Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Hayatın içinden akan satırlar
Mayıs 2015

Hayatın içinden akan satırlar

Ahmet Tulgar, yeni öykülerini bir araya getirdiği "Duygusal Anatomi"de toplumun hassasiyetlerinin, kırılma noktalarının ve kırmızı çizgilerin bir fotoğrafını sunuyor okuruna.
"Duygusal Anatomi"
Ahmet Tulgar
Can Yayınları
Fiyatı: 12 TL
Öykü
 
 
BÜLENT USTA
 
 
"Duygusal Anatomi” kavramını dansta ya da psikolojide duymuşluğunuz vardır belki. Ahmet Tulgar’ın yeni çıkan öykü kitabı “Duygusal Anatomi”, kitabın tamamına yayılan bedenle kurulan ilişkinin ele alındığı öykülerle, bu kavrama, hayata bambaşka anlam pencereleri açarak edebi bir boyut kazandırıyor. Parçalı bir bütünlüğe sahip kitaptaki öykülerin açtığı pencerelerden hayata bakınca, bedenin daha çok acıyla ilişkisi göze çarpıyor, yaşadığımız toprakların etkisiyle. Kitabın ilk öyküsü “Nehir”de olduğu gibi, yazar bedenle duygu arasındaki ilişkiyi öncelikle 'su'yla kuruyor. Öykü, “Bu hikaye aslında suya dair,” diye başlasa da, bir erkeğin göğsünden aşağıya süzülen su damlalarını izleyerek, siyasi bir gerçekliğin bedendeki izlerini takibe dönüşüyor; şaşırtıcı bir kurguyla yapış yapış olmayan bir duygusallığın içine katıyor okuru. Ama hayır, mesele sadece kurgu da değil, öylesine bir yaşanmışlık var ki öykülerin içinde, yazar bize “Sesi göğsünden gelmişti. Kırgınlıkla göğüs arasındaki bu bağlantı: Duygusal anatomi. Böyle bir şey var, evet,” diye seslendiğinde 'eve dönüyormuşçasına' kendi göğsümüze dönerek o kırgınlığı derinden hissedebiliyoruz. Kitabın adını aldığı kısım da burası ve kitaptaki öyküleri okuduktan sonra, yazarın “Böyle bir şey var, evet,” sözüyle ne demek istediği daha iyi anlaşılıyor. Göğsümüzün içine sıkışmış bir şey var ve bazen oradan konuşuyor, hatta orada yaşıyoruz, farkında olmasak da... 
 
Malatya morgunda son
 
Tulgar’ı diğer öykücülerden, romancılardan ayıran en önemli özelliği, gazeteci kimliği olsa gerek. Öykülerin ardındaki gerçekliği bir gazeteci duyarlılığı ve gözlem gücüyle yoğuruyor çünkü. Bazı öykülerinde bir paragraflık uzun cümleler kursa da, anlaşılır ve kısa cümlelerle akıcı bir dili tercih ediyor genellikle. Öykülerini mutlu bir sonla bitirme ihtiyacı da duymuyor hiç, öykünün en yoğunlaştığı kısımda, yani olay örgüsünün 'düşüş' kısmına uğramadan 'zirve'de bitirebiliyor, göğsünüzde derin bir acı bırakarak. Ama göğüsteki o acı, yazarın “Nehir”de 'göğüs'ü tanımladığı gibi, dünyaya açılmak, karşı koymak, çarpışmak, sığınak, şefkat, arzu, şehvet, huzur, kahramanlık, bereket dahil hayatın kendisine dönüşebiliyor, Malatya morgunda sona erse de...
 
Zulmün haritası
 
Kitabın ikinci öyküsü “Libero (Pêxas)”daki öykünün tamamı bir imge olarak tasarlandığı için, diğer öyküler arasında başka bir yerde duruyor. Kürtçe 'pêxas', 'yalınayak' anlamına geliyor; eski çağlarda Kürdistan’da, özellikle Diyarbakır’da kentin ve halkın öz savunmasını üstlenen kişilere denirmiş. Sürekli dağlarda koşan, gelecek saldırıdan halkı haberdar eden pêxas’larla ilgili bu hikaye, Van’da bir hastane odasında yazıldığı için belki de, '90’larda dağlardan esen bir rüzgar sesi eşlik ediyor okunan cümlelere. Yine bir yumru takılıyor boğaza, acının göğüsten geçip gitmesi kolay olmuyor. Ama sadece acı yok öykülerde, bir dolmuş şoförü, bir operet ya da iyi niyetli bir sınır polisiyle hemhal olup gülümsemek, şaşırmak da mümkün. Kitaptaki öyküler, 'kahverengi mont'tan 'yağlı halka'ya, çeşitli imgelerle kuruyor kendisini. Bu yüzden öykülerin ardında hep başka bir şey olduğu duygusu eşlik ediyor. Satırların arasına gizlenmiş geçitler keşfetme ihtiyacı duyabiliyorsunuz okurken. Ama kitabın en ilginç ve yazarın hayata karşı duruşunu en açık eden öykü, “Zulüm Haritası” olsa gerek. Öykülerin çoğunda yazar ve anlatıcının aynı olduğuna işaret eden otobiyografik ayrıntılar, öyküdeki kahverengi kadife montun yazarın gardırobunda olduğunu düşündürtebiliyor. Montun astarına gizlenmiş olan şifreli kağıtta yazan şeyden çok, montun kendisinin simgelediği şeye odaklanıyor öykü. Eğer hava soğuk olsaydı ve öykünün kahramanı o montu giymeyi unutmasaydı, öykünün sonu da, hayatın akışı da başka türlü olacaktı. Bu arada, “Mrs. Dalloway” de geçiyor öykünün en heyecanlı yerinde, bütün örgüt bir başka montun astarındaki şifreli kağıt ele geçtiği için çökerken... Tulgar, zulüm görmüş olmanın bu topraklardaki anlamını da sorguluyor öyküde: “Zulüm görmüş olmak bırakın övünmeyi, kişinin kendini suçlu hissetmesine neden olur. Bir nebze de utanmasına. Katlanmış olması, katlanıp yaşamaya devam etmiş, intikam peşinde de koşmamış olması hasebiyle. Yani birisi zulüm gördüğünü söylüyorsa, inanın ona. Siz de.” Tulgar’ın öykülerindeki zulme inanmamak mümkün değil, çünkü o inanarak yazmış, utanç ya da suçluluk hissetmeden, suçlamadan ya da utandırmadan, olduğu gibi... Bir öyküsünde, “Yazar olmak için A4 gerekir, defter gerekir. Cezaevlerinde ancak bunları kullananlar yazar olur. Havaya yazanlardan ise sadece bazıları âşık olur, sevgili olur,” diye yazmış. Ahmet Tulgar, öykülerini sadece deftere değil, havaya da yazmış; hayatı 'çıplak' bir biçimde gözlemlemesi, insanın 'duygusal anatomi'sini çıkartması mümkün olmazdı yoksa. Zaten her öyküden sonra kitaptan başınızı kaldırıp havada yazılı olan, yani hayatın içinde akan satırları görmeniz olası, hatta 'zulüm haritası' içindeki kendi noktalarınızı da...