Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Önünden geçip gittiğimiz hayatlar
Mart 2015

Önünden geçip gittiğimiz hayatlar

Paula Hawkins’in ilk romanı "Trendeki Kız", okura parçaları birleştirme fırsatı tanıyan, tansiyonu yüksek bir polisiye.
E. Nida Dinçtürk
 
Hayatımızın neredeyse üçte birini geçirdiğimiz toplu taşıma araçları... Göz göze geldiğimiz ya da gelmekten kaçındığımız, dakikalar hatta saatler boyunca süren yolculuklarda hayatlarına dair fikir yürütmeye çalıştığımız yolcular... Birbirimizin konuşmalarına misafir olan kulaklarımız ve telefon ekranlarına kayan gözlerimiz.... Kimi zaman karşımızda oturan yolcunun hangi kitabı okuduğunu görebilmek için uzayan boyunlarımız... Bir de her gün önünden geçip gittiğimiz ama kafamızı çevirip bakmaktan kendimizi alıkoyamadığımız ya da hep baktığımız yerde duran evler... Orada akıp giden, nasıl sürdüğüne dair aklımızı yoran birbirinden farklı hayatlar... Bazen pencere kenarındaki siluetler bazen de açık bırakılmış perdelerin ardından görünen bir-iki obje... Düşünmekten yorulmuyoruz. Akıl yürütmeye çalışmaktan ve merak etmekten de. Magazin ve sosyal medya endüstrisinin dünya üzerinde hiç aksamadan yükselmesinin cevabı belki de burada saklı. Fakat konumuz şimdi bu değil. 
Konumuz, Paula Hawkins’in ilk polisiye romanı; "Trendeki Kız". Romancılığa soyunmadan evvel 15 yıl boyunca gazetecilik yapan Hawkins, mesleki nimetlerinden faydalanarak can alıcı sorular soran, tansiyonu yüksek bir polisiye ile çıkıyor okurunun karşısına.
 
"Trendeki Kız", okurunu rahatlıkla içine çeken bir roman. Açıklaması basit: Hayatının önemli bir kısmını otobüslerde, trenlerde ya da gemilerde bir yerlere varmaya çalışarak geçiren herkesin aklından geçen soruları soruyor olması. Esas kız -ya da ‘trendeki kız’- Rachel, hepimizin oynadığı bir oyunun peşinde. Bu yüzden kolay özdeşim kuruluyor. Bu, yine de yazarın akıcı dilini yabana atacağımız anlamına gelmiyor. Hawkins’in kalemi, bir polisiyeye yaraşır akıcılıkta ilerliyor ve okurunu kendine bağlıyor. 
 
Her gün önünden geçtiğimiz evler
 
Yazarın “Her gün önünden geçtiğiniz evlerde aslında neler oluyor?” gibi bir soruyla açılışını yaptığı bu hikayede, Rachel için her sabah Londra’ya giderken ve akşamları eve dönerken yaptığı tren yolculukları, eğlenceli bir oyun barındırıyor: Yol üzerindeki evleri gözlemlemece. Bu, onun için o kadar rutin bir iş ki artık, her gün önünden geçip gitmekte olduğu evlere dair hikayeler uyduruyor, söz konusu evlerin sakinlerine kendince hayatlar kurguluyor. Özellikle gözlemlediği bir ev var -Rachel’in onlara verdiği isimlere göre- Jess ile Jason’ın evi. Bu ev Rachel için dikkat çekici çünkü, anılarıyla beraber geride bıraktığı ve trenle önünden geçerken bir hikaye uydurmak yerine gözlerini yummayı tercih ettiği eski evinin sadece birkaç bahçe yanında. Ve o evde Rachel’ın hâlâ tutkuyla bağlı olduğu eski kocası Tom, yeni karısı ve kızıyla yepyeni bir hayat sürüyor. Yani esasında bizim esas kız Rachel için işler o kadar da ‘eğlenceli’ gitmiyor.
 
Serim boyunca Rachel’ın tren yolculuklarında yaptığı gözlemlerle sınırlı kaldığımız hikaye, Rachel’ın kendisini bir anda tren penceresinden gözetlediği o evde yaşananların ortasında bulmasıyla düğüm noktasına ulaşıyor. Her şey, Rachel’ın her gün merakla izlediği o evin sahibesi Jess’in -ya da Rachel’ın bilmediği gerçek adıyla Megan’ın- ortadan kaybolmasıyla başlıyor. Megan esrarengiz bir şekilde kayıplara karıştığında Rachel, trenle geçerken gördüğü bazı şeylerin Megan’ın kayboluşunu aydınlatabileceğini düşünüyor. O sıralarda tüm hayatı zaten rayından çıkmış olan Rachel, çok geçmeden yaşananların kilit noktası haline geliyor. Rachel, zihni berraklaştıkça tüm düğümlerin çözümü olmakla kalmıyor, kendi hayatındaki kör noktaları da tek tek keşfetmeye başlıyor. 
 
Sinema uyarlaması da yolda
 
Bu sırada kitap, Megan’ın kayboluşundan itibaren, sadece Rachel’in anlatımlarıyla sürmüyor. Megan ve hatta Tom’un karısı Anna’nın anlatımlarıyla olay akışı, çok açılı bir hal alarak zenginleşiyor. Öte yandan aynı olayların farklı karakterler tarafından farklı tarihlerde anlatılıyor olması, okura ne olacağını önden söylese de nasıl olduğunu öğrenebilmesi için sabretmesi gerektiğini fısıldıyor. Bu yöntem, polisiye severlere keyifli bir okuma deneyimi vaat ediyor. 
 
"Trendeki Kız", hem kurgusuyla hem de üslubuyla benzerlerinden ayrılan taze bir polisiye. Soluksuzca okunan, okuruna ‘parçaları birleştirme’ fırsatı tanıyan sürprizli bir roman. Üstelik okuduğu aksiyonların beyazperdedeki yansımasını da izleyerek kıyaslama yapmayı sevenler için iyi bir seçenek. Zira "Trendeki Kız"ın film hakkı DreamWorks tarafından satın alınmış durumda. Bu da raflara henüz çıkan kitabın, çok geçmeden beyazperde de arzı endam edeceği anlamına geliyor. Meraklısına şimdiden müjde!