Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Yolların Oğlu Amin Maalouf 70 Yaşında
Mart 2019

Yolların Oğlu Amin Maalouf 70 Yaşında

Amin Maalouf, Türkiye’de özel bir popülerliğe sahip. “Doğu’nun Limanları” ve “Semerkant”ın bir milyondan fazla sattığı biliniyor. Bir söyleşisinde babasının Osmanlı vatandaşı, doğum kâğıdının Türkçe olduğunu söylemişti. Annesi de Türk kökenli bir Mısırlı… 70. yaşgününü kutladığı bugünlerde, Milliyet Kitap olarak biz de Amin Maalouf’un eserlerine ve hayat hikâyesine yakından bakalım istedik.
Bülent Usta
 
Amin Maalouf, 1949’da Lübnan’da doğdu ve Badaro adlı farklı dini ve etnik kökenli insanların bulunduğu bir mahallede büyüdü. Ailesinin de farklı dini ve etnik kökenlere sahip olması, bir yazar olarak Maalouf’u tarih ve kimlik meselelerine yöneltti. Annesi Odette, Türk kökenli bir Mısırlı; babası Rüşdi, kökeni Bizans’a uzanan Melkite Katolik cemaatindendi. Anne ve babası
Lübnan’ın bir dağ köyündendi ve 1945’te Kahire’de evlendiler.Ailenin üçü kız, dört çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geldi. Babası gazeteci, şair ve klasik Batı müziği üzerine yayınlar hazırlayan bir entelektüeldi. Annesinin ısrarıyla, Lübnan’daki Fransız Cizvit okuluna gitti ve küçük yaşta, sonradan yazarı olacağı Fransızcayı öğrendi. Öğrenimine Fransızca devam ederek Lübnan’daki Saint-Joseph Üniversitesi’nde ekonomi ve sosyoloji okudu. Üniversiteden mezun olduktan sonra Beyrut’ta yayımlanan An-Nahar adlı günlük gazetede çalışmaya başladı. Büyük büyük amcası Moliere’i Arapçaya kazandıran bir çevirmendi, aile köklerinde Avustralya’da romancı olan David Maalouf ya da Brezilya’da şiirleriyle tanınan
Fawzi Maalouf gibi başka edebiyatçılar da var. Amin Maalouf, gazetecilik yaptığı yıllarda Indira Gandi ile görüştü, Etiyopya’daki devrime tanık oldu ve 1975’te Saygon’un düşmesiyle ilgili yazılar kaleme aldı. 1971’de, işitme engelli çocuklara yönelik bir enstitüde öğretmenlik yapan Andreé ile evlendi. Üç oğlu da Lübnan’da doğdu, şimdi Paris’te yaşıyorlar.
 
Lübnan İç Savaş’ı başlayınca, savaşmayı reddeden Maalouf, anne babasının doğduğu dağ köyüne kaçtı. O günü hiç unutamadığını, evlerinin önündeki bir çatışmanın ardından sokakta 20 civarında kişinin cesedini gördüğünü anlatan Maalouf, hamile eşi ve küçük oğluyla birlikte
bodrumda gecelemişti. Yaşadığı şok, kendisinin de o gün, eline silah geçse katil olabileceği gerçeğiyle yüz yüze gelmesiydi. “Etnik gerginlik, herkesin katilini yaratabilir” diyor yazar ve bütün liderleri iç savaş kışkırtıcılığından uzak durmaya çağırıyor.
 
Lübnan’dan göç etme fikrini kabullenmekte güçlük çekse de dedesi ve amcalarının Amerika’ya, Mısır’a, Avustralya’ya, hatta Küba’ya göç etmesinde olduğu gibi, dilini ve kültürünü okuduğu okullar aracılığıyla iyi bildiği Fransa’ya doğru 1976’da yola çıktı ve o günden bu yana Paris’te yaşamını sürdürüyor.
 
 
Yazamama Endişesi
Maalouf, adını ilk olarak bir tarih kitabıyla duyurdu. “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” 1983’te yayımlandığında bu denli ilgi göreceğini tahmin etmediğini söylemişti röportajlarından birisinde. Fransızca yazılan bu eser, kısa sürede başka dillere çevrildi. Kitabın başarısı,
bugüne kadar Batılıların gözünden anlatılan Haçlı Seferleri’nin Araplar tarafından nasıl görüldüğüne ve yaşanıldığına odaklanmasıydı. Kitabın bütün içeriği, Arap tarihçilerin ve vakanüvislerin tanıklıklarından oluşuyordu. Bu incelemeyi hazırlarken Maalouf, romanlarının da arka planını oluşturmaya başlamıştı.
 
Yazarlığa gazeteci olarak Arapça yazarak başlamış, sonradan kitaplarını Fransızca kaleme almış, yazdığı yedi romanı 20’den fazla dile çevrilmişti. Akıcı bir İngilizceyle konuşan Maalouf, kısa sürede uluslararası bir şöhreti yakalamıştı. 1993’te yayımlanan beşinci romanı “Tanios Kayası” ile Fransa’nın ünlü Goncourt Ödülü’nü almıştı. 1919’da Proust’un aldığı bu ödüle sahip olmak, Maalouf için büyük bir sevinç kaynağı olsa da, kendisinin de ifade ettiği
gibi, aynı zamanda yazar olarak ağır bir yükü omuzlarına bindirmişti. Bir söyleşisinde,
bu ödülü aldıktan sonra, daha önce yazdığı gibi huzurla yazamayacağından endişe ettiğini söylemişti.
 
 
İki Kültüre Ait
Akdeniz’in eski dünyasını, çeşitli dinler ve kültürlerin içinden anlatan Maalouf’un romanları, tarihi romancılığa başka bir soluk getirmişti. Bu farklılık, Maalouf’un tartışma yaratan “Ölümcül Kimlikler” adlı kitabında dile getirdiği gibi, kimlikler üzerinden yaşanan ayrımcılığa, ayrılık ve düşmanlıklara karşı çıkarak bütün kimliklerin ortak noktalarına işaret etmesiydi. Ona göre, Ortadoğu’nun tarihi, Batı ve Doğu’nun ortak tarihiydi, Batı ve Araplar arasındaki tarihsel ayrılık konusundaki görüşlere karşı çıkıyordu. “Ölümcül Kimlikler”de insanın içinin derinliğinde tek bir aidiyetin, kimliğin bulunmadığını, asıl önemli olanın, gerçek derinliğin kişinin ‘özgür
bir insan’ olarak benimsediği inanışlar, tercihler, kendine özgü duygusallıklar ve yakınlıklarla oluştuğunu dile getiriyordu. Bunu da kendisinden örnek vererek, Lübnanlı olduğu kadar Fransız olmasıyla, iki kültürün ve kimliğin arasında kalan değil, iki kültür ve kimliğe sahip oluşuyla anlatıyordu: “Yani bana soru soranlara sabırla Lübnan’da doğduğumu, 27 yaşına kadar orada yaşadığımı, Arapçanın anadilim olduğunu, Dumas ve Dickens’ı, ‘Güliver’in Seyahatleri’ni ilk kez Arapça çevirisinden keşfettiğimi ve çocukluğun ilk sevinçlerini atalarımın köyü olan dağ köyümde tattığımı, ilerde romanlarımda esinleneceğim bazı öyküleri orada dinlediğimi açıklıyorum. Bunu nasıl unutabilirim? Bunlardan nasıl kopabilirim? Ama öte yandan, 22 yıldan beri Fransa topraklarında yaşamaktayım, onun suyunu ve şarabını içiyorum, ellerim her gün onun o eski taşlarını okşamakta, kitaplarımı onun diliyle yazıyorum, o artık benim için asla yabancı bir ülke olamaz.”
 
 
Bir yandan Amin Maalouf, tıpkı 2000’de yayımlanan “Yüzüncü Ad” adlı romanındaki Baldassare gibi, dünyanın her yerinde kendini yabancı hisseden biri olduğunu söylüyor. Paris’te, eşi Andrée ile çeşitli kültürlere ait antikaların, eski kitapların bulunduğu evde yaşasa da kitaplarını Atlantik kıyısındaki bir balıkçı kulübesinde yazmayı tercih ediyor. Pek çok arkadaşı olmasına rağmen, kendisini son derece yalnız biri olarak görüyor. Tarih, edebiyat ve denemeleri dışında, operayla da yakından ilgileniyor. 2000 yılından bu yana yazdığı librettolar sahneleniyor ve eleştirmenlerden övgüler alıyor. Bugüne kadar dört libretto yazdı
ve onlardan 2000’de yazdığı “Uzaktan Aşk” ve 2003’te yazdığı “Adriana Mater” Türkçede yayımlandı.
 
 
Fransa’da yaşayan üç kız kardeşinin ikisinin piyano öğretmeni olması, Maalouf’un müziğe ilgisinin aileden geldiğine dair bir bilgi de veriyor aslında. Muhtemelen babasının klasik müziğe yönelik ilgisi, çocuklarına da geçmişti.
 
 
Roman Yazma İsteği
Maalouf, ilk kitabı her ne kadar tarih kitabı olsa da, gerçekte her zaman roman yazmak istemişti, zaten yazdığı tarih kitabı da eleştirmenlerin dile getirdiği gibi kurmaca eser özelliklerine sahipti. Bir söyleşisinde, gerçeklikten kaçmaya çalışan bir hayalperest olduğunu söylüyor; yaşadığı çağla ve toplumla uyumlu hissedemediği için başka çağlara ve tarihe ilgi duyduğunu, hayal gücüyle yaşanmış tarihi olayları canlandırmayı sevdiğini anlatıyor. İlk romanı “Afrikalı Leo”nun başlangıcında yer alan şu satırlar, bir yanıyla Maalouf’u da hiçbir yere ait olamayışındaki gizi de anlatıyor: “Ben, bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum ama Afrikalı değilim. Avrupalı da Arabistanlı da değilim. Ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim. (…) Ben yolların oğluyum. (…) Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyancası konuştuğumu duyacaksın; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim, benim dualarım. Fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrı’ya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün onlara
döneceğim.”
 
 
1985 yılında, tam zamanlı gazetecilikten ayrılarak bütün vaktini yazmaya ayırdı Maalouf. 1986’da ilk romanı “Afrikalı Leo”yu yazdı. Bu roman ona Fransız-Arap Dostluk Ödülü’nü kazandırdı. 1988’de “Semerkant”ı, 1991’de “Işık Bahçeleri”ni, 1992’de “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”ı, 1993’te Goncourt Ödülü’nü kazandıran “Tanios Kayası”nı, 1996’da “Doğunun
Limanları”nı, 1998’de “Ölümcül Kimlikler” adlı deneme kitabını, 2000’de “Yüzüncü Ad - Baldassare’nin Yolculuğu”nu, 2002’de Finlandiyalı müzisyen Kaija Saariaho’nun bestelediği opera için ilk librettosu “Uzaktan Aşk”ı, 2004’te Akdeniz Ödülü’nü kazandıran “Yolların
Başlangıcı”nı, 2006’da ikinci librettosu “Adriana Mater”i, 2009’da ikinci deneme kitabı “Çivisi Çıkmış Dünya”yı yayımladı.
 
 
 
Vahşi Hoşgörü
Amin Maalouf’un romanlarındaki çekicilik, yaşanmış ama unutulmuş kayıp bir dünyanın içinde, bir kişinin ya da olayın izini sürmesi ve bunu yaşanmışlıklara hayal gücünün sınırsızlığını ve etkileyiciliğini ekleyerek yapması belki de… Romanlarında her zaman bir yolculuk vardır, tıpkı Afrikalı Leo’nun “Yolların oğluyum” demesindeki gibi, gezgin bir karakter üzerinden yaşarız her şeyi. Gazeteciliğinden izler de görürüz romanlarında, çünkü her zaman
siyasi ve etnik bir gerginliğin içinden geçer karakterimiz. Ama yarattığı ya da tarihin derinliklerinden bulup çıkardığı ve canlandırdığı her karakter öylesine sahicidir ki yaşanmış
olanlarla hayal gücünden eklediklerinin nerede başlayıp nerede bittiği belirsizleşir. Ama asıl önemlisi, Amin Maalouf’un romanlarında ve denemelerinde üzerinde sıklıkla durduğu, günümüz insanının maddi ve manevi evrimi arasında açılan boşluk… Eleştirmenlerin dile getirdiği gibi ‘vahşi bir hoşgörü’yü dayatıyor okuruna, felsefi derinliği olan eğlenceli maceraların yer aldığı romanları aracılığıyla. Vahşi hoşgörüsü, iç savaşta tanık olduğu
şiddete karşı geliştirdiği insancıl duyarlılıktan kaynaklanıyor. Her şeye rağmen umudunu yitirmeyen bu duyarlılığı, “Çivisi Çıkmış Dünya”nın sonlarına doğru şu cümlelerle anlatıyor: “Öfkelerime ve kaygılarıma karşın, insanlık serüvenine hâlâ hayranım; canı gönülden seviyorum, kutlu sayıyorum… (…) Bizler Prometheus’un çocuklarıyız, yaratıyı devam ettiren emanetçileriz, evreni yeniden biçimlendirme işine giriştik ve yukarıda yüce bir Yaradan
varsa, onun öfkesini olduğu kadar, övüncünü de hak ediyoruz. (…) Geçmişte olduğundan daha ciddi ve daha ivedi bir biçimde kendimize ‘Böyle hızlı hızlı nereye gidiyoruz?’ sorusunu sorma vakti geldiyse, bunu vicdan azabı çekerek ya da kendimizi yererek sormamalıyız; ‘Çok
hızlı gidiyoruz!’, ‘Yolumuzdan saptık’, ‘İşaret noktalarını yitirdik’ demek değil dert, gerçekten bir soru sorup ona yanıt aramak.”
 
 
Amin Maalouf, yazdığı her eserle bir soru sorup ona yanıt arıyor, kimsenin bir kimliğe hapsolmadan dünyaya ve kendisine aracısız ait olabileceği bir geleceğin hayalini kurarak…