Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Washington’da ekmek ve cinayet
Temmuz 2014
Washington’da ekmek ve cinayet
Elçin Poyrazlar'ın Washington’da bir Türk gazetecinin dahil olduğu, sırlarla dolu bir iktidar savaşını anlattığı romanında başkahraman yazarın kendisi gibi kadın bir gazeteci.
Bülent Usta
Başkahramanı gazeteci olan polisiyeler, diğer polisiye türlerine göre daha politik ve entrikalarla dolu olduğu içindir ki, polisiyelerden hoşlanmayan okurları dahi kendisine çekmeyi başarır. Bu tür romanlar, güncel meseleleri de işin içine katarsa, daha bir albenili olur. Tıpkı Elçin Poyrazlar’ın “Gazetecinin Ölümü” adlı romanı gibi. Yazarın Brüksel’de ve Washington’da çalışmış bir gazeteci olması, romanda geçen olayların gerçeklik duygusunu da artırıyor ister istemez. Mesela Washington’a gitmemiş olsanız bile, Washington’da gazetecilerin bulunduğu mekanları isim ve sokak adlarıyla yakından tanıma fırsatı bulabilirsiniz. Poyrazlar, Washington’da bir Türk gazetecinin dahil olduğu, sırlarla dolu bir iktidar savaşını anlatıyor romanında, kendisi gibi kadın bir gazeteci olan başkahramanının gözünden.
Karmaşık olaylar
Roman, Ülke adlı bir gazetenin Washington’daki muhabiri Selin Uygar’a gelen gizemli bir telefonla başlıyor. Telefondaki ses, Vedat adlı bir gazetecinin öldüğünü söylüyor. Romana adını da veren Vedat adlı 'gazetecinin ölümü', sırlarla dolu karmaşık olayların da fitilini ateşliyor. Casus filmlerinde ve romanlarında tanık olduğumuz pardösülü ve şapkalı gizemli bir adamın zaman zaman beliren varlığı, işin içine istihbarat örgütlerinin de dahil olduğu uluslararası bir komplonun, ABD’nin merkezinde yaşanan bir iktidar savaşının içine sokuyor bizi. Elbette, ABD ile ilgili bir komplo söz konusuysa, işin içine Ortadoğu girmezse olmaz ve silah ticareti üzerinden yaşanan kirli ilişkiler sarmalı, kadın gazeteciyi, Vedat’ın ölümünün sır perdesisini aralamaktan vazgeçmemesiyle, gerilimi roman ilerledikçe artan bir maceranın içine sokuyor. Cinayetin arkasındaki tehlikeli ilişkilerin varlığını hisseden Selin Uygar’ı, çalıştığı gazete bile engellemek istiyor. Romandaki en çarpıcı yan da, Selin Uygar’ın gazetecilik azminin, bir ölüm kalım mücadelesine dönüşmesi, yazdığı sürece hayatta kalabilecek olması.
Gazetecinin gözüyle
Gazetecilik ile edebi bir tür olarak roman, gerçekte birbirine oldukça yakın, çünkü ikisinin de dış dünyayı ve başka hayatları röntgenleme, gündelik hayatın içindeki olayları anlamlandırma, görülemeyeni gösterme ve yorumlama kaygısı benzeşiyor. Poyrazlar’ın, Washington’daki gündelik hayata dair verdiği ayrıntılar ve cinayetin ardındaki siyasi olayların inandırıcılığı, “Gazetecinin Ölümü”nü bir kurmacaymış gibi okumaktan fazlasını vaat ediyor. Zaten romanın dili de, gazetecilik dilinden beslenmiş daha çok, okuyanın kendisini Selin Uygar’la özdeşleştirerek, bir gazetecinin yazma kaygısını ve ruh halini, sürükleyici bir macera içerisinde duyumsamasını sağlıyor. Ama romanın adı, bir yandan da bir meslek olarak gazeteciliğin günümüzde yaşadığı çaresizliği dile getiriyor. Roman, her tür manipülasyonun ortasında hakikati arayan bir gazetecinin göze aldığı tehlikeler ve o tehlikelerle yalnız başına mücadele etmek zorunda kalışı üzerinden, gazeteciliğin günümüzdeki ölüm kalım mücadelesinde sığınabileceği tek yerin yine hakikat olduğunu da işaret ediyor aslında. Selin Uygar üzerinden gazeteciliğin bir meslekten çok yaşama biçimi olduğunu ve ahlaki ilkelerle hakikat arayışı arasındaki ilişkinin, iktidar savaşlarıyla kuşatılmış gazeteciliği kurtaracak tek şey olduğunu da başkahramanla birlikte sürükleyici bir maceranın içinde keşfettiriyor bize.
Ama nihayetinde bu bir macera romanı ve sıcak yaz günlerinde keyifle okunacak, okurken de kapalı kapıların ardında dönen dolaplar ve kirli ilişkilerin nasıl cereyan ettiğini bir gazeteci gözüyle izleyecek ve en önemlisi, basın özgürleşmedikçe iktidar savaşlarının nerelere varabileceğine tanık olacaksınız. Ayrıca Washington’da gazeteci olmanın gerçekte nasıl bir şey olduğunu da öğreneceksiniz. Romanın bir yerinde Selin Uygar şöyle tarif ediyor Washington’u: “Washington, gizli veya açık herkesin aynı fırında ekmek yediği küçük bir köydü. O fırının tek ürünü ise politikaydı.” Ekmek ve politika, her zaman bir ve aynı şey olmadı mı zaten?