Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Sancılı bir yolculuk
Ekim 2014

Sancılı bir yolculuk

Mehmet Eroğlu "Geç Kalmış Ölü"de kaderini, memleketin kaderiyle bir gören, hayatını ancak ve sadece kurtarıcılıkla anlamlandıran devrimcileri anıyor.
E. Nida Dinçtürk 
 
Ünlü yazar ve senarist Mehmet Eroğlu ile gecikmiş bir kucaklaşma "Geç Kalmış Ölü". 12 Mart sıkıyönetimi ile yaşanan buhranlı günlerin devamında kaleme alınan roman, dönemin dinmek bilmeyen baskıcı atmosferi yüzünden yazıldıktan çok sonra okuruyla buluşabildi. Tıpkı yazarın birbirine yakın dönemlerde yazdığı diğer kitapları gibi... 
 
“Sonun başlangıcı! Bu basmakalıp, ama trajik olmaya özenmiş benzetmeye sessizce gülüyorum. Trajik olmak; eski huyum. Yine de her şeyin bir başlangıcı ve sonu olmalı. Sonun başlangıcı, Ankara’dan ayrılmam. Sonun sonu ise, bu sabaha karşı, saat beşte, İskenderun’da bu otel odasında noktalanacak...” Sene 1970’ler... Ayhan için tam da ‘sonun başlangıcı’. Eroğlu’nun yolculuğunda ise "Issızlığın Ortası"ndan bir sonraki durak. Bir devrime gönül verdiğini anladığımız Ayhan, ülkenin kıymeti bilinmemiş büyülü kentleri arasında, Antakya’dan İskenderun’a varan bir yolculukta. Aynı anda zamanda, ruhunda ve de zihninde de sürmekte olan bir yolculuğun ve sessiz bir kavganın ortasında. Zafer’i arıyor. Arayışındaki tutkudan anlıyoruz ki Zafer, Ayhan’ın ‘devrim kardeşi’. Belki de ruh ikizi ya da ardındaki ışığı görmeye çalıştığı bir anahtar deliği... Bu yüzden Ayhan’ın Zafer’i arama ve de Zafer’e dönüşme yolculuğu çok sancılı.
 
Ruhunun dağılan parçaları peşinde
Tehlikeli adamlar kadar, çocuk kadar saf adamların, efsunlu ve asil kadınlar kadar ucuz kadınların arasında da akıp giden bu ‘yolcu’ olma hâlini leziz bir polisiye üslubuyla aktarıyor Eroğlu. Fakat bu bir kendini kaptırma hâli değil. Kitabın damakta kalan tadı da bundan kaynaklanıyor: Soluk soluğa bir kaçış ve arayış içinde kabından ağır ağır dökülen, mayi bir karışım gibi öyküye dadanan, benlikle sürüp giden bir kovalamaca. Eroğlu, macerasının yanında okura çaktırılmayan ruh sancıları arasında dolaşıyor.
 
Ayhan’ın Zafer’in peşinde sürüklenip gittiği hikaye, geçmişin bitmeyen hesaplaşmaları, tehlikeli bir aile ve çaresizliğini bir duvar gibi kendi etrafına örmüş kadınların yolundan geçiyor. Hepsi Ayhan’ın yolunda uğranacak bir durak ve aranan ‘bütün’ün birer parçası. Ayhan’ın günlüğü gibi takip ettiğimiz, gün ve saat detayları ile anlatılan hikaye, nisanda geçiyor olsa da İskenderun’un o her zamanki ‘sonbahar’ sarılığı ilk andan itibaren hikayeye siniyor. Peki, Ayhan’ı Zafer’in peşine böylesine düşüren şey ne? Zafer’i öldüğünden emin olurcasına arayan Ayhan, hangi parçaları birleştirmeye çalışıyor? Cevap net: Kendi ölümünün peşinde, ruhunun dağılan parçalarını bir araya getirmeye çalışıyor.
 
Delilik ile aklıbaşındalık arasında
Mehmet Eroğlu’nun "Geç Kalmış Ölü"sü, ardında yazarın kişisel ve yazın hayatına dair yaraları da taşıması ve örneğine az rastlanan cinsten bir içsel yolculuk hikayesi olmasıyla, okurunu gerçek ile kurgu arasında sağladığı muazzam bir uyumla sarıyor. Hikayenin Nemrut’ta son bulan finali ise Ayhan’ın zihninde esen fırtınaların ardından, akıma dayanamayıp kapanan bir kapı gibi okurun yüzüne çarpıyor. 
 
Bir kentin denizle sınırında ve aynı zamanda neredeyse bir ülkenin diğer ülke ile sınırında geçen hikaye, aynı zamanda bir karakterin delilik ile aklı başındalığı, yaşam ile ölümü arayışındaki kararsızlığı arasında kalıyor. Romanda isimler ve zamanlar birbirine karışsa da aslında her şey tek bir sicime atılmış basit bir düğümden ibaret... Mehmet Eroğlu’nun romanı yıllarca geride kalmış buhranlı dönemleri, bir kuşağın ruhuna işlemiş kaygıları ve ‘içinden çıkamamazlık’ları anımsamak adına da büyük önem taşıyor.