Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » “Deneme otobandan değil patikalardan ilerler”
Şubat 2015

“Deneme otobandan değil patikalardan ilerler”

Nurdan Gürbilek'in yeni kitabı "Sessizliğin Payı", kavramlara edebiyatın içinden bakan denemelerden oluşuyor. 'Adalet'i Dostoyevski'nin, 'vicdan'ı Tolstoy'un, 'merhamet'i ve 'kutuplaşma'yı Peyami Safa'nın penceresinden okuyan denemeler bunlar...
ÖZGE KARA 
 
Denemenin usta kalemi Nurdan Gürbilek, yeni kitabı “Sessizin Payı”nda okuru dış dünya ile kitaplar arasında bir yolculuğa davet ediyor. Gürbilek, kitap boyunca adalet, vicdan, merhamet, utanç, kutuplaşma gibi kavramları Dostoyevski, Tolstoy, Orhan Kemal ve Peyami Safa'nın aralarında olduğu dünya ve Türk edebiyatından çeşitli yazarların süzgecinden geçirerek ele alıyor. Gürbilek ile “Sessizin Payı”nda yer alan denemeler üzerine konuştuk. 
 
Son deneme kitabınız “Benden Önce Bir Başkası” üzerinden dört sene geçti. Bu dört yılı “Sessizin Payı” adına nasıl değerlendirirsiniz?
Her kitap öncekinin eksiğine yerleşiyor. “Benden Önce Bir Başkası”nda kitapları birbiriyle konuşturmaya çalışan denemeler vardı. “Sessizin Payı”ndakiler kitaplarla dış dünya arasında gidip geliyor. Bir yandan edebiyat okumaları bu yazılar, ama bir yandan da edebiyat dışındaki olaylar üzerine de düşünüyorlar. Edebiyat dışarıdaki dünyaya, dışarıdaki de edebiyata ışığını düşürsün istiyorlar. Bu ikisi birbirinin hakkını yemeden aynı yazının içinde nefes alıp verebilsin.
 
“Sessizin Payı” başlığı neyi simgeliyor kitabın bütününde? 
Üç şey vardı aklımda başlığı koyarken. Birincisi, Walter Benjamin’in tarihin bir zafer alayı, hükmedenlerin de kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçısı olduğu yolundaki sözleri. Tarihi bir el koyma tarihi olarak görüyor, bundan ölülerin bile payını alacağını söylüyordu. İkincisi, Terry Eagleton’ın bir cümlesi: “Konuşurken, kelimeler arasında, sessizliğe mahkûm edilmiş milyonların hatırasına bir sessizlik çekirdeği muhafaza edilmelidir.” Üçüncüsü de Orhan Koçak’ın yıllar önce “Defter” dergisinde yazdığı bir yazı: “Yokluğun Payı”. Bütün bunlara iki soru eklendi: Sessizin el konulan payını geri alabilir mi yazı? Böyle kurtarıcı ya da geri alıcı gücü var mı yazının? Ama naif-iyimser yorumlara karşı ikinci soruyu da sormak zorundayız: Henüz konuşamayanların ya da artık konuşamayacak olanların payını geri alayım derken ona bu kez kendisi el koyuyor olabilir mi yazı? 
 
Kitabın girişinde bir denemecinin önünde iki yol olduğunu söylüyorsunuz. Birincisi yakın izlenim ve deneyimin yolu; ikincisi ise kavramın yolu. Siz hangi yolu tercih ediyorsunuz deneme yazarken?
Denemenin bu iki yol arasında bölünmüş olduğunu söylemeye çalışıyordum. Yakın izlenim ya da deneyim olmadan deneme de olmaz. Soyut kavramlara itirazı vardır denemenin. Kavramın eleğinden uçup giden içerikleri kavrama yeniden hatırlatmak ister. Bu yüzden otobandan değil, patikalardan ilerler. Tekilin yolunu önemser. Bunu en iyi ifade edenlerden biri Adorno’ydu. "Denemeyi deneme yapan şey değişken, kısmi ya da geçici şeylerin düşünceye layık olmadığı fikrine yönelik itirazıdır," diyordu. Onu deneme yapan şey, kaya gibi yekpare kavramların boşluk bırakmayan düzenine başkaldırmasıdır. Bir konunun kaskatı bir araştırma konusuna dönüştürülmesine itiraz etmesidir. İçeriğinden iyice emin olana kadar kavramlara klişe muamelesi yapmasıdır. Ama diğer yandan kavramlar olmadan da deneme yazılamaz. İzlenimi işleyebilmek için, yazıyı gevşek bir izlenimler geçidi olmaktan çıkarabilmek için, hatta tekilin haklarını savunabilmek için bile kavrama ihtiyacı var denemenin. Bu yüzden bölünmüştür denemeci. Sadece kavramın yolundan gitse, yazı bir kavramlar geçidinden ibaret kalır. Ama sırf izlenimde ısrar ettiğinde de bir izlenim salatasına dönüşür. Bence bu parçalanmışlığa, bu gelgite sadık kalmaktan başka bir şansı yok denemenin. 
 
Bu kitabınızda alıntıladığınız ve değerlendirmeye aldığınız eserleri neye göre seçtiniz? İlişkilendirdiğiniz meselelerle nasıl örtüştü bu eserler?
Öyle planlı, programlı bir seçim değil aslında. Yazarlar bize zaten problemleriyle birlikte gelir. Eğer bizi bir şekilde yakalamışlarsa, o problemler bizim de problemlerimiz olur. Dünyaya biz de o problemlerin ışığında bakmaya başlarız. “Vicdan” sözünü duyunca ona bir de Tolstoy açısından bakarız örneğin, ya da 'merhamet' sözcüğüne Orhan Kemal açısından bakarız, 'utanç'a Coetzee’nin penceresinden bakarız, 'suç' ve 'ceza'ya Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sının ışığında bakarız.
 
 
"Kutuplaşma dramının yazarı Peyami Safa"
“Mağdurun Dili”, “Benden Önce Bir Başkası” gibi daha önceki kitaplarınızda incelemeye aldığınız Dostoyevski, bu kitabınızda tekrar karşımıza çıkıyor. Sık sık başvurduğunuz bir yazar olarak Dostoyevski’nin nasıl bir yeri var yazılarınızda?
Birbiriyle kolay uzlaşmayan soruları aynı anda sorabilmek gibi bir gücü var Dostoyevski’nin. Daha önce incinmişlik-gurur yarası-hınç üçgeninden bakmıştım yazdıklarına, ama bu kitaptaki yazı doğrudan 'yasa' üzerinden ilerliyor. Ünlü Raskolnikov sorusu: "Neden yasa koyucular kan dökünce suçlu olmuyor da, ben suçlu oluyorum?" Suçsa aynı suç, neden galipler değil de ben? Ama şu da bir Raskolnikov sorusu: "Nasıl oldu da elimi kana buladım? Kendi yasamı kendim koyayım derken nasıl bir cana kıydım?"
 
Bir denemenizde de Gezi Parkı Direnişi'ni hatırlatarak Peyami Safa’nın “Fatih-Harbiye” eserindeki “İki ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik” sözü üzerinde duruyorsunuz. 
Cumhuriyetin bir kültürel yarık üzerinde yükseldiğini söylüyor Safa. Bu yarılmaya kültüralist bir tanım getiriyor: Ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik. Zaten kendisini 'kutuplaşma dramı'nın yazarı olarak görüyor, bütün hikayeyi bu kültürel karşıtlık üzerinden okuyor. Tabii bunun bugüne düşürdüğü bir ışık var. 'Kutuplaşma' lafı son yıllarda bizim reelpolitik sözlüğümüzün de temel sözcüklerinden birine dönüştü. Gezi’yle birlikte, Taksim ve Fatih’in, Gezi ve Saraçhane parklarının bir kültürel karşıtlık zemininde ele alınmaya başlamasıyla birlikte, birçoğumuzun aklına gelmiştir herhalde “Fatih-Harbiye”. Ben o düşünceyi ilerletmeye çalıştım. Bir tür ikili okuma: Tamam, Fatih-Harbiye yarığından bugünün kutuplaşmasına bakalım, ama bugünden de “Fatih-Harbiye”ye bakalım. Bir kültürel yarılmanın romanı mı “Fatih-Harbiye”, yoksa bir ideolojik kurgunun mu? Ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik neye ışık düşürüyor, neyi görünmez kılıyor?