Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Romanın, yuvasına dönmek bilmeyen Odysseus’u
Mayıs 2019

Romanın, yuvasına dönmek bilmeyen Odysseus’u

Dönecek bir yuvasıolmayan bir sürgün olanMilan Kundera, hayatın akışı içinde romanın yeni imkânlarının peşinde yollara düşmüş çağdaş bir Odysseus’tur. Milliyet Kitap olarak içinde bulunduğumuz ay 90’ıncı yaşını kutladığımız filozof romancı Kundera’nın eserlerine ve hayat öyküsüne mercek tuttuk.
Gökhan Yavuz Demir
 
“Hiçbir şey mizahı anlaşılır kılmak kadar
güç olamaz.”
Milan Kundera
 
Bazı yazarlar vardır, hem kendi hayatları ve kitapları hem de başka yazarlar hakkında hiç ses etmezler, ketumdurlar. Bazı yazarlarınsa özel hayatları eserlerini gölgeler; kendileri
hakkındaki gevezelikleri yüzünden aşkları, evlilikleri, buhranları, kavgaları, politik duruşları ve isimleri etrafında oluşan mit ile eserleri arasındaki sınır çoktan silinmiştir. Bu iki başlık altında pek çok büyük yazar sayabilirken, üçüncü bir başlık altında sayabileceğimiz, yani bir taraftan disiplinle romanlar yazan ama diğer taraftan bu külliyatın poetikasını oluşturacak derinlikteki kitaplara da ciddi bir entelektüel mesai harcayan kanonik bilince sahip büyük yazar çok yoktur. Uzatılmış bir 20’nci YY.’dan 21’inci YY.’a hâlâ gölgesi düşen çok az sayıdaki büyük yazardan biri olan 90 yaşındaki Milan Kundera, türünün son örneği entelektüel romancılardan en derinlikli olanıdır.
 
“Şaka”nın yazarı Kundera 1 Nisan 1929, Brno, Çekya’da doğar. Tanınmış müzikolog Ludvik Kundera’nın da oğludur. Biz onu büyük bir yazar olarak tanısak da gençliğinde ciddi bir müzik öğrenimi görür ki bu da romanlarındaki çok kurduğu ilişkiyi açıklar. 1968’deki Sovyet işgalinde işini kaybedene kadar Prag’da Müzik ve Sahne Sanatları Akademisi Sinema Bölümü’nde profesör olarak ders verir. 1975’te Fransa’da Rennes Üniversitesi’nde ders vermek üzere Kundera’ya eşi Véra’yla birlikte yurt dışına çıkış izni verilir. O günden itibaren politik mülteci ve sürgün olan Kundera, 1981’de Fransız vatandaşlığına geçer ve 1979’da kendisini vatandaşlıktan çıkaran ülkesine tıpkı “Bilmemek”in kahramanı Irena gibi kendini uzun yıllardır koptuğu anavatanına ait hissetmediği için 1989’daki rejim değişikliğinden sonra bile dönmez.
 
 
ÇOK DİLLİ BİR YAZAR
Kundera’nın kitapları tema ve form açısından aslında bir gelişimden çok devamlılık arz etse de yazarın göçmen kimliğinin kaçınılmaz hediyesi olan çift dilliliği nedeniyle üç ayrı dönemde tasnif edilebilir. İlk döneminde Çekoslovakya’da yaşadığı 1959-1971 arası Çekçe yazılmış dört roman bulunur: “Şaka” (1967), “Gülünesi Aşklar” (1969), “Yaşam Başka Yerde” (1969) ve “Ayrılık Valsi” (1971). İkinci dönemi Fransa’ya göç ettikten sonraki 1978-1988 yılları arasında Çekçe yazılan ama ilk baskıları Fransızca tercümeleriyle yapılan ve ona dünya çapında bir şöhret getiren şu üç romanı kapsar: “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı” (1978), “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” (1982), “Ölümsüzlük” (1988). Kundera üçüncü dönemi diyebileceğimiz 1994 sonrasında romanlarını ana dilinde değil de zorunlu misafir olduğu yeni ülkesinin dilinde, ikinci anadili Fransızcada kaleme alır: “Yavaşlık” (1994), “Kimlik” (1996), “Bilmemek” (1999) ve 14 yıllık bir aradan sonra “Kayıtsızlık Şenliği” (2013). Kundera kendi romanının poetikasını geliştirdiği, entelektüel derinliğini ve kanonik ilişkilerini sergilediği en kıymetli metinleri olan denemelerini de bu son döneminde yeni anadiliyle yazar: “Roman Sanatı” (1985), “Saptırılmış Vasiyetler” (1992), “Perde” (2005) ve “Bir Buluşma” (2009).
 
Kundera bilhassa bu denemelerinde Cervantes, Rabelais, Sterne ve Diderot’yla olan bağını, devamlılık bilincini ve çağdaş romanın kurucu ustalara olan borcundan asla muaf tutulamayacağını açıkça dile getirir. Broch, Musil, Kafka, Gombrowicz, Joyce, Proust, Fuentes, Màrquez, Cortàzar ve Roth da yine hayranlık ve takdirle bahsettiği yazarlardır.
 
Sadece yazarlar mı? Kundera İngiliz ressam Francis Bacon’dan, Antilli ressam Ernest Breleur’den, Çek müzisyenler Xenakis ve Janacácek’ten, Schönberg ve Stravinski’den de aynı tutkuyla bahseder. “Bir sanatçı bir başka sanatçıdan söz ettiğinde her zaman (dolaylı, dolambaçlı olarak) kendinden söz etmektedir ve yargısı bu yüzden önemlidir,” diyen Kundera, aslında müziğin, resmin ve romanın dehalarını anlatırken bize kendini de anlatır.
 
 
BAŞKA PERSPEKTİFTEN
Kundera’nın romancılığı hakkında, Kundera’nın zaten söylememiş olduğu yeni bir şey söylemek imkânsız değilse de hayli zordur. Bunun nedeni de okurlarını sürekli belirsizlik içinde cereyan eden bir oyunu oynamaya davet eden yazarın, aynı zamanda eseriyle, külliyatıyla nasıl ilişki kurulması gerektiği konusunda hayli katı ve hiç esnemeyen bir tavır sergilemesidir. O kadar ki Kundera; onu anlamamaya, ‘tecrit etmeye’, tahrif etmeye hazır çağdaşlarından eserini korumak için fildişi kulesinden inmiş ve kendi romancılığını, roman anlayışını ve romanlarını da bizzat kendisi tartışıp incelemiştir. 
 
Zaman ve mekânı belli olan, kronolojik düzlemde bir olay örgüsüne sahip, hikayesi ve karakterleri bulunan romanları, bir anlamda realist romanın takipçisidir. Ama Kundera romanlarında merkezde olan asla karakterler veya hikaye değildir. Başrolde daima tema vardır; karakterler, olaylar, eylemler, diyaloglar, kısacası romandaki her şey bu temanın kendini daha fazla açmasına hizmet eder: “Bir tema varoluşsal bir sorudur.”
 
Varoluşa dair bir soru olan bu temayı zaten çoğu kez romanlarının adı da ele verir: “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği,” “Ölümsüzlük,” “Şaka,” “Yavaşlık,” “Kimlik,” “Kayıtsızlık, “Ayrılık.” İsimleri ne olursa olsun her Kundera romanında karşımıza çıkan bu varoluş soruları arasında ‘sürgün’, ‘bellek’, ‘yurt’, ‘dönmek’, ‘nedensizlik’, ‘ciddiyet’ ve ‘kitsch’ neredeyse hep vardır. Kundera bu temaları sorgulamak için muhtelif yöntemler kullanan şaşırtıcı ölçüde maharetli ve yaratıcı bir yazardır. Bu nedenle aynı temalar, bir romandan diğerine devamlı aktarılarak ama kesinlikle gözümüze aşina kılınmayacak şekilde sürekli başka bir perspektiften yeni bir görünümle sunulur.
 
 
DÜNYAYI CİDDİYE ALMAK
2005’te “Perde”de “Trajik bizi terk etti; ve belki de gerçek ceza budur,” diye yazar Kundera. 2009 yılında“Bir Buluşma” da ise Dostoyevski’nin “Budala”-sından bahsederken ‘komikliğin komik yokluğu’na ve ‘içinde yaşamaya mahkûm olduğumuz mizahsız gülüş dünyalarımıza hayıflanır. 1969’da “Gülünesi Aşklar” da şöyle yazar: “Eğer gerçeği onların yüzüne karşı söylemekte ısrar edersen, onları ciddiye alıyorsun demektir. Ve bu kadar önemsiz bir şeyi ciddiye almak ise insanın tüm ciddiliğini kaybetmesi demektir. Ben, delileri ciddiye almamak ve kendim de delirmemek için yalan söylemek zorundayım.” 1971’de Diderot’nun “Kaderci Jacques” adlı romanından uyarladığı oyunu “Jacques ile Efendisi” ne yazdığı girişte kanonik köklerini ısrarla bir kez daha vurgular: “Türünün adına layık hiçbir roman dünyayı ciddiye almaz. Hem ne demektir zaten ‘dünyayı ciddiye almak’? Dünyanın bizi inandırmak istediğine inanmak demektir. ‘Don Quijote’den ‘Ulysses’e, roman, dünyanın bizi inandırmak istediğine karşı baş kaldırıdır.” 1994’te “Yavaşlık”ta eşi Véra’nın ağzından belki de en büyük ve en ciddi (!) hayalini itiraf eder: “Bir gün içinde tek bir ciddi sözcük bulunmayan bir roman yazmak istediğini söylemiştin bana, kaç kez.” İşte bu hayalin gerçekleşmesi 2013’teki son romanı “Kayıtsızlık Şenliği”ne kısmet olur.
 
Öteki romanlarından farklı gibi görünse de dört deneme, 11 roman ve bir oyundan mürekkep Kundera külliyatının mütemmim cüzü olan bu son romanı, belki bütün eserinin kreşendo ânıdır. Giderek hızlanan dünyada trajikle birlikte komik de bizi terk etmiştir ve anlaşılan artık Kundera da bu fiilî durumumuza kayıtsızdır. O kadar kayıtsızdır ki bir kuşağın kâbusu olan Stalin bile sahneye mizahın kalmadığı bir dünyanın soytarısı olarak çıkar. Tıpkı “Bilmemek”te her şey bittiğinde Çekya’ya dönmemesinin sağlam gerekçesi olarak 20 yıl sonra İthaka’ya dönen Odysseus’un çektiği ‘anlatamama’ acısını ustalıkla kullandığı gibi, “Kayıtsızlık Şenliği”nde de anlattığı 24 keklik hikayesindeki espriyi görmeyen ve onu yalan söylemekle suçlayan çalışma arkadaşlarınca anlaşılamayan Stalin’in yalnızlığını gözler önüne serer. Esasında geçen zamanın tortusu ve dünyanın baş döndüren hızı Odysseus’u da Stalin’i de Kundera’yı da hepimizle birlikte eşitlemiş ve öğütmüştür: “Kayıtsızlık, dostum, varoluşun özüdür. Her zaman ve her yerde bizimledir. Kimsenin görmek istemediği yerde bile mevcuttur o: dehşette, kanlı savaşlarda, en kötüsü felaketlerde. Böylesi dramatik durumlarda onu kabul etmek ve adlı ânınca anmak çoğunlukla cesaret ister. Ne var ki, onu kabul etmek yetmez, kayıtsızlığı sevmek gerekir, onu sevmeyi öğrenmek gerekir. (...) bilgeliğin anahtarı o, gamsızlığın anahtarı o...” Kayıtsızlık her yerdedir ve Kundera da bu romanında bilgeliğin anahtarını eline almıştır kimsenin şakadan anlamadığı bir dünyada ciddi olmaktan daha gayriciddi ne olabilir!
 
 
NÜKTE OYUNU
Mizahı her zaman romanının merkezine koyan Kundera’ya göre romanın derinliği ve gücü belirsizliğinden kaynaklanır. Bu nedenle onun kurgusu, aldatmanın temel stratejilerden biri olduğu bir nükte oyunudur. Ona göre bir romanı anlamlı kılan tılsım, ancak bir romanın keşfedebileceği şeyi, hayatın o zamana kadar bilinmeden ve anlaşılmadan gözlerden uzak kalmış bir kesitini keşfetmesidir. Bu nedenle romancının yegâne mesuliyeti devrim değil, keşif yapmaktır. Roman Cervantes’ten bu yana bir devamlılığın ve kolektif bilincin ürünü olduğuna göre, romancının en büyük başarısı kendisinden öncekilerden daha iyisini yapmak değil, onların göremediklerini görmek ve söyleyemediklerini söylemektir. Nasıl ki 17’nci YY.’da modern hayatın hızıyla bozguna uğrayan insan hayatını Cervantes anlamaya çalışmıştı, bugün de hayat dediğimiz bu önlenemez bozgun karşısında bir romancıya düşen yalnızca yine insanı anlamaya çalışmaktır. Kundera’ya göre roman sanatının varoluş nedeni tam da budur. Artık “Don Quijote”yi veya “Goriot Baba”yı yeniden yazmanın hiçbir mânâsı yoktur. Romana biricikliğini armağan eden bu varoluşçu keşifler sürekli formun dönüşümüne yol açar. Bu nedenle bir tür olarak roman, İngilizcedeki ‘novel’ kelimesinin ‘özgün’, ‘acayip’, ‘tuhaf’, ‘garip’, ‘alışılmamış’ anlamında hep ‘yeni’ olmaya yazgılıdır. Sadece yazmayan, yaptığı iş üzerine derin düşünmeyi de bilen Kundera için roman asla ergon, yani bitmiş, tamamlanmış bir ürün değil, daima energia, yani bir faaliyet, oluş, akıştır.
 
İşte bu oluşun, akışın, yolculuğun, arayışın romancısı olarak Kundera; Cervantes, Rabelais veya Sterne’de romanın bir form olarak bugün ihtiyaç duyduğu yenilikler için vadettiği  Dönecek bir yuvası olmayan bir sürgün olarak Kundera, hayatın bu akışı içinde romanın yeni imkânlarının peşinde yollara düşmüş çağdaş bir Odysseus’tur. Bir gün varırsa atası Odysseus gibi anlatacak bir şeyinin kalmayacağını çok iyi bilir. Eğer bize yeni bir roman daha hediye etmezse muhtemelen varmış demektir. Fakat Kundera gibi entelektüel bir romancının varacağı yahut döneceği bir yuvası olmadığı için hâlâ anlatacak bir şeylerinin olduğunu varsaymak, içine atıldığımızdan beri daha da hızlanan ve anlamsızlaşan bu dünyada insana teselli verebilir.