Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » 'İlk romanımı yazıyormuşum gibi hissettim'
Kasım 2012

'İlk romanımı yazıyormuşum gibi hissettim'

Tuna Kiremitçi “Git Kendini Çok Sevdirmeden”de anlattığı Arda’nın öyküsünü 10 yıl aradan sonra yeni kitabı “Gönül Meselesi"nde devam ettiriyor.Çocuğunu yitirdikten sonra Eskişehir’e, artık sadece annesinin yaşadığı, genç kızlık evine dönen Arda’yla, Tuna Kiremitçi’nin 2002’de yayımlanan ilk romanı “Git Kendini Çok Sevdirmeden”de tanışmıştık. Acısıyla, Türk filmleri izleyerek ve geçmişi anarak baş etmeye çalışan genç kadının hayatı, ilk aşkı Ertuğrul’un yeniden ortaya çıkışı ve ona kızı Dünya’yı emanet edişiyle bambaşka hal almıştı. Kiremitçi ilk kitabında bir tren yolculuğunda bıraktığı roman karakterlerini yeni kitabı “Gönül Meselesi”nde İstanbul’da yeni bir hayata vardırıyor. Arda bir yıl ayrı kaldığı kocasının, yaşadıkları büyük trajediyle baş etme yöntemlerini anlamaya çalışırken bambaşka bir meseleyle, Gönül’le yüz yüze geliyor ve kendisine çok uzak bulduğu bir dünyanın yerlilerini, başörtülü kadınları keşfe çıkıyor. Kiremitçi “Gönül Meselesi” ile ilgili sorularımızı yanıtladı.

İlk kitabı yazarken aklınızdan geçiyor muydu Arda’nın hikayesinin devamını bir başka kitapta anlatabileceğiniz yoksa okurun talebi mi sizi kitabın devamını yazmaya itti?

Vaktiyle talep olmuştu ama ben o yaşta başka şeyler yazmak istiyordum. Şimdiyse “Gönül Meselesi”ni çemberin kapanması gibi hissediyorum. Sanırım ilk neden, romandaki karakterlerle aynı yaşa gelmiş olmam. Yaş ilerledikçe onların duygu ve düşüncelerini daha derinden anlayabildiğimi fark ettim. 10 yıl aradan sonra Arda’yı ve diğerlerini yeniden merak etmeye başladım.

“Gönül Meselesi”nin ilk satırlarını yazmaya başlamadan önce kafanızda nasıl bir resim vardı bu kitaba dair?

Birkaç yıl önce bir kahvede Arda’yla karşılaştığımı ve öykünün devamını ondan dinlediğimi hayal ettim. Artık yaşıt olduğumuzdan onu daha iyi anlayabileceğimi düşünüyordum.

Yazarların kitaplarındaki karakterlerle ilişkileri hep merak konusu olmuştur. Siz ana karakter Arda için ne hissediyorsunuz? Özlemiş misiniz onu?

Romandaki Ali gibi ben de tahmin ettiğimden çok özlemişim. Bir de “Git Kendini Çok Sevdirmeden”deki olayların cereyan ettiği zaman dilimine gerçek hayatta varmış bulunuyoruz. Bazı dikkatli okurların fark ettiği gibi ilk roman 2011 - 2012 civarında geçiyordu. Bir bilim-kurgu romanı olmamasına rağmen böyle fütürüstik bir durumu vardı. Şimdi öykü kaldığı yerden devam ediyor ama karakterler artık şimdiki zamanda.

Arda’nın öyküsünü bir üçüncü kitapta devam ettirecek misiniz?

10 yıl sonra ne halde olacağımı bilmediğimden buna cevap vermek zor. 2022’de üçüncü bir roman yazsam herhalde Dünya’nın öyküsünü anlatmak isterdim. Kendisi bence gerçek bir Jedi şövalyesi. O tarihte genç kız olmuş olacak. Kimbilir nasıl sevdalar, ikilemler ve mücadeleler bekleyecek onu...

Bir okur olarak hangi romanların devamı olsun isterdiniz?

Salinger’in “Gönülçelen” ve Le Guin’in “Mülksüzler” romanlarının devamları fena olmazdı. Bizden de Filibeli Ahmet Hilmi’nin “Amak-ı Hayal” ve Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanlarının devamını okumak isterdim.

Kitapta Arda ve Gönül'ün temsil ettiği 'karşı mahalle'lerin kadınları arasındaki benzerlikler ve en belirgin farklar neler sizce?

Hayat gailesinin ya da siyasetin bakmamıza izin vermediği kadar derinde hepimizi bağlayan şeyler var. O ortak şeylere odaklansak hasretlerimizin ve yaralarımızın bir olduğunu anlayacağız. Ama maalesef hayatın tantanası buna pek izin vermiyor. Arda ve Gönül bu şansı tesadüfen buluyorlar. Maçka ve Fatih’in sandıkları kadar uzak olmadığını keşfediyorlar.

Arda, Gönül’ün, zannettiğini aksine, 'İnşallah, maşallah' gibi kelimeler kullanmadığını fark ediyor. Gönül, Arda’yla 'deplasman'da buluşmak istediğinde karşı mahallenin kadınlarının nerelere takıldıklarını tam kestiremediğini görüyor. Sizce bu iki farklı mahalle birbirini bu kadar az mı tanıyor? Birbirleriyle ilgili en büyük önyargıları neler?

İki taraf da karşı tarafın önyargılı olduğunu düşünüyor, en büyük önyargı bu. Bu yüzden Türkiye’nin acilen melezleşmeye ihtiyacı var. Böyle hayat tarzlarımıza ya da etnik kökenlerimize göre ayrılarak, kompartımanlar halinde yaşayamayız. Gönül bağları kurabildiğimiz takdirde gerçek bir toplum olacağız.

Kitaptaki karakterlerden biri “Kapalı kızlar da uzaylı değiller sonuçta. Sadece başları örtülü olduğu için daha ciddi, ulaşılmaz görünüyorlar,” diyor. Sizin başörtülü kadınlara dair gözlemleriniz neler?

Kitabı yazarken gazeteci dostum Nil Gülsüm Gül ve okurum Z. Ayla Karadağ bu konuda yardımcı oldular. Dindar erkek arkadaşlarımla da konuştuk. Her zaman hemfikir olmadıysak da farklı açılardan bakmamı sağladılar. Başörtülü kadınların da herkes gibi hasretleri, çelişkileri var. Asıl sorun, romanın doğasıyla ilgiliydi. Dindar bir kadının hayatında mahremiyet esastır, oysa roman doğası gereği bunu ihlal eden bir sanat. Yine de bir denge noktası bulduğuma inanıyorum.

Ursula K. Le Guin’in “Gerçek yolculuk geri dönüştür” sözüyle açılıyor kitap. Gerçek yolculuklarınızdan biraz bahseder misiniz? Sizin yazı için nerelere dönmeniz gere