Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » "Aşkı küçümseyen hayatı küçümser"
Mart 2015

"Aşkı küçümseyen hayatı küçümser"

Ahmet Altan "Kılıç Yarası Gibi" ve "İsyan Günlerinde Aşk" romanlarının hikayesini Balkan Savaşı’nı ve Bâb-ı Âli Baskını’nı anlattığı yeni romanıyla sürdürüyor
Murat Şevki Çoban
 
Ahmet Altan’ın 10. romanı "Ölmek Kolaydır Sevmekten", okurla buluştu. “Pek çok karakterin aşkla ve hayatla ilişkisini çok iyi anlattığı için,” adını Aragon’un dizelerinden alan roman, "Kılıç Yarası Gibi" ve "İsyan Günlerinde Aşk" romanlarının hikayesini sürdürüyor. Bab-ı Âli baskını, kolera, korku, ümit ve tabii ki aşk... Altan, toplumsal ve siyasal bir karmaşa dönemini Anya, Nizam Bey, Ragıp Bey, Dilara Hanım, Dilevser Hanım gibi pek çok kahramanın bireysel yaşamları, aşkları, şehvetleri, öfkeleri, hüzünleri ile birlikte anlatıyor. Ahmet Altan ile yazar kimliği, kadınların aşka bakışları, tarih ve iktidar hırsı üzerine konuştuk. 
 
Yaşar Kemal için kaleme aldığınız yazıda “Bir yazarı tanımak imkânsızdır” yazdınız. "Ölmek Kolaydır Sevmekten", size bir yazar ve birey olarak Ahmet Altan hakkında ne söyledi?
 
Stephan Zweig’ın yazarlar hakkında yazdığı çok güzel bir deneme vardır, orada yazarken yazarların kendilerinin bile tanımadığı bir adama dönüştüğünü söyler. “Daha sonra sorarsanız size nasıl yazdığını anlatamaz,” der. Ben de bu konuda bir iki yazı yazmayı denemiştim. Yazarken, sevişirken ve cinayet işlerken insanın kendisinden başka birine dönüştüğünü anlatmaya çalışmıştım. Bir roman yazarken, yazarın kendisi yok olur, onun bütün varlığı ve enerjisi yazdığı 'şeye' dönüşür. Yazdığı sahnenin bir parçası olur, anlattığı insanları duyar, görür. Bunu ancak kendisiyle bütün ilişkisini yok ederek, kendi varlığını silerek ve bir başkasına dönüşerek becerebilir. Ne yaptığını izleyemez ve bilemez. Onun için 'asıl' yazarı, yazarın kendisi bile tanıyamaz. Yazar diye normal hayatın içinde gördüğünüz insan, gerçek yazar değildir, bir anlamda onun temsilcisi, kopyası, dublörüdür. Onun için bütün yazarlar gibi ben de kendimi tanımıyorum. Tanıdığım kısmı ise çok sıradan biri.
 
"Kılıç Yarası Gibi" ve "İsyan Günlerinde Aşk" resmî tarihin dışına çıkan anlatısıyla pek çok tartışmaya yol açmıştı. "Ölmek Kolaydır Sevmekten" de bugüne gönderme gibi okunabilecek tezler içeriyor. Sizce dün ve bugün arasındaki bu geçişkenlik neden kaynaklanıyor?
 
İttihatçıların iktidar olduğu dönemde yaşananlar ile bugün yaşananlar birbirine çok benziyor. Büyük bir baskı, zulüm ve arsızca bir soygun. Abdülhamit’e karşı İttihatçılar’ı destekleyen Tevfik Fikret, daha sonra onların iktidarda ne hale geldiğini görünce "Han-ı Yağma"yı yazmak zorunda kalmıştı. Bütün paranın ve gücün devlette toplandığı, toplumun ise fakir ve güçsüz kaldığı ülkelerde hırsızlık ve zulüm tarihi uzun sürüyor. Biz yüz yıldır aynı tarihi, aynı dönemi yaşıyor gibiyiz. Onun için 100 yıl öncesinde yaşananları anlatınca, bugünü anlatmış gibi oluyorsunuz.
 
Romanın toplumsal ve bireysel olmak üzere iki tematik çizgisi var denilebilir. İçinde yaşanılan dönem, romanda veya hayatta, bireyin üzerinde ne kadar belirleyici oluyor sizce?
 
İnsanların duyguları binlerce yıldır hiç değişmiyor. Değişen bu duyguların ifade biçimi oluyor. Bugün sevdiği kadını affedemeyen bir erkek, 100 yıl önce yaşamış olan Ragıp Bey’in duygularını okuduğunda benzerliği görecektir. Bencil bir erkeğe âşık olan bir kadın, Anya’nın şaşkınlıklarını, tedirginliklerini kendi hayatında bugün de bulacaktır. Aşk ilişkilerinde insanların kendilerine, gururları ve kibirleri yüzünden çizdikleri çizgiler, bu çizgilerin içine kendilerini hapsedişleri ve oradan çıkamayışları bugün de aynıdır. İnsanın belki de en acıklı macerası, kendi hapishanesini kendisinin yapması ve kendine kurduğu tuzaktan kurtulamamasıdır. Toplumun yapısı, bu acıları değiştirmez ama daha koyulaşmasına ya da biraz daha hafif yaşanmasına yardım edebilir sanıyorum.
 
Anya ile bu kitapta tanıştık. Nasıl bir kadın? 
 
Anya’ya sezgileri güçlü bir erkeğin kayıtsız kalması imkansız. Sessizliğiyle, hiçbir çaba göstermeden, hatta kendinden uzağa iterek, erkeği kendi derinliğine çeken biri o. Kendi hayatında büyük bir sır taşıyan, kendisi bizzat bu sırrın kendisine dönüşmüş, kendisini cezalandırarak yaşayan bir kadın. Sevmemeye, âşık olmamaya, insanlarla ilişki kurmamaya uğraşan bir kadın. Bu kitabı okuyanların Anya’yı unutabileceğini sanmıyorum. En azından ben onu unutamayacağım... Epeyce uzun bir süreliğine benim hayatımı ele geçiren bir kadın o.
 
Romanda kadınların hakimiyet alanını- istisnalarla birlikte- daha özelle sınırlı okuyoruz. Bu dönemdeki kadınların sosyal durumlarından söz edebilir misiniz?
 
Yüz yıl önce kadınların sosyal hayata girmesi erkekler tarafından yasaklanmıştı. Onlar evlerine hapsedilmişlerdi. O yüzden neredeyse her duyguları ve davranışları gizliydi. Kadınları ne kadar sosyal hayatın dışına iterseniz itin, onların bir hakimiyet alanı vardır. Kadınların binlerce yıllık baskı altında geliştirdikleri yetenekleri ve güçleri var. Erkekleri en çok şaşırtan da onların bu gizli gücüdür. Bu gücün nereden kaynaklandığını anlayamadıkları gibi bu gücü nasıl yok edeceklerini de bilemezler. Her şeye hakim olduklarını sanırken aslında hiçbir şeye hakim olamadığını gören erkeğin şaşkınlığı doğrusu beni her zaman çok eğlendirmiştir. 
 
Peki, kadınların aşka bakışları değişiyor mu? Anya’nın, Mehpare’nin, Dilara Hanım’ın aşka bakışı bugünden çok farklı mı?
 
Hiç sanmıyorum... Aşkı küçümseyen hayatı küçümser. Yerçekimi gibidir aşk, dünya var oldukça var olacak. Kadınların aşkları hem birbirine benzer hem de birbirinden farklıdır. Daha doğrusu onların aşka yaklaşımı, bakışı, aşkı arzulaması ya da aşktan korkması birbirinden farklıdır. Ama âşık olduktan sonra birbirlerine benzerler. Romandaki bu üç kadın birbirinden tümüyle farklı üç kadın. Aşk bu üç kadına da farklı biçimde yaklaşıyor, hayatlarına farklı dehlizlerden giriyor. Âşık olduğunda kendi güçsüzlüğünü kabul etmen, hatta kendinden vazgeçmen gerekir. Bu üç kadın da, kendilerinden vazgeçmeyi reddederek âşık oluyorlar. Bu çelişkinin bütün sancılarını yaşıyorlar.
 
 
"İktidar isteği birbirine benziyor"
 
Hemen her romanınızda iktidar hırsı ve şehveti gibi bir temaya rastlıyoruz. Bazen özel bazen siyasal bazense toplumsal alanda iktidar mücadelesi insanı harekete geçiren ana etmen oluyor. Nedir hepimizi böylesi iktidar düşkünü kılan?
 
İnsanoğlu, varlığını bir iktidara sahip olarak kanıtlamak istiyor. Kadınların da erkeklerin de iktidar alanları var. O alanları ele geçirme, orada güçlerini sürdürme biçimleri ise birbirinden çok farklı ama iktidar isteği birbirine benziyor bence. İnsanoğlu belki de bütün zaafları içinde en zor bu zaaftan kurtulacak.
 
Orhan Pamuk "Saf ve Düşünceli Romancı"da, “Tarihî roman, geçmiş bir dönemin kelimelerini kullanmak çok zor olduğu için sınırlı bir biçimdir. Ancak yapaylığı ve sınırları ortaya konursa tarihî roman başarılı olur” der. Sizin roman, tarih ve yapaylık üzerine görüşünüz nedir?
 
O yazıyı okumadığım için Orhan Pamuk’un bunu hangi bağlamda söylediğini bilmiyorum. Onun için haksızlık yapmak istemem. Ancak dille ilgili kendi görüşlerimi söyleyebilirim. Geçmiş dönemin dili, bugünün sığ diliyle karşılaştırıldığında, bana çok daha zengin ve kullanılması çok daha kolay bir dil olarak görünüyor. Üstelik geçmişteki üst sınıfların, kelimenin tam anlamıyla sofistikasyonu, çürümeyi içinde besleyen parlaklığı ve bunun dile yansıyışı beni her zaman cezbeder. Böyle yanıcı bir çelişkiyi bugünün dilinde yakalamak çok daha zordur. Sınırlı değil aksine yazara çok geniş bir alan açan bir dil olduğunu düşünüyorum.