Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Türk edebiyatının adaletli sesi: Adalet Ağaoğlu
Nisan 2014

Türk edebiyatının adaletli sesi: Adalet Ağaoğlu

Türk edebiyatının usta kalemlerinden Adalet Ağaoğlu on sekiz yıl aradan sonra "Dar Zamanlar" serisinin dördüncü kitabı "Dert Dinleme Uzmanı"nı kaleme aldı. Bu hafta okurla buluşan kitapta Adalet Ağaoğlu toplumsal ahlakın bozulması, yozlaşması ve sonunda bireyin kendisinin bile farkına varamadığı değişim ve dönüşümü anlatıyor. Biz de on sekiz yıllık bu bekleyişin ardından Adalet Ağaoğlu'nun edebi dünyasına bir yolculuk yaptık...
ELİF TANRIYAR
 
Bazı kitaplar vardır yaşadığını, nefes aldığını hissedersiniz. Elinizi üstlerine koyduğunuzda nabız gibi atar. Sizin okumaya karşı koyamadığınız, okuduktan sonra da hayatınızı bir daha aynı olmayacak şekilde değiştireceğini bildiğiniz kitaplardır bunlar. Yalnızca sizi değil, bütün bir kuşağınızı etkiler. Üstünden yıllar geçse de toplumun ortak belleğinde iz bırakır ve kendinden sonra gelenleri de etkilemeyi sürdürür.
 
 
Pamuklara sarıp da sarmalamamız gerekecek kadar değerli yazarımız Adalet Ağaoğlu’nun "Dar Zamanlar Üçlemesi", işte bu tür kitaplar için en güzel örneklerden biri. Bu üçlemenin dışında her biri ses getiren başka romanlar, öyküler, tiyatro oyunları ve denemeler de yazmış olmasına rağmen, "Dar Zamanlar Üçlemesi"nin Ağaoğlu okurlarının gönlündeki yeri ayrıdır. Bütün bir Cumhuriyet'in ve yakın siyasal-toplumsal tarihin okunabileceği bu üçlemenin sonuncusu olan "Hayır"ın 1989 yılında yayımlanmasının ardından edebiyatseverler hep büyük bir umutla üçlemenin ardından gelecek dördüncü romanın çıkışını bekledi. Zaman zaman yazarın verdiği röportajlardaki bu dördüncü romana dair umut kırıntılarına tutunsalar da Ağaoğlu’nun uzun süren yazar suskunluğu nedeniyle bu umutlar da kırılmaya başlamıştı ki müjde geldi. Ağaoğlu uzun süredir beklenen, serinin dördüncü halkasını yazmaktaydı! Bu müjde gibi beklenen roman sonunda, yazarın yeni transfer olduğu yayınevi Everest Yayınları tarafından çıktı ve meraklı bekleyiş de dindi. "Dert Dinleme Uzmanı" adlı bu romanı anlatmaya geçmeden önce yazarın hayatının ve yazarlığının kilometre taşlarının üstünden geçmekte ve "Dar Zamanlar Üçlemesi"ni yeniden bir hatırlamakta fayda var...
 
Yazarlık hayatının köşe başları
 
23 Ekim 1929’da Ankara’nın Nallıhan kazasında doğar Adalet Ağaoğlu. Bir ağabeyi ve kendisinin ardından doğacak olan iki erkek kardeşiyle birlikte, dört çocuklu bir ailenin tek kızı olacaktır. Babası kumaş tüccarı, annesi ise Boşnak göçmeni bir ailenin güzel ve zevkli olduğu kadar okumaya da çok düşkün kızıdır; küçük Adalet de kitap okuma tutkusunu ilk olarak annesinden kapar. Cumhuriyet'in ilk kuşağından olan aile aydınlanma yanlısıdır. Kısa bir süre sonra Ankara’ya taşınılır ve Adalet Ağaoğlu liseyi Ankara Kız Lisesi’nde okur. İlk roman denemelerini ve şiirlerini o yıllarda yazmaya başlayacak, Orhan Veli ile dahi yazışacaktır. Liseyi bitirdikten sonra Ulus gazetesinde tiyatro eleştirileri yazmaya başlayan Ağaoğlu, Ankara DTCF Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girer. 
Üniversite yıllarında roman denemeleri ve dergilerde yayımlanan şiirler birbirini izler. Bu arada ilk ödülünü de üniversitenin öğrenci derneğinin düzenlediği şiir yarışmasından alır. 1951 yılında üniversiteden mezun olan Ağaoğlu, bir yandan radyo oyunları yazarken bir yandan da sınavla girdiği Ankara Radyosu’nda çalışmaya başlar. Ağaoğlu, burada 1970’e değin dramaturg, radyo tiyatrosu müdürü, program uzmanı ve radyo dairesi başkanı olarak çalışacaktır. Radyoculuğa başlamasında en büyük desteği, büyük bir gönül bağıyla bağlanacağı Refik Ahmet Sevengil’den görecek olan Ağaoğlu, ilk oyunu "Bir Piyes Yazalım"ın motivasyonunu ise Sevim Uzgören’den alacak ve bu iki insanın varlığı sayesinde hayatının yolu belirlenmiş olacaktır.
 
"Radyodaki Hayat Güzeldir" adlı sabah programı için çok sayıda oyun ve öykü yazan, bu arada "Bir Piyes Yazalım" adlı oyunu da Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sergilenen Ağaoğlu, oyun yazma bilgisini artırmak için bir süreliğine Münih ve Paris’te yaşamaya gider. En büyük tutkusu öğrenmek ve bir dünya aydını olmak olan Ağaoğlu için yurt dışı seyahatleri bir vazgeçilmez olarak yıllar boyunca sık sık yinelenecek, buralarda genç bir kadın ve aydın bir birey olarak özgürce yaşamanın tadını çıkaracaktır. Yurtdışındayken "Açık Perde" adlı oyunu yazar. 1955 yılında inşaat mühendisi Halim Ağaoğlu ile evlenir. O güne dek Sümer olan soyadı Ağaoğlu olarak değişen yazar, bundan sonra artık hep bu isimle tanınacak, Halim Ağaoğlu ile kurdukları sağlam temellere dayanan evlilik ise bugüne dek sürecek; Halim Ağaoğlu, Türkiye’de ‘bir kadın yazar’ın eşi olmak gibi zorlu olabilecek bir konumu üstlenmekle kalmayıp, eşine hayatı boyunca en büyük desteği verecektir.
 
Genç çift evliliğin ardından iki yıllığına ABD’ye gider. Ağaoğlu’nun burada edindiği izlenimler, henüz Türkiye bilincine girmemiş, kapitalizmin toplum üzerindeki dönüştürücü etkileri üzerine son derece bilinçlendirici olacak ve yazarın çoğu eserinde olduğu gibi özellikle "Fikrimin İnce Gülü"nde etkileri görülecektir. 1960'lı yıllar yoğun bir üretimle geçer yazar için. Yalnızca oyunlar ve öyküler yazmakla kalmaz, çok sayıda çeviri de yapar. Ancak 1969 yılında, TRT’de yayınına izin verdiği Sartre’a ait bir eser, kitap tanıtım programında komünizm propagandası yaptırdığı gerekçesiyle mahkemeye verilir. Devlet Tiyatroları'nda sahnelenmekte olan "Tombala" oyunu sahneden kaldırılır, TRT’de program yapımcılığından el çektirilir. Daha sonra yönetim kurulu kararıyla TRT’ye geri çağrılsa da yönetimden huzursuz olan Ağaoğlu, 17 yılın ardından bir daha dönmemecesine TRT’den 1970 yılında istifa eder ve kendini tamamen yazıya adar. Ancak yıllar boyunca defalarca gizli gözlerin üstünde dolaşmasından, sayısız haksızlığa uğramaktan da geri kalmayacaktır. Kimi zaman sahip olduğu düşünülen politik görüşleri nedeniyle kimi zamansa düpedüz mesleki kıskançlıklar nedeniyle dikilecektir bu gözler üstüne ve onu kovalamayı sürdürecektir. Oysa belli bir politik kimliğe sahip olmak gibi bir derdi yoktur Ağaoğlu’nun; o sadece aydın kimliğiyle hareket eden, doğru bildiklerini söylemekten, izlediği haksızlıkları kaleme dökmekten kaçınmayan ‘adaletli’ bir sestir sadece.
 
Peşpeşe gelen acılar
 
Böylece 1970'li yıllar artık yalnızca ‘evde’ yazmaya gömüldüğü yıllar olarak başlar onun için. Yine çok sayıda oyunun yanı sıra asıl olarak "Dar Zamanlar" üçlemesinin ilk halkası olan "Ölmeye Yatmak" adlı romanını yazacak ve kitap 1973 yılında yayımlanacaktır. 1974 de çok önemli bir yıl olur Ağaoğlu için. "Üç Oyun" adlı eseriyle Türk Dil Tiyatro Ödülü’nü kazanır, ilk öykü kitabı olan "Yüksek Gerilim" çıkar ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın (TYS) kurucuları arasında yer alır. 1975'te ise "Yüksek Gerilim" kitabıyla Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanır. Ne yazık ki yılın devamı ve ardından gelen birkaç yıl ona beklenmedik kayıplar ve acılar tattıracak, bu acılar hem bireysel olarak kendisini hem de yazarlık kimliğini derin bir şekilde etkileyecektir.
 
Önce ağabeyi Dr. Cazip Sümer’i yaya kaldırımında yürürken bir arabanın ezmesi sonucu kaybeder. Bu trafik ‘saldırısı’ tuhaf bir şekilde onun da hayatı boyunca peşini bırakmayacaktır. Aynı yıl kardeşi yazar ve oyuncu Güner Sümer’e de kanser teşhisi konulur ve tedavi için birlikte Londra’ya giderler. Ertesi yıl bir diğer çok ses getirecek romanı olan "Fikrimin İnce Gülü" yayımlanır. Ancak mesleki başarılarının yanında aile içindeki ölümler peşini bırakmaz. 1976 yılında babasını, ertesi yıl ise kardeşi Güner Sümer’i kaybeder. Bu büyük acıların ardından 1978’de "Sessizliğin İlk Sesi" adlı öykü kitabını, ertesi yıl ise "Dar Zamanlar" üçlemesinin ikinci romanı olan "Bir Düğün Gecesi"ni çıkarır.
 
1980'ler yeni bir roman ve ödül getirir yazara. Romanı "Yazsonu" çıkar ve "Bir Düğün Gecesi" romanı için Orhan Kemal Roman Armağanı ile Madaralı Roman Ödülü'nü kazanır. Ancak, 12 Eylül 1980 darbesi ülkenin tüm aydınları gibi onu da etkileyecektir. Önce "Fikrimin İnce Gülü" romanı nedeniyle İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nce yargılanır, ardından kitap toplatılır. Tam bunların üstüne YAZKO Edebiyat’ta "Bir Düğün Gecesi" ile ilgili haksız ve son derece tuhaf bir iftira çıkar. Sözde, "Bir Düğün Gecesi" özgün değildir ve Aldous Huxley’nin "Ses Sese Karşı" adlı romanından çalınmıştır! Mina Urgan, aynı dergide bu haksız suçlamayı Ağaoğlu lehine aklayacak bir karşılaştırma yazısı yazsa da, YAZKO’nun bu garip tutumu son derece yadırganır. 1982 yılında da annesini kaybeden yazar, aynı yıl içinde "Fikrimin İnce Gülü" ile ilgili davadan beraat etse de TYS kurucu üyesi olarak yargılanmaya başlar.
 
Bütün bu yaşanan acılar ve felaketler fazla gelmiştir Adalet Ağaoğlu’na. Ankara artık onun için ölümü ve haksızlıkları hatırlatan bir kente dönüşmüştür. O da eşiyle birlikte İstanbul’a taşınıp, artık hayatında yeni bir sayfa açmaya karar verir. 1980'li yılların ikinci yarısını yeniden yoğun bir üretimle geçirir yazar. Daha sonra İngilizce de yayımlanacak olan "Üç Beş Kişi" adlı romanının ardından daha önce görülmemiş bir tarzda yazdığı anı-romanı "Göç Temizliği"ni, ilk deneme kitabı olan "Geçerken" izler. Derken 1987 yılında "Dar Zamanlar" üçlemesinin son halkası olan "Hayır" adlı romanını çıkarır.
 
1989 yılının büyük bir bölümünü Viyana’da yeni eserler üstüne çalışarak geçirir. Dönüşünde 1991 yılında ilk olarak "Ruh Üşümesi" yayımlanır. "Ruh Üşümesi", cinselliği ve bir kadın-erkek ilişkisini merkeze alan yapısıyla hem içerik olarak o güne dek işlediği konulardan ayrışır hem de cesur söylemiyle yayın dünyasında ilgi uyandırır. 1992 yılında yine farklı bir kitap çıkagelir. "Gece Hayatım" yazarın rüyalarından yola çıkarak yazdığı farklı türde bir anlatıdır. Bir sonra yayımlanacak olan "Romantik Bir Viyana Yazı" ise yazarın bugüne dek çıkan son romanı olarak tarihe geçecektir.
 
1994 yılında TÜYAP Onur Yazarı seçilmesinin ardından 1995’te de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne değer görülür. Ödüller ve yeni üretimlerle geçen bu güzel birkaç yılın ardından hayatını ‘ondan öncesi ve ondan sonrası’ olarak nitelendireceği, son derece trajik bir olay gelir başına. 1996 yılının Temmuz'unda evinin yakınında, sahil yolunda bir bankta otururken kaldırıma çıkan bir arabanın çarpması sonucu ölümden döner. Türkiye’den Avrupa’ya uzanan sayısız ameliyat ve tedaviyle uğraşmak zorunda kalsa da bir daha asla eski beden kuvvetine kavuşamaz. Oysa özgür ruhlu Adalet Ağaoğlu için uzun yürüyüşler yapmak ruhunun ve varlığının en önemli ihtiyaçlarından biri, hem bir arınma hem de bir mutluluk aracıdır. Ne var ki artık bu en önemli mutluluk kaynağını da kaybetmiştir.
 
Bu kazanın ardından uzun yıllar yazmaya ara verir Ağaoğlu. Çok önemli bir şeyler değişmiş, eksilmiştir onun için. Ne var ki hayatla olan bağını da koparmaz. 1998 Eylül'ünde Anadolu Üniversitesi tarafından verilen 'fahri doktora' unvanının ardından aralık ayında Ohio State University tarafından aynı unvana değer görülür. Kalemi sessizleşmiştir artık belki Ağaoğlu’nun ama duyarlılığı ve bilinci değil. Bu bilinçle 1999 seçimlerinde ÖDP’den aday olur. Ancak partinin barajı geçememesi nedeniyle milletvekili seçilemez ve politika yolundaki bu ilk girişimi de bir daha tekrarlanmayacak bir son olarak kalır.
 
O yıllardan bu yana çeşitli edebiyat tartışmalarıyla adı yine sık sık gündeme gelse de Ağaoğlu’nun ‘yazar sesi’ pek duyulmaz. Ta ki uzun yılların ardından bugün, "Dar Zamanlar"ın son halkası olan "Dert Dinleme Uzmanı"nın yayımlanışına dek...
 
“İntihar etmeyeceksek içelim" 
 
Adalet Ağaoğlu’nun "Dar Zamanlar" üçlemesi olarak anılan ve üç başyapıtı olarak gösterilen "Ölmeye Yatmak" (1973), "Bir Düğün Gecesi" (1979) ve "Hayır" (1987) araya giren başka eserlerle birlikte birkaç yıl arayla yayımlansa da, birbirini tamamlayıp takip eden üç roman olarak okunabileceği gibi, ayrı ayrı kendi içinde bir bütün olarak da okunabilecek niteliklere sahiptir.
"Ölmeye Yatmak"ta Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarından, aydın bir genç kadının portresiyle karşılaşırız. Esnaf kızı Aysel, doçentliğe kadar yükselerek sınıf değiştirmiş olsa da, geleneksel toplumun baskıları ile kendi aydın ilerici fikirleri arasında bunalıma giren, o güne dek görülmemiş bir roman karakteridir. Tek bir otel odasında, belli bir saat toplamında yani, dar bir zaman ve mekanda geçen hikaye kahramanının geri dönüşleri ve zaman içinde sıçramalarıyla derinlik kazanır.
 
"Bir Düğün Gecesi" ise bu kez tek bir gecede, adını aldığı bir düğünün gecesinde geçen bir öyküyü, gecenin tüm konuklarının iç sesleri eşliğinde anlatır. Ancak bu romanın ağırlıklı baş kahramanı olan Ömer’in gözünden duyar ve dinleriz her bir iç sesi. Ömer ise bir önceki romanda tanıştığımız doçent Aysel’in kocasından başkası değildir. Ömer, karısının ihanetinin bilincinde olsa da, bu yenilgiden dağılmamaya çalışmakta, bir yandan da karısı Aysel’in yeğeni olan, düğünün gelini Ayşen’e karşı olan hislerini bastırmaya çalışmaktadır. İlk romanda gözümüze çarpan yalnızlık, sevgisizlik, iletişimsizlik, özgürlük arayışı ve ilişkilerdeki yozlaşmaya burada da rastlanır. Öykü, faili ve maktulü meçhul bir silah sesiyle sona erer. İntihar teması ise romanın bohem ruhlu aydın kahramanlarından birinin sık sık yinelediği “İntihar etmeyeceksek içelim bari!” cümlesiyle bu romanda da yinelenmiş olur.
 
Üçüncü roman olan "Hayır" 12 Eylül 1980 sonrası bir eser olarak daha farklı bir sese sahiptir. Aynı toplumdaki aydınlar gibi Doçent Aysel de kırılmış, dökülmüş biridir artık. Ömer’le olan evliliği bitmiş, üstelik Ömer bir süre sonra kendi yeğeni Ayşen’le evlenmiştir. Sevgilisi Engin ile de yolları ayrılmıştır. Aysel belki artık istediği özgürlüğü ve saygınlığı tamamen elde etmiştir ancak ne var ki bir anlamda yalnızlıkla cezalandırılmış gibi görünmektedir. O da kendisini dünya meseleleriyle ilgilenmeye adar. Romanın ilerleyen bölümlerinde Aysel’in beklendiği ödül törenine gitmemesi üzerine intihar etmiş olabileceği kuşkusuyla yakınlarının evine onu aramaya gelişine tanık oluruz. Aysel ortadan kaybolmuş gibidir. Bizse onu sisler içinde, romanın hayali kahramanı, Aysel’e göre yarının ideal insanı olan Yenins ile birlikte görürüz. Bu roman da bir belirsizlik içinde biter.
 
"Hayır" da ilk iki romanda olduğu gibi dar bir zamanda sabahla öğlen arası bir vakitte, dar bir mekanda bir kuaför salonunda geçse de, kahramanın anılarında yaptığı yolculuklar kadar bu kez hayalleriyle de genişleyip derinleşir. Bu hayali unsurlar ve karakterler nedeniyle bu kez post modern bir üsluba sahip olan üçlemenin son halkası, Cumhuriyet döneminin ilk ideal birey hayallerinin anlatıldığı "Ölmeye Yatmak"ın başlattığı hikayeyi, bozguna uğramış bu fikre alternatif olarak geliştirilecek bir yarının ideal insanı fikriyle bitirmiş olur.
 
Bu üç romanın üçünde de tüm bir Cumhuriyet serüveni kapsamında toplumsal ve bireysel değişimin öyküsünün yanı sıra esas olarak topluma yol gösterici bir meşale olması beklenen aydınların yaşadığı hayal kırıklıkları ve sancılar anlatılır. Cumhuriyet’in hedeflediği özgür ve ilerici fikirli aydın insan hayalinin toplumsal ve siyasi baskılar ve etkiler sonucu nasıl başarısızlığa uğradığının resmini çizdikten sonra ‘yarının ideal insanı’nın tasarımını yapmaya çalışır. Adalet Ağaoğlu, "Dar Zamanlar" üçlemesinde, 1938’den 1980’lere uzanan dönemin toplumsal, politik dönüşümlerini, aydınlar arasından seçtiği karakterlerin kimliklerine yönelik sorgulamalarıyla yansıtmayı seçmiştir.
 
"Kırbaçlanmış gibiydim"
 
Adalet Ağaoğlu’nun uzun yıllardır adeta nefesler tutularak beklenen ve "Dar Zamanlar Üçlemesi"nin son halkası olacağı söylenen "Dert Dinleme Uzmanı", öncelikle bu serinin diğer romanlarında da olduğu gibi bir şiir dizesi güzelliğindeki adıyla dikkat çekiyor.
 
"Hayır" kitabından yaklaşık 18 yıl sonra "Dert Dinleme Uzmanı"nı kaleme alan Ağaoğlu, kitabın yazılış sürecini şu cümlelerle anlatıyor: "Açıkçası, bir trafik saldırısına uğradıktan ve ikinci hayatıma başladıktan sonra özel hayatım büyük değişikliklere uğradı. Bir kere çok tiryakisi olduğum yürüyüşlerimi yapamadığım gibi ev hayatımızdaki değişimler, roman yazarken ihtiyaç duyduğum konsantrasyon sahibi olmama izin vermiyordu. Bu süreyi deneme ve değiniler yazarak, günlük defterlerimi 'Damla Damla Günler I, II, III' olmak üzere üç cilt halinde yazarak geçirdim."
 
"Bilgisayarla dostluk kurmam çok güç oldu," diyen Ağaoğlu, toplumsal ve siyasal alanlardaki değişim, dönüşüm sancıları, siyasal yönelimlerin iklimler içinde tekrarlanıp durmasının kendisini boğmaya başladığını anlatıyor: "Müthiş değer değişimleri... Her tarafta şikayet şikayet! Bende hasıl olan derin bıkkınlığı taşıyamaz hallerdeydim. Her şey dönüyor dolaşıyor benim gayrı meşru gördüğüm, darbe anayasasına dayanıyor. Tepeden tırnağa sivil ve demokratik bir anayasaya şiddetle muhtacız. Girişim var gibiydi; olmadı. Tekrarlar bıkkınlık verici. Kendimi ne zaman çaresiz hissetsem hep yazarak altından kalkmışımdır. Bu arada bir de bundan önceki yayınevimde 'Damla Damla Günler' ciltlerinin kendilerindeki üçüncü basımında başına gelenler, bundan dolayı yakalandığım psikolojik travma beni büsbütün kışkırttı. Kırbaçlanmış gibiydim. Her yandan dökülen dertlerin simgesel bir anlam taşımasını kafaya koyarak bilgisayarla boğuşmaya karar verdim. İçeriksel anlama da uygun bir kurguyu tayinde daha az güçlük çektim. Çünkü artık çılgınlaşmıştım. Bu da eşittir: Cesaret. Yarası olan gocunsun, dedim, basıp gittim."
 
Adalet Ağaoğlu, "Dert Dinleme Uzmanı"nı Aralık 2012'de yazmaya başlamış: "Romanın kurgusu bana yardımcı olabilirdi. Bir, bir buçuk yılda yazabileceğimi sanırken kitabı, ancak Ocak 2014’de bitirebildim. İki buçuk yıl mı ne, yani o kadar uzadı, ama bunda bilgisayarla dövüşmelerimin rolü büyüktür."
 
Not alma düşkünü
 
Kitabı elinize aldığınızda "İyi ki boğuşmuş ama vazgeçmemiş Ağaoğlu," diyorsunuz, zira zamanın ve mekanın yanı sıra karakterlerin adlarından da azade olan bir öyküyle karşı karşıyasınız bu kitapta... Yazarın bu tercihinin ardında ise zamanımızın ruhunun görsellikten yana olması yatıyor. Görsel şifrelerin birbiri ardına artan bir hızla akmasının birbirimize yabancılaşmamızla paralel devinim gösterdiği ve bizzat sebep olduğu zamanımızın ruhu sinmiş bu romana. Birbiri ardına akan görüntüler misali, öykü de birbiri ardına dizilen, birbirini çağıran çağrışımlar eşliğinde ilerliyor.
 
Ağaoğlu, her dert dökümünün simgesel anlam ve çağrışımları olduğunun altını çizerek, toplumsal ahlakın bozulmasını, yozlaşmasını ve sonunda bireyin kendisinin bile farkına varamadığı değişim ve dönüşümünü muzip bir dille anlattığı yeni romanında, bu kez bir editör-yazarın öyküsünü işliyor. Kahramanı aracılığıyla adeta dört bir yandan toplumumuzun her kesiminin ama özellikle de aydınların dertlerine tercüman oluyor. Yayınevinde çalışan bir editör, başkalarının kitaplarını titizlikle düzeltirken, içinden geçtiği çağrışım, anı ve hesaplaşma karmaşasıyla boğuşuyor ve bu süreçte yaşadıklarını da defterine kaydediyor. Sonuçta, metinlerin birbirine karıştığı yepyeni bir anlatım çıkıyor ortaya.
 
Öyküyü bu kez yazar-editörün yazdığı bir anı dökümünden izliyoruz. Roman, "Dert Dinleme Uzmanı" olarak tanınan editörün başka birine (bir diğer yazara) verdiği defterle başlıyor. Bu defter (ki bu arada Ağaoğlu’nun kendisi de sıkı bir ‘okul defteri’ ve bu defterlere notlar alma düşkünüdür) öykümüzün kahramanının çağrışımlarla ilerleyen yaşam öyküsünün yanı sıra hayata dair düşüncelerinin izdüşümlerini de içeriyor. Böylece Ağaoğlu daha en başta bir kez daha farklı bir kurguyla karşılıyor bizi. Bir aracıya teslim edilen defterin eşliğinde anlatılan öyküyle, bu kez de bir defter okuması zamanına sığdırılan bir öyküyü anlatmış oluyor.
 
Öte yandan daha en başından, henüz defteri okumaya başlamadan aracı tanığın bize ilettiği bilgiden editörün, defteri emanet etmesinin ardından intihar ettiğini de öğreniyoruz. Yani Ağaoğlu, üçlemesi boyunca başta Aysel olmak üzere kahramanlarını etrafında gezindirdiği ancak gerçekleştirmediği intihar eylemini, bu kez son halkayı oluşturan romanının kahramanına uygulatarak bir anlamda çemberi de kapatmış oluyor.
 
Editör kahramanımızın hayat hikayesinin farklı yönlerinin anlatıldığı beş bölümün birinde ilk ve son eşiyle yaşadığı kısa evliliğin ve dışişlerine bağlı bir tür insan hakları komitesinde sekreter olarak çalışan ‘Evrensel Kokteylci’ lakaplı kayınvalidesinin öyküsü çerçevesinde, Ağaoğlu’nda görmeye alışık olduğumuz kadın karakterlerin tersine iki kadın portresiyle karşılaşıyoruz. Sırf yazdığı kitabı yayımlatabilmek için editörle evlenmekten çekinmeyen genç ve havai eşle, onun babasından kocasına dek hayatındaki bütün erkeklerden baskı ve şiddet göre göre kendisi baskıcı ve kurnaz birine dönüşmüş annesi; Ağaoğlu’nun yüksek karakterli, ilim aşığı, aydın kadın karakterlerinin tamamen aksi bir yönüne düşüp, erkeklerin üstünde kendi cinsel cazibeleriyle hüküm kurmaya çalışan birer anti karaktere dönüşüyor. Anne karakteri adeta Doçent Aysel’in paralel bir evrendeki ters ikizi gibi, hayata aynı koşullarda başlayıp, benzer yollardan geçse de başka bir bilinçle gelişen bir karaktere dönüşüyor
 
Ömür boyu süren beceriksizlik
 
Aynı bu anne-kız karakterlerde olduğu gibi romanın tümünde sözde aydın çevrelere mensup ilim ve bilim insanları, üniversite üyeleri, akademisyenler, yayıncılık dünyasından kişilerin üstüne sinmiş ikiyüzlülük, benmerkezcilik, içten pazarlıklı kurnazlıklarla karşılaşıyoruz. Ego savaşlarının kıyasıya yaşandığı tüm bu çevrelerdeki yoğun iletişimsizlik, çıkarcılık, sevgisizlik ve bunların sonuncunda gelişen güvensizlik ortamlarına tanık oluyoruz.
 
Öte yandan romanda anlatılan öykünün kilit noktalarından birini de editörün kendi aile öyküsü oluşturuyor. Göçmen soylu, hali vakti yerinde bir aileden gelen editörün büyükbabası Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında yaşanan sıkıntının ardından huzuru çok sevdiği çiftliğinde oğlu, güzel gelini ve iki torunu ile yaşamakta bulmuştur. Ne var ki büyükbabanın huzurlu ve aydınlık yılları uzun sürmez ve bir süre sonra vefat eder. Editörün avukat babası ve hakim annesi ise bir yandan çocuklarını iyi yetiştirmeye çalışırken bir yandan da hukuksal konularda savaş vermekte olan idealist ve aydın insanlardır. Editörün güzel kız kardeşi de yine hukuk öğrencisidir. Ne var ki ailenin bu sevgi dolu ve güzel yaşamı bir gün beklenmedik şekilde anne, baba ve kız kardeşin bir trafik kazasında ölmesiyle sona erer. Üstelik bu kaza yanlış virajı alan bir askeri kamyon tarafından işlendiği için kaza tazminatı da editöre kalmıştır. Editör kendisine kalan büyük mirasa rağmen yaşamda yapayalnız kaldığı için ömür boyu sürecek bir kırıklık ve beceriksizlikle yaşamına devam etmeye çalışır. Bu öylesine bir yarımlık ve beceriksizliktir ki elini attığı hiçbir işi tamamlayamaz. Dedesinden ona kalan çiftliği önce adıyla müsemma bir huzur evine çevirmeye kalkar ancak yaşlılarını buraya bırakmayı ayıp sayan toplumsal gelenekler nedeniyle tek bir konuğu dahi olmaz. Derken önce karısı tarafından aldatılır, ardından da en yakın arkadaşlarından birinin çıkarcılıklarıyla baş etmeye çalışır. Bir yandan da kendi yakın çevresinde ona anlatılanlardan akademik çevrelerden yayıncılık dünyasına dek sözümona en aydın olması gereken çevrelerde yaşanan çekememezliklere tanık olur. Editör, daha doğrusu kendisine yakıştırılan lakabıyla ‘dert dinleme uzmanı’ ona anlatılan her bir derdi dinledikçe dönüşür, dönüştükçe hayata karşı yabancılaşıp iyice bunalır. Sonuçta da intihara sürüklenir.
 
Dışarıdan yüzeysel olarak aktardığımız bu öyküye baktığımızda aslında Ağaoğlu’nun tüm "Dar Zamanlar" üçlemesi boyunca aktarmaya çalıştığı Cumhuriyet tarihimizin toplumlar ve bireyler üzerindeki etkilerini ve özellikle de aydın bireylerin meselelerini editör kahramanı üzerinden yansıttığını görürüz. Bu kez üçleme boyunca tanıdığımız Doçent Aysel kahramanı yoktur belki karşımızda ama onun üçleme boyunca kafasına taktığı ve sonunda "Hayır"da ele aldığı incelemesi "Aydın İntiharları ve Geleceğin Başkaldırısı"nın direkt izdüşümüyle karşılaşırız.
 
Üçlemede de olduğu gibi dile ve dilde yeni arayışlara büyük önem veren Ağaoğlu bu kez bir erkek kahramanın gözünden anlattığı öyküsünde sarkastik bir üsluba yönelerek yozlaşmayı hicvetmiş. Üçlemenin diğer romanlarında da görülen yabancı dil kullanma özenticiliğine, aydınlanmayı Batı taklitçiliğiyle karıştıran kesimlere de yine tatlı tatlı dokunduran yazar, kitabın kapağında da yer alan sürrealist sanatçı Meret Oppenheim’ın başyapıtı sayılan "Kürk Kaplı Kahve Fincanı ve Kaşık" adlı eserinden de öyküsünün bir yerinde bahsederek, yaşanan tüm bu toplumsal değişim hikayesine de, hikayenin tonuna da yabancılaşma efektli bir tür gerçeküstü tat katıyor. Ve belki de en çok bir türlü başarılamayan Cumhuriyet aydını olma yaratımına bir tür ağıt yazmış oluyor.