Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » "Hepimizin mutlu olabilme ihtimali var"
Temmuz 2014

"Hepimizin mutlu olabilme ihtimali var"

Barbaros Altuğ ilk romanı "Biz Burada İyiyiz" ile 'burada iyi olma ihtimalleri’ni deşiyor. Üç yakın arkadaşın Gezi'nin ardından başka bir şehirde başka bir yöne evrilen hayatlarını bir keşfe dönüştürürüyor.
HÜLYA AVTAN
 
Aralarında Ayşe Kulin, Hasan Ali Toptaş, Latife Tekin ve Mehmet Murat Somer'in olduğu isimlerin 'edebiyat ajanı' Barbaros Altuğ ilk romanı "Biz Burada İyiyiz"de üç arkadaşın Gezi olaylarından sonra hayatlarını değiştirmelerini anlatıyor. "Bu ülkedeki genç çocukların mutsuzluğu beni çok etkiliyor. Birazcık bunun nedenini deşmek, niye hep başka ülkelere gitmek istiyorlar onu yazabilmek istiyordum," diyen Altuğ'la bir araya geldik...
 
Roman yazma düşüncesi nereden çıktı?
 
Roman yazma düşüncesi bence çıkmıyor, çünkü o hep var içinizde, sadece zamanını bekliyor. Bir sürü şey var hayatta, para kazanmanız, bir sürü iş yapmanız gerekebiliyor. Ama bir şey yazabilmek hep kafanızın bir yerinde oluyor. Ve bu zamana denk geldi. Ben geçen seneden beri kafamda bir hikaye evirip çeviriyordum. Bu ülkedeki genç çocukların mutsuzluğu beni çok etkiliyor. Birazcık bunun nedenini deşmek, niye hep başka ülkelere gitmek istiyorlar onu yazabilmek istiyordum. Ama tam da somut bir neden bulamıyordum kafamda. Sonra Gezi oldu. O arada ben üç karakteri yazmaya başlamıştım zaten, ama Gezi olunca her şey yerine oturdu. Yani Gezi'de o büyük mutsuzluk patladı ve bu o romanı yazmamı hızlandırdı.
 
Doğru zamana nasıl karar verdiniz bu süreçte?
 
Doğru zamana karar veremiyorsunuz, romanın bittiğine bile karar veremiyorsunuz. "Bitti mi, bir şey daha yazmalı mıyım?" gibi... Anca roman çıktıktan sonra hiç tanımadığınız okurlar size iyi diyorsa o zaman ikna oluyorsunuz iyi bir şey yazdığınıza. Geri kalan hiçbir şey ikna edici olmuyor.
 
Türk edebiyatında nasıl bir yere koyabiliriz bu kitabı?
 
Ben genç edebiyat diye bir şey olduğuna inanıyorum. Bu genç edebiyat yaşla, dönemle alakalı değil. Daha keskin, daha vurucu, daha net, daha kısa belki. O yüzden son dönemde okuduğum ve çok beğendiğim kitaplar var. Hakan Bıçakcı'nın "Doğa Tarihi"ni, Emrah Serbes'in "Deliduman"ını, Kürşat Başar'ın "Yaz"ını çok beğendim. "Yaz" mesela çok genç bir roman, baktığınızda hep kısa, okurun doldurmasını gerektiren bölümler var. Hikaye hiçbir zaman tamamlanmıyor, klasik roman anlayışından farklı ve hepsi hayatın içinde geçiyor. Hakan Bıçakcı'nın kitabı plazalarda gördüğümüz bir kadının hikayesi. Hiç ilginç olmayan bir hikaye. Ama o kadar içimize dokunacak şekilde anlatıyor ki... Buraya koyabiliyorum ben kendi romanımı. Kuşakla alakalı değil ama anlatım dili ve bugün bizim anlayıp okuduğumuz dil üzerinden. Bu tür romancılarla aynı ruh haritasına koyabiliyorum en azından.
 
Romanın altında hep Gezi olayları var bir şekilde...
 
Çünkü bence sadece geçen ya da bu sene yazılan romanların değil önümüzdeki beş on senenin temel etkilerinden biri olacak bu olaylar sanatta. Çünkü biz hâlâ anlamaya çalışıyoruz. Hiç kimsenin tahmin etmediği bir şeydi Gezi. Bir günde başladı ve sadece Türkiye değil, dünyanın her tarafında Gezi diye bir kavram var artık. Hala tam olarak anlayamadığımız bir şey. Filin bacağını tutabiliyoruz şu an. Bunu anlayabilmenin en iyi yolu sanattır aslında. Her biri başka bir yerden anlatıyor Gezi'yi, benim anlattığım başka bir Gezi, Emrah Serbes'inki başka. Fazıl Say'ın olağanüstü bir bestesi var. Tüm bunlar aslında Gezi'yi anlamaya yönelik, herkes yaptığı işle bütünleştirmeye çalışıyor. Gezi çok uzun zamandır büyük bir umutsuzluğun, bastırılmanın sonucu. En önemli şey burada gençlerin kendini böyle hissetmesi. Sonra başka insanlar da onlara destek olup kendi memnuniyetsizliklerini dile getirmeye başladılar. Bu insanlar beraberce hayır diyebileceklerini gösterdiler. O nedenle de belki hemen değil ama Gezi Türkiye'yi değiştiriyor. Öyle olmasa, muhalefetin cumhurbaşkanı adaylarının ilk gittiği yer Gezi Parkı olmazdı. Bu bir mihenk noktası artık. Gezi anlaşılmadan, ne politika ne sanat yapmak mümkün değil.
 
Hikayenin temelinde 'unutmayalım diye yazdım' var sanki...
 
Yazmak aslında hatırlamak demek bence. Hiçbir şeyi unutmuyoruz, sadece hatırlamamayı tercih ediyoruz. Özellikle bizi mutsuz eden anıları. Yazmak ne yazık ki bunları hatırlamak demek. Bir de Türkiye çok unutmakla malul bir ülke. Her şeyi unutup belki de mutsuz olmamayı tercih eden bir ülke, çünkü çok acılar geçirmiş bir ülke. Hâlâ yüz yıl öncesiyle hesaplaşamıyoruz. Halbuki sağlıklı bir toplum hesaplaşarak, af dileyerek gelişebilir. Türkiye'deki temel gerilim o. Konuşmak zorundayız, bunun için de unutmamak zorundayız. Gezi'de neler oldu? Bu çocuklar hâlâ niye mutsuz biz bunu hatırlamak zorundayız ta ki onları mutlu edene kadar. Çünkü bu ülkedeki çocuklar mutlu olmazsa yaşamayacağız. Bu kadar basit bir şey.
 
Bu yüzden mi roman umutlu bitiyor?
 
Evet umutlu bitiyor, çünkü umudu olmamasının imkanı yok. 20 yaşında çocuklar Gezi'yi yaptılar. Bundan daha büyük bir umut yok bence. Hiçbir ülkede birbirini hiç tanımayan çocuklar kalkıp da Gezi kadar umut veren bir şey yapamıyorlar. Birbirinden çok farklı olan çocuklar beraber bir şey yapma gücünü gösterdiler bize. O yüzden çok umutluyum tabii, çünkü onlar bu ülkeyi daha iyi bir yere getirecek, yirmi sene sonra daha iyi insanlar olacağız diye düşünüyorum.
 
Bir röportajınızda sizi eleştirebilecek eleştirmenin nitelikli bir eleştirmen olması gerektiğini söylüyorsunuz.
 
Evet öyle olmalı, çünkü ben eleştiri yazıları da yazdığımdan keskin okları çekiyorum üzerime. Ama eleştirilerimde bütün dünya edebiyatını çok yakından izliyorum. Dünyada kitaplar yayımlanmadan okuyorum. Temel sorunsalı nedir şu andaki edebiyatın, biliyorum. O nedenle bir şeyi eleştirdiğimde bunları bilerek ve onlar üzerinden eleştiriyorum. Böyle bir eleştirmen varsa Türkiye'de evet beni eleştirsin. Fakat ne yazık ki Türkiye'deki eleştirmenlerin neredeyse tamamı demode, dünyadaki edebiyatı takip etmeyi bırakın, Türkiye'dekini takip etmeyen sadece oynayan, 'fake' eleştirmenler. 
 
Peki bir eleştirmen olarak aynı zamanda kitap yazmak nasıldı?
 
Hiç düşünmedim onu. Ben çok da iyi bir okurum aynı zamanda. Bir okur bundan memnun olur mu diye düşündüm bitirdiğimde. Sıkılmasınlar, hızlı okusunlar ve çok net bir hikaye olsun istedim. Bitirdiğinde insanların içinde bir duygu kalsın, ona ne oldu buna ne oldu değil. Beğensinler diye değil, içlerinde bir şey harekete geçsin istiyorum ben. Bilhassa genç okurların.
 
Eşcinsel bir karakter de vardı kitapta. Türkiye'de eşcinsellik son yıllarda daha konuşulabilir oldu. Bu noktada siz ne düşünüyorsunuz?
 
Kitaptaki çocuğun da çocukluktan beri gelen dertleri var, en yakın arkadaşı da eşcinsel ama evleniyor mesela. Türkiye, çok uzun süre bunu gizleme baskısı uyguladı eşcinseller üzerinde. Gezi'de eşcinseller en çok sesi çıkan ve en cesur gruptu aslında. Bu oradaki diğer tüm grupları çok etkiledi. Eşcinsellere bakışı değiştirdi, geçen seneki ve bu seneki yürüyüşte yüz binlerce insan vardı. Gezi'den sonra toplumun başka kesimlerinden destek geldi. Bugünlerde bir haber çıktı gazetelere mesela Aydın'da bir mahkeme eşcinsel ilişkinin 'doğal olmayan ilişki' tanımından çıkarılması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Daha önce konuşamadığımız pek çok şeyi konuşabiliyoruz. Elbette eşcinsellerin pek çok zorluğu var. Ama toplumun diğer kesimleri eşcinsellere haklarını verceğiz demek zorunda bu da yavaş yavaş veriliyor. En önemli şey kanundur eşcinsel hakları konusunda. Ben Türkiye'de zannedildiğinden çok daha önce eşcinsel evliliğin kanunlara koyulacağını düşünüyorum.
 
Kitabın başlarında karakterlerin mutlu olabilme ihtimalleriyle ilgili bir cümle geçiyor. Mutlu olabilme ihtimali neye bağlı?
 
Mutlu olabilme ihtimalini bence 20'li yaşlarda sorgularsınız. Onun için o yaşlarda daha coşkulu ve cesur olur ve o ihtimalleri araştırırsınız. Bu o anınıza çok bağlıdır. Hepimizin mutlu olma ihtimali var. Sadece o mutluluk anlarında önümüzün kesilme ihtimali çok var Türkiye'de. Berlin'de belki olmayan o. Burada sadece hükümet, polis vesaireden bahsetmiyorum, arkadaş, aile, içinize atılmış DNA tohumları o ihtimali setlerle örüyor. Gezi'deki şeylerden bir tanesi buydu. 'Bu setleri kaldırın, biz burada mutlu olalım.'
 
"Başucu kitabım 'Tiffany'de Kahvaltı"
 
Peki neden Berlin?
 
Birkaç nedenden dolayı. Bir; yazarken çok fark etmedim ama ortalarına geldiğimde gördüm. Benim başucu kitabım "Tiffany'de Kahvaltı"dır. Orada Holly Golightly ve Fred denen eşcinsel, yazar olmaya çalışan bir çocuk var. Neredeyse benim kitaptaki iki karakter. Yasemin çok Holly'dir, çünkü aklına estiğini yapabilen bir kızdır. Truman Capote'un bunu yazarken çok etkilendiği karakter Sally Bowles, Ishirwood'un hikayelerindeki, oraya doğru bir izlek var aslında kitapta. İki; Berlin'de böyle bir hikayeyi yaşama imkanı hâlâ var. 1920'lerden beri bir özgürlük adası Berlin. Her zaman baskı rejimlerinde ilk Berlin yok edilmeye çalışılmış. Çünkü çok özgür, genel görüşe aykırı görüşlere hep hoşgörüyle ve destekleyici yaklaşmış. Üç; Berlin İstanbul şartlarından çok daha ucuza yaşanabilecek tek yer belki de Avrupa'da. Ama bunun karşılığında size verdiği yaratma alanı çok daha büyük.
 
Roman yazmaya devam edecek misiniz?
 
Evet, hatta başladım şimdi. Adı 'Türkçe Alfabe'. 29 bölümden oluşuyor ve yine Türkiye'deki bir kırık hikayeyi anlatıyorum aslında. 'Anne' diye bir bölümle başlıyor. Daha sonra hikaye açılıyor. Türkiye'nin son dönemde yaşadığı bir travma üzerine. Bu kadarını söyleyebilirim.