek oldu... 1947 yılı civarı, alanının en iyileriyle, senarist olarak çalışma şansını elde ettim. Salih Ebu Seyif (Mısırlı yönetmen) ile çalışmaya başladım ama sonra bıraktım. Devam etmeyi reddettim. Ta ki savaş sonrasına, her şey ateş pahası olana kadar onunla çalışmadım. Öncesinde aklımdan bile geçirmiyordum. Ailem de bu bedelleri ödemeye razı oldu,” diyecekti.
 
Mahfuz, 30 Ağustos 2006’da, 95 yaşında geride yüzlerce öykü, pek çok senaryo, oyun ve 30’dan fazla roman bırakarak, o çok sevdiği Kahire’de bir hastanede hayata veda etti. 
 
Uçsuz bucaksız bir dünya
 
Kahire’nin, kimi zaman da İskenderiye’nin kadim semtlerinin, sıklıkla kitaplarının ana karakterlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor olması elbette tesadüf değil. Necib Mahfuz tüm ömrünü Kahire’de geçirdi. Sadece kavurucu yaz sıcaklarında, pek çok hemşehrisinin alışkanlığı olduğu üzere, İskenderiye’de soluklandı. Şehri ve insanlarını tüm renkleriyle, olanca canlılığıyla yansıttığı için, Mahfuz’a “Mısırlı Balzac” diyenler (ve bu yüzden eleştiri oklarının hedefi olanlar) oldu. Kimileriyse, onun Kahire’sinde 'gezinirken', Charles Dickens’in Londra’sını, Emile Zola’nın Paris’ini veya Dostoyevski’nin San Petersburg’unu okurken tattıkları zevki aldıklarını söyledi. Mahfuz ise Kahire’yi şöyle tarif ediyordu: “Kahire her zaman Mısır’ın kültürel kalbi oldu. Tüm ülkenin nabzını bu şehir belirliyor. Bizimkisi benzersiz bir başkent. Modern Mısır’ın tarihi bu sokaklarda biçimlendi. Mısırlılar'ın hayatlarına dair her ne varsa, yoksulluk, kalabalık, gelişme ve ilerlemeye yönelik fikirler, yabancıların istilasına direniş, hepsi Kahire’de toplanıyor. Kahire’nin öykülerime fon oluşturması çok doğal.”
 
Öylesine bağlıydı ki doğup büyüdüğü yerlere, ömrü boyunca hem kent hem ülke sınırları dışına adım attığı sayılıydı. Ama “Seyahat etmekten hoşlanmadığım sanılmasın. Ben düzenli bir hayatı severim. Yabancı ülkelerin yemeklerine alışamayacağımdan korkuyorum” diye bir açıklama da yapmıştı bununla ilgili olarak, Barış Manço’nun kendisiyle El Ehram gazetesindeki odasında gerçekleştirdiği sohbette. 
 
Kahramanlar yerine karakterler
 
Arap yazarların kısa öykü ve roman konseptini Batı’dan ödünç aldıklarını ve zamanla kendi edebiyatlarının bir parçası haline getirdiklerini vurgulayan Mahfuz’un yapıtları da Doğu meselleriyle Batı romanı kurgusunun bir harmanı. Onun yazdıklarında kadın-erkek ilişkileri, kuşak çatışmaları, özgürleşme çabaları var... Toplumsal dönüşümler, normlar, kader, vatan sevgisi, tabular, aşk, düşmanlıklar, dostluklar, mucizeler, iktidar hırsı, mucizeler... Gece alemleri, fahişeler, müzik, içki, kahvehaneler, dilenciler, suçlular... Ve din, ulusal kimlik, Mısır’ın geçmişi, tarihi ve mitolojik figürler, ülkedeki sıkıntılar, siyasi oyunlar, ideolojik mücadeleler, modernleşme sancıları, Doğu-Batı çekişmesi ve bunların insanların hayatlarındaki izdüşümleri...
 
Romanlarında, öykülerinde kahramanlara değil, fakat geleneksel olanla modern yaşam tarzı arasında bocalayan, iyi niyetle yola çıksalar da koşulların kötülüğü seçmeye zorladığı insanlar var: “Pek çok hikayemde kahramanların olmadığı doğru, sadece karakterler var. Neden? Topluma eleştirel bir gözle baktığımda, insanlarda olağanüstü bir şey görmüyorum. Genel olarak bizim jenerasyonumuz çok duyarsız, kahramanlara pek ender rastlanıyor. Ancak hayal ürünü olan bir kahramanı bir romanda kullanabilirsiniz.”
 
 
“Nobel Mahfuz'u kazandı!”
 
Batı’daki geniş okur kitleleri Mahfuz’u ancak 1988’de, Nobel Ödülü'nü kazanmasıyla keşfetti. O, Nobel kazanan ilk Arap ve Müslüman yazar olarak tarihe geçerken El Ehram “Nobel, Necib Mahfuz’u kazandı!” diye başlık attı.
 
Nobel komitesi, “Gelenekselle modern arasında, toplumsal eleştiri sanatının öncüsü” olarak ödülü Mahfuz’a vermeyi karar verdiğinde, Avrupa’da pek çok kişi onun adını bile duymamıştı, çok az kitabı yabancı dillere çevrilmişti. Örneğin ABD’de hemen hemen hiç tanınmıyordu, Nobel’i alır almaz, büyük bir yayınevi kitaplarını bastı ve Mısırlı edebiyatçı, bir gecede çoksatanlar arasına giriverdi.  
Ünlü yazar ise, aday gösterildiğini bile bilmediği, “Batı’ya ait bir ödül olduğunu, asla Doğulu bir yazara vermeyeceklerini” düşündüğü Nobel’i almasıyla ilgili şunları anlatacaktı: “Karım beni uyandırıp haberi verdiğinde şaka yaptığını sandım ve uyumaya devam etmek istedim. Sonra beni El Ehram’dan aradıklarını söyledi. Telefonu aldım ve birilerinin ‘Tebrikler!’ dediğini duydum. Bay Basha’ydı. Bay Basha bazen bana şakalar yaptığından onu ciddiye almadım. Üstümde pijamalarımla salona geçtim, tam oturacaktım, kapı zili çaldı. Biri içeri girdi, gazeteci olduğunu sandım, meğer İsveç konsolosuymuş! Özür dileyerek üzerime değişmeye gittim... İşte böyle oldu.”
Ve Mahfuz’un Nobel’i kazanma öyküsü böylece son buldu, çünkü kendisi ödülü almaya gitmedi! Muhtemelen onun yerine, her zaman yaptığı gibi Kahire’de, loş bir kahvehanede oturup sokaktan gelip geçenleri izlemeyi, onların hikayelerine kulak vermeyi tercih etti. 
 
“Yazmayı her şeyden çok seviyorum”
 
“Ben edebiyata âşık biriyim. İşine inanan ve işini samimiyetle yapan biriyim. İşini, paradan ya da şan ve şöhretten daha çok seven biriyim. Elbette, para ve şöhret de gelirse, hoş gelirler! Ama onlar asla hedefim olmadı. Neden mi? Çünkü yazmayı her şeyden çok seviyorum. Belki çok sağlıklı olmayabilir ama edebiyat olmasa, hayatımın anlamsız olacağını düşünüyorum. İyi dostlarım olabilir, seyahat edebilirim, lüks bir yaşantı sürebilirim ama edebiyat olmasa, hayatım korkunç olurdu. Tuhaf bir şey bu. Ya da aslında pek de öyle sayılmaz, zira birçok yazar böyle düşünüyor. Ama bu demek değil ki, ömrüm boyunca yazmak dışında bir şey yapmadım. Evliyim, çocuklarım var. Ayrıca, 1935 yılından beri, gözlerimdeki rahatsızlık nedeniyle yaz aylarında okuyup yazamıyorum. Bu, hayatımda bir denge sağladı. Allah tarafından gönderilen denge! Her yıl üç ay boyunca, yazar olmayan biri gibi yaşamak zorundayım. Bu üç ay boyunca arkadaşlarımla buluşuyor ve sabahlara kadar dışarda kalıyorum.” (The Paris Review, 1992)
 
 
“Dördüncü veya beşinci sınıf bir yazar"
 
Yazarın alamet-i farikalarından biri lacivert takım elbisesiydi. Sigara ve şekersiz kahve tiryakisi olan Necib Mahfuz, hayatının son yıllarında görme ve duyma yetisini neredeyse tamamen kaybetti. Buna rağmen toplumsal yaşantıdan hiç kopmadı. Haftada bir, Nil nehri kıyısındaki bir kafede sanatçılarla bir araya gelerek fikir alışverişinde bulunmayı sürdürdü. Yazma azmi de yaşamının son demlerine değin sürdü. 2005 yılında üzerinde çalıştığı son kitabı için bir yıl boyunca bir rüya günlüğü tuttu.
Mahfuz göz önünde olmayı pek sevmiyordu. Nadiren röportaj veriyordu. Onu tanıyanlar, kendisinden 'dördüncü veya beşinci sınıf bir yazar' olarak söz eden Necib Mahfuz’u utangaç ve mütevazı olarak tarif ediyor. Hayatı boyunca yemek, davet, ev ziyareti gibi etkinliklerden pek haz etmedi. Bu sebepten ötürü 2001 yılında, 90. yaş günü şerefine Kahire’de düzenlenmesi planlanan büyük kutlama, iptal edildi.
 
Necib Mahfuz’dan söz ederken, onun hayatında çok önemli bir yer tutan kahvehaneleri atlamak olmaz elbette. “Kıraathane deyip geçmeyin, başlı başına bir dünyadır onlar. Her rastladığınız kimse, bir romana, bir başka esere konu olabilir. Kahvehaneler bize, Doğu’ya özgür yerlerdir, dostlarımızı orada tanırız” diyen yazar uzun yıllar boyunca Ali Baba Kahvehanesi'nin müdavimiydi. Her sabah evinden çıkıp yürüyerek kahvehaneye gidiyor, orada gazetelerini okuyup eş dostla sohbet ediyordu.
 
Türkçede yayımlanan eserleri
 
"Arayış" - Hit Kitap - 2012
"Aşk Zamanı" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2011
"Aynalar" - Hit Kitap - 2009
"Başkanın Öldürüldüğü Gün" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2010
"Başlangıç ve Son " - Hit Kitap - 2011
"Binbirinci Geceden Sonra" - Oğlak Yayınları - 2002
"Bıldırcın ve Sonbahar" - Kaknüs Yayınları - 2001
"Cebelavi Sokağı’nın Çocukları" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2014
"Dilenci" - Hit Kitap - 2010
"Düğün Evi" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2015
"Esir Üniforması" - Şule Yayınları - 1999
"Ezilenler" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2013
"Güz Yılgınlığı" - Hit Kitap - 2013
"Han El-Halili’de" - Hit Kitap - 2011
"Hırsız ve Köpekler" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2015
"İbn Fattume'nin Seyahati" - Hit Kitap - 2013
"Kahire Modern" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2016
"Kahire Üçlemesi" ("Saray Gezisi", "Şevk Sarayı", "Şeker Sokağı") - Hit Yayınları - 2008 
"Karnak Kafe" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2015
"Kuştimur Kahvehanesi" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2015
"Midak Sokağı" - Midak Sokağı - 2015
"Miramar" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2015
"Muhterem Efendim" - Hit Kitap - 2012
"Nil’in Üç Çocuğu" - İnsan Yayınları - 2000
"Nil Üstünde Gevezelik" - Hece Yayınları - 2015
"Savrulan Kahire" - Meneviş Yayınları - 2005
"Serap" - Hit Kitap - 2010
"Yağmurda Aşk" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2015
"Zamanın Hükmü" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2013
"Zaman ve Mekan" - Kırmızı Kedi Yayınevi - 2015