Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Edebiyatın İç Sesi
Mayıs 2019

Edebiyatın İç Sesi

Mine Özgüzel’in “Edebiyat Terapi” adlı kitabında klinik psikoloji çerçevesinden, kendisini etkileyen dünya edebiyatının önemli yazarlarına dair yazılar yer alıyor ve Özgüzel bahsettiği yazarlara dair derin bir farkındalık yaratıyor.
Bülent Usta
 
Edebiyat ve psikoloji arasındaki bağ öylesine derin ki psikolojinin Freud, Adler, Jung, Yalom gibi pek çok önemli ismi, düşüncelerini oluştururken edebiyattan esinlendiler, esinlenmekle kalmayıp edebiyatla ilgili yazılar kaleme aldılar, okudukları romanlardan örnekler verdiler, aralarında doğrudan edebiyat ürünü kaleme alanlar da oldu. 
 
 
Freud, “Ozanlar ve filozoflar, bilinçdışını benden çok daha önce açığa çıkardılar. Benim açığa çıkardığım şey, bilinçdışının incelenmesine yardımcı olacak bilimsel yöntemdir” derken, çocukluk döneminden itibaren okuru olduğu Shakespeare’i, lise öğrencisiyken çevirisini yaptığı Sophokles’i ve daha pek çok yazarı ve şairi düşünüyordu muhtemelen. Kendisine “Sizin ustalarınız kimlerdir?” diye sorulduğunda, kütüphanesindeki çoğu edebiyat eseri olan kitaplarını gösterdiği anlatılır.
 
 
Yazmanın ve okumanın terapötik ve iyileştirici etkisi üzerine çok şey yazıldı; kendimizi ve başkasını anlamaya ve anlatmaya yönelik olarak edebiyatın yeri, önemliydi her zaman.
 
 
Bugünlerde yayımlanan Mine Özgüzel’in “Edebiyat Terapi” adlı kitabı, bu açıdan güzel bir sürpriz. Klinik psikoloji çerçevesinden, kendisini etkileyen Virginia Woolf, D.H. Lawrence, Sartre, Kafka, Stefan Zweig, Dostoyevski, Albert Camus, André Gide, Simone de Beauvoir gibi dünya edebiyatının önemli yazarlarına dair yazıların yer aldığı kitap, hem bahsettiği yazarlara dair derin bir farkındalık yaratıyor hem de terapötik etki yaratacak denli, insanın bu yazarlar üzerinden kendisine ve çevresine başka bir gözle ve duyarlılıkla yaklaşmasının kapılarını aralıyor. 
 
 
Kendini kavramak
Mine Özgüzel, bir lise öğrencisiyken edebiyat sayesinde nasıl kendi iç sesini keşfettiğini, yine bu yazarlar ve özellikle eserlerinde ortaya koydukları o güçlü sezgileri sayesinde dünyayı anlama kapılarının nasıl açıldığını anlatıyor önce. Kendi okuma deneyiminde, felsefe hocasının kendisine önerdiği Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” adlı kitabı Sartre ve Simone de Beauvoir’a, onlardan Albert Camus’ye, sonra Lawrence, Wolf ve Zweig gibi yazarlara bağlantılar kurarak sıçramalar yaşamasına neden oluyor. Yaşadığı bu deneyimi, klinik psikolojiden edindiği bilgiyle buluşturarak bu ünlü yazarların iç dünyasına misafir ediyor okuru; o eserleri yazarlarken derindeki meselelerinin ne olduğunu, annesine ya da babasına düşkün oluşlarından, çocukluk travmalarından, taşıdıkları ruhsal patolojilerinden yola çıkarak anlamaya çalışıyor.
 
 
Bu durumu şöyle dile getiriyor yazar kitabın önsözünde: “Onlar kendilerini bulmalarının içinde bana rehber oldular. Nasıl oldular? Yaşamlarında bir sorunla karşılaştıklarında içlerine dönüp iç malzemelerini kullanarak özgün hikayeleri ile karşımıza çıktılar. Onların geçmişlerin yorumlayarak var olduklarını gördüm. Ben de içimdeki bütün duyguları tanımak, yaşamak istedim. Yazarlar bana en önemli meselenin yaşamdaki sorunlar karşısında farklı düşünebilmek olduğunu gösterdiler. O zaman kendi içimdeki sorunları anlaşılabilir, çözülebilir bir zenginlik olarak gördüm. Bir kitabı okurken, yazarı tanırken aslında kendi sorunlarıma çözüm bulmak ve kendi öğretilerime gitmek amacıyla okuyorum. Kendim kendimi anlayabilirim. Kendimi kavrayabilirim. Kendimi yaşayabilirim. Gerçeğin sadece bu olduğuna inanıyorum: Bir insanın, içbeniyle buluşmadığı ve kendi çabasıyla içsel varlığına dönmediği müddetçe var olamayacağına ve bunun çok değerli olduğuna inanıyorum. Benim için iç monolog, içiyle bütünleşmek yaşamsal bir gerçek.”
 
Bu yaşamsal gerçeğe nasıl ulaşılacağına ulaşılacağına dair yazarlardan örnekler, pek çok okuru terapötik etkisine alacak muhtemelen.
 
 
Her kadın biraz Woolf
Kitabın ilk yazarı Virgina Woolf… Woolf’un gaddar babasıyla ilişkisinin yazarlığını nasıl etkilediğini ya da anne aktarımı yaşadığı üvey ablası Stella’yla ilişkisine dair öğrendiğimiz şeyler, yazarın okuma deneyiminden yola çıkarak Woolf’un iç sesini duymamıza, eserlerini yazarkenki motivasyonuna ve kendini iyileştirme çabasına tanık olmamıza neden oluyor. Ama öncesinde kendi çocukluğundan, insanları izlemesine neden olan merak arzusundan bahsediyor yazar. Sanki şöyle demeye getiriyor: Her yazar ve o yazarların hikaye ya da roman kahramanları, hepimize benziyor aslında; her kadın biraz Woolf, her erkek biraz Lawrence, keşfetme cesareti gösterebilirse. Bilinçakışı mı dediniz, zaten onu yaşıyor olabiliriz; Woolf’un hayatını etkileyen kayıplarına ve bitmeyen yas sürecine benzeyen ne çok kaybımız var kim bilir baş etmekte zorlandığımız.
 
 
İç sesini keşfetmek
Peki ya cinselliği D.H. Lawrence’ın eserlerinden öğrenmeye kalkarsak? Lawrence’ın annesine düşkünlüğünü ve yaşadığı ödipal çatışmanın romanlarındaki bütün o romantik sahnelerin ardındaki asıl motif olduğunu öğrendiğimizde, kendi cinsel deneyimlerimize ya da günümüzde yaygınlaşan ilişki sorunlarına başka bir gözle bakma olanağına kavuşmamıza yardımcı oluyor yazar. Kitabın Sartre bölümünde ise dikkat çekici bir nokta var. Sartre’ın yaşadığı üç büyük travmayı ve bu travmalarla baş edişinde edebiyat ve felsefenin, daha da önemlisi yazmanın kendisine nasıl yardımcı olduğunu öğrendiğimizde, yaşadığımız talihsizliklere ve olumsuzluklara başka bir gözle bakabiliriz belki. 
 
 
Mine Özgüzel, tek tek yazarlar üzerinden hem kendi okuma / yaşama deneyimlerinden ve onlar aracılığıyla kendi iç sesini keşfedişinden bahsediyor. Hem de bütün bu keşifler üzerinden yaşadığınız ya da tanık olduğunuz çeşitli psikolojik meselelere, klinik psikoloji ve psikanaliz çerçevesinden bakış açıları sunuyor.