Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Doris Lessing'in yaralı balıkları yüzmek istiyor
Ağustos 2016
Doris Lessing'in yaralı balıkları yüzmek istiyor
İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından Doris Lessing, romanında bireyin üzerindeki toplumsal baskıları ve bu baskılardan kurtulma mücadelesini, erkek egemen toplumda kadın olma deneyimi üzerinden anlatıyor.
ŞEBNEM SORAL TAMER
Doris Lessing’in romanlarının ardından bir okurun hafızasına kazınan en güzel anlardan birisi herhalde, onun 2007 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasının ardından gazetecilere verdiği tepki... Kazananın açıklanmasının hemen ardından evinin kapısına koşan onlarca gazetecinin ortasında, küçücük verandasının merdivenlerinde nasıl oturduğunu, bu satırları okuyan herkes anımsayacaktır. Üzerinde günlük bir elbise, uzatılan mikrofonlara cevap verirken duruma kendinin de inanamadığını açık eden, naif bir şaşkınlık ifadesi, buna eşlik edercesine sürekli alnına giden eli... Benzersiz bir sahneydi! İnsanların ne düşündüğü kimin umurunda; eğer bu kazanılabilecek en prestijli ödül olmasaydı, dünyanın tüm yayınevleri, tanınmış bir isim olsun ya da olmasın, o ismin kitaplarını basmak için aniden sıraya dizilirler miydi? Lessing’in o an itibarıyla verdiği görüntüyse üzerine apansız yapışan o sükse nişanının tamamen dışında, iyi eğitilmediği için aniden yükselen egonun çok uzağındaydı.
Lessing'in Türkçeye son olarak çevrilen "Son Aydınlık Yaz"ının ilk sayfalarını okurken bir Lessing hayranı olarak aklım sürekli o fotoğraflardaydı. Romanın başkarakteri Kate, sanki yıllar sonra yaşanacak o sahneyi biliyormuşçasına, bir bahçenin verandasında oturup kendi boğucu hayatına bakıyordu. Verandanın biraz ilerisinde duran, kocası Dr. Michael Brown’dı. Şehir dışından gelen arkadaşıyla konuşuyor ve Kate’in görmeye hiç alışkın olmadığı, muhteşem bir ruh haliyle, hafiflemiş hatta ‘uçuyormuş’ gibi yapıyordu bunu. Kate, romanda kendi hikayesini anlatmaya başlarken şunları söylüyordu: “Ne öğreniyorsak oyuz. Çoğunlukla uzun ve acılı bir süreç. Maalesef ve hiç şüphesiz, çok az şey öğrenmek için çok uzun zaman ve çok miktarda acı gerekir...”
Hayat sömüren aktiviteler
Lessing bu sözlerle romanda bir gerçeklik kapısı açıyor. Bu cümlelerin hemen ardından Kate, muhteşem görünen hayatının ve evliliğinin, o ana dek için için hissetmiş olsa bile, tüm acımasızlığıyla bir kafesten ibaret olduğunu anlamaya başlıyor. Mesela sürekli konferans ve seminerler peşinde koşan kocasıyla neden bir kez bile birlikte seyahat edemediğini kendisine itiraf edebilir hâle geliyor önce. “Çünkü evlilikler bazı basit fedakârlıklar gerektirir” diyor. Bunlardan birinin de yıllanmış evliliği kendine siper eden kocasının ‘konferanslar arası küçük kaçamakları’nı görmezden gelmek olduğunu biliyor. Çocuklarının üzerine düşüp, erişkin olsalar da onsuz yapamayacakları saplantısıyla ve sadece evinin sınırları içinde kurulan küçük dünyasında, günlük görevlerinin (yani bulaşık, çamaşır ve diğer ‘hayat sömüren’ aktiviteler) arasında debelenip duruyor.
Yaşama dönme reçetesi
İyi bir eğitim almış, birkaç dili birden konuşan, liseyi yaşıtlarından erken bitirmiş Kate, evlenmek yerine üniversiteye gitmekte ısrarcı olsaydı onu nelerin bekleyebileceğini hayal etmek istiyor. Ancak her girişiminde, komşu evlerin ‘kusursuz ev kadınları’, onu yaşadığı hayatın son derece normal, hatta olması gereken biçimde geliştiğine inandırıyor. Ne var ki bu yanılsama, Kate’in bir gıda konferansında simültane çeviri yapmasını isteyen bir arkadaşı sayesinde dağılmaya gebe kalıyor. Çünkü yaşadığı hayatın verdiği ağır sorumluluk hissi, Kate’i önce yaptığı işin en iyisi, sonra da özgür ve hatta yeniden âşık olabilen, para kazanıp eğlenebilen bir kadın hâline getiriyor. Böylece eve dönmek umuduyla çıkılan yolculuk, 40 yaşını aşmış, çocuk sahibi olup bu gerçeğin dışındaki her tür duygusal hak veya maceradan men edilmiş bir kadının hayata nasıl dönebileceğinin reçetesi oluveriyor.
Tabuları yıkmak
Yolculuğu boyunca geride bırakmak istediği büyük yükü hatırlatan ise neredeyse her gece gördüğü bir rüya oluyor. Soğuk, rüzgârlı bir havada, kayalıkların üzerinde duran Kate, yaralı bir fok balığı görüyor. Fok, çaresizce denize dönmek için çabalıyor ancak başaramıyor. Bu ağır, derisi kaygan balığı denize taşımak için geceler boyu boğuşan Kate’in yaşadıklarını okudukça, taşıdığının yeni hayatı mı, her yerinden kırılıp parçalanmış evliliği mi olduğunu, son rüya görülene kadar anlamanız imkânsız hale geliyor.
Doris Lessing’in roman boyunca Kate üzerinden anlattığı gerçekler kadar, kullandığı süsten uzak ve başrolü yaşananların derinliğine terk eden anlatım dili üzerine de sayfalarca yazılabilir. Hatta nihayetinde, kitabın tanıtımında olduğu gibi, bu kitabı politik bir tanımın içine sıkıştırmak da son derece mümkündür... Ben bunların hiçbirini yapmayacağım, çünkü bu Kate’in hikayesi. Kate ise içinde atom bombasından büyük bir enerji ve potansiyel taşırken, aynı anda koşmaya başladığı kocasını kilometrelerce geride bırakmış, yine de yıllarca ‘hükmen mağlup’ sayılmış bir kadının ve kadınların sureti. Orta yaşını alıp geçmiş, hayatın sonuna geldiğine inandırılmış bir kadının kanatlarını açıp tekrar uçmaya başlamasını, hatta hiç olmadığı kadar tutkuyla ve gayretle kanat çırpmasını okumak büyüleyici. Kanatlarından doğan rüzgârın tüm tabuları domino taşı gibi yıkması da cabası! Belki de önemli olan sadece bunu görüp Kate’e ve kavgasına sorgulamaksızın bağlanabilmek. Bir de o küçük verandada oturan, mütevazı ve bilge kadını asla unutmamak...