Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Tanrısız evrenin yazarı Iris Murdoch
Temmuz 2014

Tanrısız evrenin yazarı Iris Murdoch

Iris Murdoch yaşasaydı, edebiyat dünyası bu yıl 15 Temmuz'da onun 95. yaşını kutlayacaktı. 1999 yılında hayata gözlerini yumduğunda 80 yaşında olan 20. YY.'ın bu büyük yazarı, eli kalem tuttuğu süre boyunca yirmi altı roman, sekiz felsefe kitabı ve sekiz tiyatro oyunu yazdı. Biz de Murdoch'ın doğum günü vesilesiyle onu hayatı ve edebiyatıyla analım istedik.
ASLI GÜNEŞ
 
Bundan tam 95 yıl önce, 15 Temmuz 1919’da doğdu Iris Murdoch. Gelecek umutlarını, insana dair inancı yerle bir eden Büyük Savaş’tan beş yıl sonra. Tarih iyiye ve güzele doğru akmıyordu ve ilerleme de hep mutluluk getirmiyordu. Dünyaya gözlerini açtığı Dublin’den bir yaşındayken ayrıldı. Opera şarkıcısı bir anne ve devlet memuru bir babanın tek çocuğu olarak yetişti; felsefe öğrenimi gördüğü Oxford’dan ikinci savaşın hemen arifesinde, 1938’de mezun oldu. Savaş sonrası bir süre resmi devlet görevleriyle devam ettiği hayatına yirmi altı roman, sekiz felsefe kitabı ve sekiz de tiyatro oyunu sığdırdı. Yazarlık kariyeri 1952’de yayımladığı "Sartre: Romantic Rationalist" adlı felsefe kitabıyla başladı. Komünist Parti’ye üye oldu ama bir süre sonra istifa etti. 1994’te yazarlık hayatını sona erdiren Alzheimer hastalığına yakalandı ve belki de artık hatırlamadığı ölümle 1999’da buluştu. 20. YY.'ın en önemli yazarlarından sayılan Anglo-İrlandalı Murdoch’ın çok az yapıtı Türkçeye çevrildi.
 
 
Murdoch’ın felsefe eğitiminin ve buna bağlı olarak da dünya görüşünün iki savaş arasında ve bizzat tanıştığı Jean Paul Sartre’ın çağında şekillenmesinin bütün yapıtlarına sirayet eden bir motifi belirlediği pekâlâ söylenebilir: Tanrısız bir çağda ahlak. Murdoch, romanlarında Dostoyevski’nin İsa’nın yolundan giderek tartıştığı insan ve özgürlük sorununu, 20. YY.'ın alt üst olmuşluğunda tartışır. Dostoyevski’nin hayatımızın ortasına atıp gittiği denklem oldukça basit görünür aslında: “Tanrı yoksa her şey mübahtır.” Gelir görün ki, tanrının yokluğunu fırsat bilen Dostoyevski kahramanları hayatı dehşetten dehşete sürüklemiş, bütün dünyayı kana, şehvete, acıya, utanca boğmuştur. Tanrının olmadığı yerde insanları bir arada tutacak dünyevi, gündelik bir ahlakın olması gerekir. Tanrının olmadığı bir dünya tekinsizdir, korkunçtur. İnsanın eylemleri hakkında hesap vereceği bir merci, dahası hesap vermesi için bir neden de yoktur. "Öyleyse," der Dostoyevski, "Bu kaosu, bu başıboşluğu ancak ve ancak İsa’nın yolundan giderek, onun acı çekerek özgürleşme ahlakını benimseyerek aşabiliriz".
 
Adını pek anmasa da hemen bütün romanlarında o çok sevdiği Rusların bu ölümsüz tanrısıyla cebelleşen Iris Murdoch da aynı soruyu sormakta ama Dostoyevski gibi iman dolu bir cevap verememektedir. Ne de olsa o insanın yapabileceklerinin sınırı olmadığını görmüştür. Atom bombasını, toplama kamplarını, katliamları görmüştür. İsa’nın yolu da yoktur artık. İnsan gerçekten bir başınadır, bir Sartre kahramanı kadar yalıtılmış, fırlatılmış... 20. YY.'da yaşayan hiç kimse için bir sır değildir tanrının ölümü. "Melekler Zamanı"nın şeytani rahibi Carel için bile...
 
Londralı Karamazov
 
Tanrının olmadığı yerde elbette ki Ruslar vardır. İnsanları dehşete düşürmek, büyük ahlaki sorular karşısında bırakmak için olsa gerek, devrim kaçkını eski Rus aristokratı Eugene’i ve onun İvan-Dimitri Karamazov karışımı oğlunu salar Londra sokaklarına "Melekler Zamanı"nda. Tanrıya ve dine inanmayan kapıcı Eugene’in gözü gibi sakladığı Rus ikonası artık yalnızca Rusya’nın ve 'sahip olma' duygusunun sembolüdür. Ama Londralı Karamazov Leo, çalıp yok paraya satacaktır babasının her şeyi olan ikonayı; çalmadan önce de rahibin kızı Muriel’e Dostoyevski kahramanlarına benzediğini itiraf etmiştir: "Çağın sorunlarından biriyim ben. Yalnız gezen kurtlardanım, hani şu... adı neydi, Dostoyevski’deki adam gibi biraz. Kendimi ahlaksızlık konusunda yetiştirmek istiyorum; bütün o eski gelenek görenekleri içimden söküp atmalıyım ki, elime yalan söylemek fırsatı geçince söyleyebileyim. Değerler görecedir zaten, mutlak değer diye bir şey yoktur.
Tanrı yoksa ahlak da yoktur. Dolayısıyla insanı sınırlayan zincirler de... Ahlaksızlık bir özgürlük deneyidir aynı zamanda... İnsan eylemlerinin sonlu olmadığını görmek... Ahlak yoksa gündelik hayatı döndüren, hayatı harekete geçiren şey nedir öyleyse?"
 
 
Tanrı öldü yaşasın Eros!
 
Elbette ki aşk! Büyük amaçların, yüce iyiliklerin tanrısı yerini, elindeki oku sorumsuzca oraya buraya savuran Eros’a bırakmıştır. Artık insanlar, hayvanlar, eşyalar, kısacası cümle kâinat Eros’un oklarını takip etmekte, gündelik hayatın yavan ritmi aşkla çarpan yüreklerin gümbürtüsüyle hızlanmaktadır. Evdeki zenci hizmetçi Pattie’yi yatağına alıp birlikte karısının ölümünü izleyen rahip Carel, sonraları Pattie’yi varlığının sessiz bekçisi yapmakla yetinecek, tanrılığını ölen ağabeyinin kızı, kendi vesayeti altındaki yatalak Elizabeth’in bedeninde sürdürecektir. Tanrının olmadığı yerde, insanların iradesini teslim alan bir merkez vardır... "Melekler Zamanı"nda bu merkez rahip Carel’dir. Ve aile, Murdoch romanlarında cinselliğin, aşksızlığın, suçun ve ölümün kaynaştığı karanlık bir girdaptır. 'Kara Prens’in anlatıcısı, yazar Bradley Pearson’un dediği gibi, “Evlilik sır dolu bir mekândır.” 
Rahip Carel’in yeğeniyle yatması, Leo’nun babasının ikonasını çalması... Bütün bunlar tanrısız bir evrenin insanı sınırlayan bütün bağları ortadan kaldırmasından dolayı gerçekleşmektedir. Tanrı yoksa insan yeğeniyle yatabilir, başka insanların iradesini teslim alabilir, çalabilir, öldürebilir. Tanrı tarafından verilmiş bütün emirler hükmünü yitirmiştir artık, çünkü 'din de bir mitostur.' Carel’in, 'Laik bir çağda ahlak' üzerine bir felsefe kitabı yazmaya çalışan kardeşi Marcus, tanrının ve dinin olmadığı gerçeğinin yayılmasından ölesiye korkmaktadır. Carel ona, “Yalnızca kudret vardır ve kudretin mucizesi. Yalnızca kaza vardır ve kazanın dehşeti. Eğer ortada yalnızca bu varsa, Tanrı yok demektir, filozofların söylediği o tekil iyilik de bir yanılsama ve yalandan ibarettir,” dediğinde can havliyle, “Gündelik ahlak düzeni hâlâ ayakta, gündelik insanca davranışlar hâlâ geçerli,” diye bağıracaktır. Carel’e göre, Tanrı’nın ölümü melekleri de serbest bırakmıştır ve hatta "Melekler korkunçtur.”
 
Murdoch’ın evreninde hareket öğesi aşktır, evet! Trajediyi doğuran öğe aşktır. Sevilenin bir başkasını sevdiği bir dünya kurar Murdoch. Aşk nedensiz, apansız çıkagelir; çoğunlukla sonuçsuz, verimsiz, karşılıksız kalır. "Melekler Zamanı"nda Carel’in kızı Muriel Eugene’e, Eugene zenci hizmetçi Pattie’ye, Pattie Carel’a, Leo Muriel’e âşıktır. Diğer romanlarında da bu denklem aynı şekilde kurulur. Sevilen ele geçirilemeyen, kendi varlığını bir başkasında bulandır. Eros öylesine serseri, öylesine hercaidir ki, "Rüya Sakinleri"nin Nigel’i, ki bir başka Dostoyevskivari kahramandır, herkesin herkese âşık olabileceği bir dünyayı anlattığında, ahlakın olmasa bile aşkın sınırları olmadığını anlarız: "Aşk garip bir şey. Hiç şüphe yok ki dünyayı döndüren sadece ve sadece o. Tek önemli etkinliğimiz. Onun dışında her şey toz, çınlayan ziller ve can sıkıntıları. Ama öte yandan nasıl bir bela olduğu da malum. Nasıl da imkânsızı hayalinde yaratır, ulaşılmazın ayaklarına sarılır. Herkesin herkesi dilediği gibi sevebileceği, tuhaf bir düşüncedir. Doğada bunu yasaklayan hiçbir şey yok. Kediler krallara bakabilir, değersizler iyileri, değersizler değersizleri, iyiler iyileri sevebilir." 
"Rüya Sakinleri"nde merkez, artık yalnızca ölümü çağrıştıran yaşlı, korkunç bedenini damadıyla birlikte yaşadığı evde bir yatağın içinde sürükleyen pul koleksiyoncusu Bruno’dur. Damadı Danby, Danby’nin sevgilisi hizmetçi Adelaide, Adelaide’ın kuzeni, Bruno’ya bakan erkek hemşire Nigel, Bruno’nun oğlu Miles’ın karısı Diana ve baldızı Lisa. Bütün bu insanların birbirlerine değmeyen hayatları kaderin ya da tesadüfün bir cilvesiyle kesiştiğinde her şey alt üst olacaktır: Neşeli ve umursamaz Danby, Adelaide’la yaşadığı zevkin tadını çıkarırken önce Diana’ya âşık olduğunu sanacak ama pek de güzel olmayan ve kendisine ölen karısı Gwen’i hatırlatan mistik Lisa’yı gördüğünde her şeyin farklılaştığını anlayacaktır. Danby’nin bunu anladığı an, Miles’ın, baldızını deli gibi sevdiğini anladığı andır. Lisa da Miles’ı ilk gördüğü andan itibaren sevmektedir. Nigel’in ikiz kardeşi Will, kuzini Adelaide’yi, Nigel ise Danby’yi... Her şey Nigel’ın tarif ettiği gibidir. Aşk, imkânsızı hayalinde yaratmaktadır. Herkesin herkese hatta her şeye âşık olabildiği uçarı bir evrende neden hep ulaşılmazlıklar, imkânsızlıklar vardır? Belki de insanı büyüten, bilinçlendiren, dönüştüren ve öldüren güç aşk olduğu için. Miles’ı unutmak için Danby’yi seçen Lisa bir anda başka bir varlığa dönüşecektir. Eski rahibenin, görev ahlakını savunan inançlı kadın, Danby’nin son model arabasıyla Londra sokaklarını turlayan sıradan bir kadına dönüşmüştür. Daha dünyevi olan Diana ise, bir başkasının aşkı ile iyiliğin, bir başkası için varolmanın mümkün olduğu bir yaşama kavuşmuştur. Diana, artık hiçbir şey hatırlamayan, hiçbir şey hissetmeyen, ölü bir beden olarak var olan Bruno’yu sevmektedir. Dostoyevskivari bir kendini feda eylemi çıkmıştır ortaya... Londra’yı tüketen bir tufanın ardından arınma başlayacak, Diana Bruno’ya duyduğu aşkla iyiliği bulacaktır. Artık cinselliği düşünmeyen Bruno’yu severek... Ama Bruno son nefesinde bile artık hatırlamadığı Lisa’yı sevmektedir...
 
Aile: Suç mahalli
 
Diana’nın gerçekleştirdiği türden bir adanmışlığın olmadığı durumlarda, cinsellik ve ölüm iç içedir. "Kara Prens"in Bradley Pearson’u yalıtılmış bir yaşam sürmeye çalışırken, 'başkaları' bu dingin hayatın kapısından, penceresinden içeriye sızmaya çalışmaktadırlar. Sartre’ın dediği gibi “Başkaları cehennemdir!” Büyük bir trajediye doğru akan olaylar dizisi, Bradley’nin en yakın arkadaşı ünlü yazar Arnold Baffin’den gelen bir telefonla başlayacaktır. Arnold, karısı Rachel’ı öldürdüğünü söyler Bradley’ye. Oysa Rachel ölmemiştir. Ve Bradley’in eski karısı Christian ve baş belası kayınbiraderi Francis Marloe Londra’dadır. Artık Bradley’in huzuru kaçmıştır. İradeyi teslim alan başkalarıdır. Başka insanların varlığı, istekleri, dayatmaları yaşamımıza bir kâbus gibi çökmektedir. Bradley’in kızkardeşi Priscilla da kocasını yarı delilik haliyle terk edince işler daha da karışmış, Bradley kendisini evlilerin sorunları içerisinde bulmuştur. Evlilik vahşi, şiddet dolu bir dünyadır. Her ailenin geçmişinde bir sır vardır, cinselliğin, şehvetin ölümle buluştuğu bir sır. "Rüya Sakinleri"nin Bruno’su karısının ölümünü anlatamamıştır oğluna; Arnold Rachel’i, Roger Priscilla’yı dövmüştür. Yine de varlıklarını kocalarının varlığına bağlayan, onlara ve mücevherlere, eşyalara hayran kadınlar vardır ortalıkta. Rachel’in Bradley’e çizdiği tablo, evliliğin ne menem bir şey olduğunu bütün açıklığıyla koymaktadır ortaya: "Sen ne dediğini bilmiyorsun, Bradley. Sen onurlu bir insansın. Yalnız insanlar onurlu olur. Evli bir kadının onuru yoktur, tek başına kendini gösterebilecek düşünceleri yoktur. Kadın kocasının alt kategorisinde yer alır ve kocası isterse onun bilincine keder bile boşaltabilir, tıpkı suya boşaltılan mürekkep gibi."
 
Evlilik muhasebe hesaplarının seks oyunlarıyla eğlenceli bir sirke dönüştüğü bir kurumdur. Ama eğlence sonsuza dek sürmeyecek, yanlışlıklar komedyası büyük bir trajediyle son bulacaktır. Arnold’un Rachel’ın kafasına maşayla vurmasıyla açılan sahne, Rachel’ın aynı silahla kocasını öldürmesiyle kapanacak ve bu aile trajedisinin kurbanı da Bradley Pearson olacaktır. Cinayetin Bradley’nin üstüne kalmasının elbet bir sebebi vardır: “Evli insanlar başkalarını kurban ederler.” Kızkardeş Priscilla da kocasının genç bir kadınla evlenecek olmasının acısına dayanamayıp intihar etmiştir. Evli insanların trajedileri etrafa yayılırken, isabetsiz aşklar ortalıkta cirit atmaktadır. Arnold Christian’a, Christian Bradley’ye ilan-ı aşk ederken, kayınbiraderin de Bradley’ye âşık olduğu ortaya çıkar. Romanda tek karşılıklı ve 'gerçek' aşk ise, Bradley’nin başlangıçta biraz aptal, sarsak ve yapışkan bulduğu Julian Buffin’dir. Arnold ve Rachel’ın kızları Julian, Bradley’den edebiyat dersleri almak istemekte, Bradley ise onu sürekli atlatmaktadır. Ama bir gün karşılıklı oturup Hamlet tartıştığı Julian’ın ayaklarına bakıp onu ezeli ve ebedi bir aşkla sevdiğini anlayacaktır Bradley. Şimdi de Nabokov’un "Lolita"sına göz kırpmaktadır. Gerçi Julian on iki yaşında değildir ama bir an için Bradley’e on iki yaşındaymış gibi görünmüştür. Yaşanan aşk, romanın başına konulan anlatıcı önsözü vs. her şey Nabokov’la danstır. "Lolita"nın Humbert’i gibi yazdığı önsözle daha en başından kendisini aklamaya, olayları inandırıcı kılmaya çalışmaktadır Bradley. Yalnızca gerçeği anlattığını, anlatacağını, sanatın da yalnızca gerçeği yansıttığını söyleyerek okurlarını, anlatacağı hikayenin doğruluğu konusunda daha en baştan ikna etmeyi başarmış gibidir. Sanat ve gerçeklik üzerine felsefi nutuklar atar, sanatın ahlaki bir arınma olduğunu iddia eder... Romanın sonuna geldiğinde Julian’la yaşadığı şeyin gerçek bir aşk ve romandaki tek kusursuz varlığın da Bradley olduğuna inanır okur. Ta ki editörün romanın sonuna koyduğu dört adet sonsözü okuyana kadar. Rachel, Francis, Christian ve Julian’ın sonsözleri Bradley’in anlattığı kadar masum, ahlaklı, başarılı olmadığını söylemektedir. Üstelik sonsöz yazarlarının her biri, Bradley’in aslında kendisine âşık olduğunu iddia etmektedir. Francis ise Freudyen bir yorumla, Bradley’nin Hamlet okumasına benzer bir 'derinlik'te, Bradley’nin eşcinsel olduğunu ve aslında arkadaşı Arnold’a âşık olduğunu iddia etmektedir. Önsöz çökmüştür. Sanatın ve Bradley’nin birer sahtekâr olduğu gerçeğiyle karşı karşıyadır okur. Üstelik bunca tanıklıktan sonra doğruyu kimin dile getirdiği de hiç açık değildir. Görünen o ki sanatın erdemle, doğruyla pek bir işi yoktur. Kolayca şekil değiştirip başkalaşan bir dünyada doğruları söylemek sanatın da harcı değildir!
 
Murdoch, kendisi gibi yazar ve eleştirmen olan eşi John Bayley ile.
 
Tanrı öldü, ya Marksizm?
 
Murdoch, ilk romanı "Ağ"da Eros’u Londra sokaklarında yalnız dolaştırmaz. Ona pes etmek nedir bilmeyen bir peygamber eşlik etmektedir: Solcu. Romandaki tüm karakterlerin hayatına bir şekilde değen Solcu’nun Londra sokaklarındaki varlığı az biraz sarsak, beceriksiz, yolsuz yordamsızdır. Paranın ve seksin peşinden giden insan kalabalığının gündelik ahlakının ne olacağını Solcu söyleyebilir mi? Tanrı ölmüş olabilir ama ya Marksizm? Eros’la yıldızı pek de barışmayan, tanrının ölümünden de olsa olsa memnuniyet duyacak olan Marksizm, 20. YY.'ın umarsız peygamberi, oradan oraya koşturup insanları kurtuluşa davet etmektedir. İlk romanında Murdoch’ın evreninde gemi kıyıdan geri dönüşsüz bir biçimde uzaklaşmamıştır. Kitleleri daha iyi bir dünyaya çağıran insanlar, dinin yerini alacak dünyevi bir ahlak ve sorumlu bir yaşam düşüncesi vardır. Romanın kahramanı ve anlatıcısı James’in ucuz romanlar çevirerek sürdürdüğü asalak yaşamına son verip bir hastanede hademeliğe başlaması, dünyanın mucizevi bir yer olduğunu düşünmesi bunun bir göstergesidir. Solcu nihai sözü söylemese de onun da biçimlendirdiği, katkıda bulunduğu bir dünya söz konusudur. Henüz her şey Eros’un kanatları altında değildir. Çalışarak ve paylaşarak tadılacak bir yaşama sevinci vardır. Ve belki de 20. YY.'ın yoldan çıkmışlığına tek çare Marksizm’dir. 
Bu iyimserlik sonraki romanlarda acının hayatın gerçek özü olduğu düşüncesine bırakır yerini. Cinsel ve ekonomik savaşların kaldırdığı toz dumandan göz gözü görmez olmuştur. Bu kaos içerisinde tanrısız zamanların peygamberi bizim hakkımızda acı dolu bir gerçeği fısıldar kulağımıza: “İnsanlar şeytan değildir; çok daha karmaşıktır.”
 
Aksi olsaydı tanrı ölmez, Iris de yazmazdı. Öyle değil mi? 
 
Türkçedeki kitapları
 
"Ağ", Ayrıntı Yayınları
"Çan", İmge Kitabevi Yayınları
"Melekler Zamanı", Ayrıntı Yayınları
"Kumdan Kale", Ekin Yayınları
"Tek Boynuzlu At", Can Yayınları.
"İtalyan Kız", Remzi Yayınevi
"Kesik Bir Baş", Ayrıntı Yayınları.
"İkilem", İnkilap Kitabevi.
"Rüya Sakinleri", Ayrıntı Yayınları.
"Kara Prens", Ayrıntı Yayınları.