Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » New York’taki Kaf Dağı'nın ardı
Şubat 2015

New York’taki Kaf Dağı'nın ardı

Mustafa Ziyalan'ın "Çuvallama Ustası" 12 öyküden oluşuyor. Hepsi bir hayatın izini süren öyküler, bir tür otobiyografi ya da bir hekimin kendine uyguladığı tedavi olarak okunabilir.
Bülent Usta
 
Öykü, gittikçe hızlanan gündelik hayatın ardındakini, yani her şeyin her şeyi etkileyerek değiştirdiği ve yanılsamaların sakladığı detayları bulup çıkaran bir tür olduğu için bu kadar etkili. Mustafa Ziyalan’ın bugünlerde yayımlanan “Çuvallama Ustası” adlı kitabındaki öyküleri de, her şeyin içinden geçerek, geçerken topladığı tüm o detaylarla insanı kolayca başka bir boyuta taşıyabiliyor. Mustafa Ziyalan, annesinden ve babasından sanki kalıtımsal olarak kendisine geçen şairliği dışında resme, fotoğrafa, sanatın hemen hemen her türünün içinden, hatta İstanbul’dan New York’a şehirlerin, anların, anıların, insanların, sokakların içinden geçerek yazdığı bu öykülerle, her zaman sıkı sıkıya örtülü kalmış tozlu perdeleri açıp sokağa, yani hayata başka bir açıdan bakıyor, baktırıyor. İronik olduğu kadar ciddi, hüzünlü olduğu kadar neşeli bir bakış bu, ama büyük laflarla ağırlaştırmadan, sade ve derinlikli bir bakış...
 
"Yumuşacık olsun uykuların"
Mustafa Ziyalan, şiir yazmak kadar şiir çevirmeyi de sevdiği için, öykülerin içinde dolaşan dizeler de, ayrı bir boyut katıyor kitaba. Aslında bu boyut meselesi, parçaların birbirine eklenmesiyle oluşuyor; ülkelere ve şehirlere, şiire ve öyküye, geçmişe ve şimdiye bölünmüş yazarın varlığı, birbirine eklenerek bir bütünü oluşturuyor. Öykülerin neredeyse tamamı, kendi içindeki küçük küçük öykülerden, anlardan oluşmuş. Bazen, kitaba adını veren “Çuvallama Ustası” ya da “Mitsue”de olduğu gibi bir insan portresiyle bizi tanıştırıyor, bazen de çocukluğundan yalnızlığına otobiyografik detaylarla bir içsel yolculuğa çıkarıyor, ama ne anlatırsa anlatsın, anlattığı şey coğrafyadan siyasete parçalı bir bütünlük içerisinde var ediyor kendisini. “Çuvallama Ustası”nda, müdürüne 'ilkokulda öğrendiği gibi gülümseyen' Hüseyin’in özgür olmak için uyumasıyla, düşünde mercimek çorbası içmesi arasındaki ilişki gibi... Hüseyin, vitrininde tozlu bayraklar, tarih, coğrafya kitapları ve ölü sineklerin olduğu kırtasiyeden “Rüya Tefsirleri” adlı kitabını alıp evine gittiğinde, kitabın kapağındaki mavi gözlü, inci dişli bir kıza ait resmin rüyalarını nasıl etkileyeceğinden habersizdir mesela... Mitsue ile bir otobüs durağında ilk defa karşılaşırsınız ve bir gün size kahvaltıya gelip kahvaltı masasının fotoğraflarını çekerken Gottfried Benn’in şiirini hatırlayabilirsiniz, “Masaya alkole batmış bir kamyon şoförü yatırdılar” diye başlayıp, “Yumuşacık olsun uykuların / minik yıldız çiçeği” diye biten. Ama Mitsue’nin çağrıştırdıkları sadece bu değil, Wyeth’in tablosundan başlayıp Divine’ın mezarını aramaya kadar devam eden imgelerin izini sürüyoruz mesela. Mitsue de bir manastıra kapanıp huzuru arıyor bu arada. Öykülerin başka küçük öykülerden oluşması ve çağrışımları tetikleyen imgeler içinde yolunuzu kaybedip, kendi içinizdeki sokaklara sapmanız ve oralarda kendi küçük öykülerinizle karşılaşmanız, yazarın da istediği bir şey olmalı, çünkü kitap o zaman sizin dünyanızda 'biricik'leşerek anlamına kavuşuyor. 
 
İmgelerle örülü bir dünya
Kitabın son öyküsü, “Yedi Ölümcül Günah”, yedi öyküden oluşuyor. Yani daha çok kitabın içinde ayrı bir bölüm gibi. İlk günah, yani ilk öykü “Miskinlik”, New York’taki Kaf Dağı’nın ardında başlıyor, Ankara ve Almanya ile devam ediyor. Mekanlar ve kültürler, yazarın zihninde ve yaşamında olduğu gibi iç içe ve italik kısımlarla ayrılan bölümler, aynı sahneye başka açılardan bakıyormuş hissi veriyor; içerisi ve dışarısı birbiri içinde eriyor. Peki neydi miskinlik? “Almanya’da faşistlerin yeniden iktidara gelme olasılığı” mı, “Tüm kokuların arasında ölü balıkların kokusunu” duymak mı, hüznün ağır gelmesi ya da unutulmak mı? Yazar, “Ne olursa olsun hamamböceğine dönüştüğüm yoktu. Dünyamı bir de akasyalar sarıyordu,” derken unutuşun içindeki varoluşu tanımlıyor “Miskinlik”te. Öykülerin çoğunda yemekle ilgili kısımlar olması, renklerin, kokuların arasına tatları katabilmesi de ayrıca güzel. Yazar, 'kitabın umudu'nu dillendirdiği ve bir tür 'son söz' olarak kaleme aldığı “Artsöz”de yemeğin kendisi için neyi temsil ettiğini şöyle yazmış: “Türkiyeli mutfağın, mutfağımızın, renkli, etnik kökenlerini, etnik köşelerini korkmadan, utanmadan, sıkılmadan kucaklamasını, hepimizi ayrılık gayrılık gütmeden doyurmasını isterdim.” Ve yine “Artsöz”de büyük bir dilek tutmuş hepimiz için: “İsterdim ki hep çemberlerimiz tamamlansın, isterdim ki o eksiksizlik, o somluk duygusunu bir an için bile olsa tadabilmek umudumuz olsun.” 
 
Mustafa Ziyalan’ın bu öykü kitabını daha da özel kılan şey, belki de yazarın bir tür vasiyet bırakır gibi yazması, kendi hayatındaki anların içinden geçmesi. Bunların içinden geçerek insanlar için tuttuğu o büyük dileği, yani çemberi tamamlama arzusu içinde imgelerle ördüğü bir dünyaya buyur etmesi okurunu. Kitabın ilk öyküsü “Defter”deki gibi, Frankfurt Havaalanı’nda bir koltuğun üzerinde unutulmuş bir deftere benziyor hayatlarımız, açılıp okunmayı, hatta yazılmayı bekleyen... Kitabı okuduktan sonra anlıyor insan, o defterin neden bir havaalanında unutulduğunu; bu öykü kitabının, gerçekte unutulmuş o defter olduğunu...