Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Bohemler sanayileşirse
Haziran 2014
Bohemler sanayileşirse
Ali Artun'un "Kültür İşçileri ve Prekarite" alt başlığını taşıyan kitabı, insanlığın ilk dönemlerinden itibaren var olan sanat ile emek, sanat ile sanayi arasındaki karşıtlıkları ve her iki kavramın da işlevsel farklılıklarını tarihsel tartışmalar ışığında ortaya koyarak ilerliyor.
MELTEM Ö. KORKMAZ
“Aslında sanat ve emek birbirine karşıt şeyler. Emek, amaçlı, yararlı, işlevsel, bilinçli ve akla dayalı bir iş; oysa sanat tam aksine, amaçsız, yararsız, bilinçsiz ve hayal gücüne dayalı bir yaratı.”
Kitap, Ali Artun'un bu cümleleriyle başlıyor; insanlığın ilk dönemlerinden itibaren var olan sanat ile emek, sanat ile sanayi arasındaki karşıtlıkları, her iki kavramın da işlevsel farklılıklarını tarihsel tartışmalar ışığında ortaya koyarak devam ediyor; nihayetinde ise sanat ile emeğin birleşmesini ve birbirine dönüşme sürecini açıklıyor. Bu iki kavramın dönüşüm süreciyle beraber dikkat çeken önemli bir kavram daha ortaya çıkıyor: ‘Güvencesizlik.’ Şimdilerde tercih edilen havalı deyişle; 'Prekarite'!
Ali Artun’un derleyip sunduğu bu kitap, son dönemde revaçta olan prekarite, kültür endüstrisi, yaratıcı endüstriler, kültür işçileri, sanatın finansallaşması gibi kavramları tartışmaya açıyor. Kitap yerli ve yabancı olmak üzere dokuz farklı yazarın makalesinden oluşuyor. Ve tabii sürpriz bir Paolo Virno röportajı da var.
Para kazanma becerisi
Küreselleşme ile beraber maddi somut üretimin yerini finansa bırakması, sıradan yaşamları bile önemli derecede dönüştürdü. Tabii sanat ve emek de bu dönüşümden nasibini aldı. En başından beri çatışma içinde olan bu iki kavram birbirine geçerek nihayetinde ‘bohemleri de sanayileştirdi'. Bu dönüşüm sürecini Ali Artun şöyle ifade ediyor: “Ve sonuçta sanat, yer yer, birçok sanat emekçisinin çalıştığı bir imalat halini alır. Bu dönüşümü en iyi ifade eden, Andy Warhol’un atölyesine ‘Fabrika’ adını vermesidir. Sanatın aslında bir girişimcilik, bir para kazanma becerisi olduğunu açık açık savunan da ilk odur.” Ve ardından yazar, günümüzde sanat imalatının en ünlü ve en zengin temsilcisinin Daimen Hirst olmasına da şaşırmamamız gerektiğini tembihliyor. Çünkü lüks moda markalarıyla ortak çalışmalar içinde bulunan ressam Daimen Hirst’ün para ve sanat konusunda kafası çok berrak: “Sanatçıların parayı düşünmesini o (Andy Warhol) kabul ettirdi. Yaşadığımız dünyada para büyük mesele. Aşk kadar, hatta ondan bile büyük”. Kitapta da benzeri örneklerden yola çıkılarak, dünyada olduğu gibi artık Türkiye’de de sanatlarını başka sanatçıların emeği ve çabası üzerinden üretenlerin hızla çoğaldığına dikkat çekiliyor.
‘Prekarya olmanın tadını çıkar!’
Sanatın endüstrileşmesi, sanat, tüketim, emek gibi kavramların artık aynı potada eritiliyor olması görece yeni bir süreç. En azından post-fordist, post-endüstriyel döneme ait olacak kadar yeni... Bu neo-liberal süreçle beraber hayatımıza yeni kavramlar da girdi. Bunlardan biri de prekarite. Prekariteyi en genel anlamıyla güvencesizlik kelimesi karşılıyor. Fakat güvencesizlik dışında başka birçok karşılığı var. Esneklik, geçicilik, belirsizlik... Angela Mitropoulus kitapta bu kavrama dair şöyle diyor: “Güvencesizlik için söylenecek kesin bir şey varsa o da sallantılı olduğu.” Peki bugünkü süslü deyimiyle prekarite, sanat emeğinin neresinde duruyor, onu nasıl tehdit ediyor? Bu kadar eski bir kavramın, yeni keşfedilmiş gibi süslenip, cilalanarak yeniden tedavüle girmesinin sebebi nedir peki? Yüzyıllardır yoksullar, savaş mağdurları, göçmenler, işçi sınıfı, ev içinde çalışan kadınlar prekarite denilen güvencesizlik ve belirsizlikle zaten boğuşuyorlardı. Peki, şimdi ne oldu da alevlendi bu konu? Cevabı A. Mitropoulus veriyor: “(...) Prekaritenin son zamanlardaki yükselişi gibi algılanan şey, aslında prekaritenin, onunla karşılaşmayı beklemeyenlerce keşfedilmesinden ibarettir." Oysa bu acımasız belirsizlik sadece kol emeği harcayan işçi sınıfı için vardı, sanatçılar için değil! Yanlış mı biliyoruz yoksa? İşçi sınıfı ile sanatçılar nasıl da aynı dertten mustarip olabilirler ki? Belki de gözden kaçan gerçek, sanat emekçilerinin de işçi sınıfının bir bileşeni olduğu gerçeğidir, olamaz mı? Yoksa sanat işçisi demek yerine kültür üreticileri demek daha mı havalı? Bakın Artun şöyle diyor: “Bu gibi dönüşümlerden hareket ederek, işçi sınıfı yerine ‘yaratıcı sınıf’, ‘kültür sınıfı’ gibi yeni sınıflar icat etmek ve proleteryanın prekaryaya evrildiğinden bahsetmek olsa olsa markalandırmaya benzer bir iletişim hilesidir."
Sanatın çileden çıkarıcı hafifliği
Böyle bir dönüşüm sürecinin sanatçıyı, sanat eserini değiştirmeyeceğini düşünmek en iyi ihtimalle saflık olarak değerlendirilebilir. Kitapta tartışmaya açılan ve dikkat çeken bir nokta da post-fordist sürecin bir sonucu olarak son dönem sanat eserlerindeki hafiflik. Hafiflikten kastedilen kelimenin her anlamıyla hafiflik. Sanat eserinin hem malzeme olarak hafifliği, hem de niteliğinin hayal kırıklığına uğratacak kadar hafif oluşu... Hele ki günümüzde sanat diye kabul edilen faaliyetlerin çoğunda bu hafiflik gayet net görülüyor ve hatta şöyle düşündürüyor: “Bu mu? Bu. Ha, peki.” Dieter Roelstraete’nin dediği gibi ya o çok övülen, 'minimalist zarafet' diye yutturulan sanat eserlerinin altında aslında estetik kaygılardan çok uzakta, ekonomik bir neden yatıyorsa?
Kitap işte bu türden sorulara cevaplar arıyor. Ayrıca bu derleme, yukarıda bahsi geçen iletişim hilelerini açık edip tartışmaya açtığı için de oldukça önemli bir boşluğu dolduruyor. Kitabın okuru bu ideolojik yeniden tanımlamalara ve telkinlere karşı uyanık olmayı öğütlediğini söylemekte fayda var. Makalelerin yazarları şimdilerde yaratıcı sınıf, yaratıcı endüstri, kültür sınıfı, şirket kültürü, kültür üreticisi, sanat pratiği, kalite grubu, kültür malları gibi dillere pelesenk olan pek çok kavramın cilalanıp parlatılarak sunulmasının altında yatan ideolojik telkin ve yanılsamaları eleştiriyor ve okuru bunu görmeye davet ediyor. Güvencesiz yaşamın çok tartışıldığı bugünlerde bu derlemenin daha da önem kazandığını belirtmekte fayda var.