Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » "İstanbul’un simgesi palamuttur, döviz işaretleri değil"
Haziran 2015

"İstanbul’un simgesi palamuttur, döviz işaretleri değil"

"Boğaziçi'nde Balık" Boğaz'ı ve Boğaz'ın sularında yaşayan balıkları kahraman edinirken, kitaptaki öykülere, aralarında Komet ve Mehmet Güleryüz'ün olduğu isimlerin resimleri eşlik ediyor.

Murat Şevki Çoban

Gündüz Vassaf, “Boğaziçi’nde Balık” kitabında okuru zamandışı bir yolculuğa çıkarıyor. Kâh Levent’te keçileriyle gezen yaşlı bir çiftle kesişiyor yolunuz kâh Evliya Çelebi’yle, kâh Sultan Mahmud’un kızı Saliha’nın düğününe uğruyorsunuz kâh 12 Eylül döneminde üniversiteden atılmayı bekleyen öğretim görevlilerinin sohbetlerine... Her adımda Boğaz, her adımda balıklar. Gündüz Vassaf ile Boğaziçi, balıkların gözünden dünya tarihi ve insanın aymazlıkları üzerine konuştuk. Söz, Vassaf’ta... 

“Boğaziçi’nde Balık” tıpkı bir önceki kitabınız “İstanbul’da Kedi”de olduğu gibi bir direniş diyebilir miyiz? 
Direniş düzenin bizi mahkumiyetinin ifadesi. Çağrışımı olumlu. Direniş özveri demek. İşinden, okulundan olmak, hapse girmeyi göze almak, hayatını tehlikeye atmak demek. Ama her şeyden önce karşı gelmek, taraflaşmak demek. Sonuç, cepheleşen insanın birbirinden nefret etmesi, diğerini alaşağı etmek istemesi; yenemezse eziklik, yenerse karşısındakinin burnunun sürtmesinden haz duyması demek. Direniş, bardağı taşıran son damla karşısında isyan. Başkaldırmalar genellikle hüsranla sonuçlanmış. Spartakus, Celali isyanları, Deniz Gezmiş kuşağı... Zafer diye haykırdığımız, “Biz kazandık” dediğimiz o ender durumlarda, başkaldırı devrime dönüştüğünde, devrimler alt ettiklerine dehşet saçmakla yetinmemiş, kendi evlatlarını da yemiş.
 
Siz yazmayı direniş olarak görüyor musunuz?
Yazdıklarımı, eylemlerimi direniş olarak görmüyorum. Canlılarıyla birlikte gezegenimizi daha yaşanır ve adaletli kılacaksak, bu birbirimize karşı değil birlikte vereceğimiz bir mücadele olacak. Tarih boyunca hatamız, cepheleşerek bir yerlere varmaya çalışmak olmuş. Varılacak hedefe doğru gücümüzün belki yarısından da fazlasını karşımıza alarak işe başlayınca, cepheleşmekle ekilen nefret tohumları sonuç ne olursa olsun, bizi 'iyiler' ve 'kötüler' basitliğinde bizim tarafın hep 'iyi' olduğu bir aymazlığa düşürmüş. Sonuç ortada. Sevginin, Tanrı'nın, hakkın bizim tarafta olduğuna inanan, yolunu şaşırmış bir tür. Sorunuza tek kelimeyle cevabımsa, evet. Hayvanları ehliştirerek, tarım devrimiyle doğayı hükmümüz altına alarak, kendimizi de tahta oturttuğumuz insan merkezli hayat, sade türümüzü değil gezegenimizin varlığını da tehdit ediyor.
 
“İstanbul’da Kedi” şiir - roman kategorisinde satışa sunulmuştu. “Boğaziçi’nde Balık” da benzer bir üslup benimsemesine rağmen öykü kategorisinde. Neden?
Çünkü kategori mahkumuyuz. Kitapçılar, raflarına yerleştirdikleri ürünlere kalıplar arıyor. Bana kalsa kitap ve yazarının adı yeter. Gerisi günün totalitarizmi. Yunan Tanrıları mitoloji, Ortadoğu peygamberleri din raflarında!
 
Bu seri devam edecek mi? Benzer başka projeleriniz var mı?
Goya’yı ressam olarak seviyorum, kendini tekrar etmiyor. Beni ürküten, beni mahkum eden “İşte bir Gündüz Vassaf kitabı” deyişi. Her âşık olduğunuza, seviştiğinize aynı şeyleri söylüyor, yaşıyorsanız, kendinizi kopya ediyorsunuz demektir. Ben kendimi şaşırtamıyorsam ben olamıyorum.
 
İnsan, gezegenin kadrini bilmiyor; İstanbul da palamutların. Hâlbuki bu şehrin simgesi palamuttur, değil mi?
Çanakkale Boğazı’nda, o günün dünyasının en stratejik merkezinde, kaç bin yıllık Truva şehri var. Merak etmişimdir, Roma’dan gelen Konstantin neden Truva yerine, şehrini bu kasaba bile denemeyecek yere kurup, imparatorluğunun başkenti yaptığını... Tarihçilere böyle soru sorulmaz, onlar da kendilerine sormaz; aynı çocukların anne babalarına, "Beni niye doğurdun?" diye pek sormadıkları gibi. Uzmanlar olayı kabul eder, çocuğun doğuşunun nedeninden çok kendisini incelerler. Temel soruyu soranlar işin içinden çıkamaz. İlk Bizans sikkelerinin bir yüzünde impartorların sureti var. Biri gidiyor, biri geliyor. Kimi darbe yapıyor öncekini deviriyor, kimi ölüyor yerine başkası geçiyor; suretler değişiyor. Sikkenin öbür yüzündeyse, imparatorlardan çok daha kalıcı palamut var. Şehrin geçim kaynağı palamut. O kadar bol ki, Topkapı sularında elle tutuluyor. Olaki bu nedenle, ekmek kapısı olduğu için, başkent olmaya burası seçilmiş olsun. Nasıl İsa Hıristiyanların, Muhammed Müslümanların simgesiyse, palamut da İstanbul’un simgesi olmuş. Günümüzde İstanbul’u markalaştırıp pazarlamak isteyen gafillerse parayı tapınak eylemişler. Artık İstanbul’un simgesi bankamatikler, üstünde de döviz işaretleri...
 
Bizim tarihimizin ne kadarı Boğaziçi’nde gömülü?
Tarihimiz diye bir şey varsa - yaz boz tahtası gibi- Cumhuriyet’ten bu yana, onu giy, bunu çıkar bir kimlikler tiyatrosuna benziyor. Oyun yazarları değiştikçe, bizler de hemen benimsiyoruz bize biçilen yeni rollerimizi. Reddedenler, yeni iktidarların kötü adamı rolünde. Boğaziçi gibi akışkan; kimi ters, binbir akıntısıyla bütün olan bir oluşum anlayışını tarih olarak kabul etmekten aciziz. İster ulus devlet olsun, din ya da azınlıklar tarihi olsun... İç içe olan bir bütüne kendimizi yerleştirmek yerine, tarihsel bilincimiz, tarih reddiyesi üzerine kurulu.
 
"Bir seferinde de maç boyunca karşı takımı tut" 
Kitaptaki şu soruyu sormak isterim size: “O zaman neden dünyayı anahtar deliğinden / bakıyormuşçasına görmek?”
Diyelim ki oturma odanızda dev ekran plazma televizyon var. Duvarı boydan boya kaplıyor. Odanın kapısı kapalı. Siz dışardasınız. Seyretmek istediğinizde odaya yaklaşıyor, kapının önünde eğiliyor olup biteni gözünüzü kısıp kapının anahtar deliğinden seyrediyorsunuz. Hepimizi birbirimizden farklı kılan dünyaya kendi kişiliğimiz, tecrübemiz, kültürümüz açısından bakmak. Bu, türümüzü zenginleştiriyor. Ama o kadar da sabitleniyoruz ki kendi bakışımıza, kalıplarımızdan özgürleşip kucaklayamıyoruz dünyayı. Korkağız. Çekingeniz. Kapıyı açmaktansa, olup biteni kendi inimizden ve doğrularımızdan görmeyi tercih ediyoruz. 
 
Sizce ne yapmak lazım?
Zaten hepimizin ayrı ayrı anahtar delikleri var. Bari başkasının gözünden bakmayı deneyebilsek... Maç mı seyrediyorsun? Tuttuğun, hastası olduğun bir takım mı var? Bir seferinde de maç boyunca karşı takımı tut. O gol attıkça koltuğundan fırla, kaçırdıkça saçını başını yol. Belki böyle küçük küçük, kendini başkasının yerine koyma oyunları oynayabilirsek kurtulabiliriz ben merkezli esaretimizden. Lakin tersini yapıyoruz. Dininiz, kültürünüz ne olursa olsun, özellikle kapitalizmin müteşebbislik ahlakında çocuklarımızı 'lider olmaya' başkalarını peşinden sürüklemeye teşvik ediyor, farklı görüşlerden oluşan dayanışmayı değil, rekabeti ön plana çıkarıyoruz. O denli ki psikologların, herkesin kendi anahtar deliğinden nasıl daha iyi bakabileceği 'kendine yardım' kitaplarını baş tacı ediyoruz.