Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » “Mutluluk hikayeyi öldürür”
Temmuz 2013

“Mutluluk hikayeyi öldürür”

Mahir Ünsal Eriş ikinci kitabı “Olduğu Kadar Güzeldik”te Bandırma’da, Erdek’te, Susurluk’ta geçen öykülere ağırlık veriyor. Eriş, “Güney Marmara ülkenin mutlu sayılabilecek coğrafyalarından biri. Mutluluk hikayeyi öldürür bence. Oralardan hikaye çıkmazmış gibi görünüyor. Çıkıyor ama. Memlekette mutluluğun sürekli seyrettiği bir parça yer mi var?" diyor.“Susurluk’un birbirine benzeyen sokakları”nda geçmemiş olsaydı çocukluğum... Erdek’in çay bahçelerine hiç gitmemiş olsaydım ya da... Çocukken yediğim bütün tostların bir yüzü salçalı olmasaydı, ne bileyim... Yine de bu kadar sever miydim bu kitabı? Belki bu kadar yazarla akraba gibi hissetmezdim o zaman ama yine de bu kadar etkilenmiş olurdum bence yazdıklarından.

Mahir Ünsal Eriş büyük beğeni toplayan “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde”den sonra yayımladığı ikinci öykü kitabı “Olduğu Kadar Güzeldik”te o kadar ince ayrıntılara yer veriyor ve o kadar gerçek bir dil kullanıyor ki yolu hiç Güney Marmara’ya düşmemiş biri bile kitabı okuyup bitirdikten sonra kitaptaki öykülerde anlatılanları bir zamanlar kendi yaşamış ya da birinden dinlemiş gibi hissedecektir.


Kitapta yer alan sekiz öykünün de birer sonu var fakat kitabın yok. Şöyle ki; yazar kitabın sonuna bir not düşmüş; “Bu öyküleri annemle babam bana aferin oğlum desinler diye yazdım,” diyor. Merak ediyor insan dediler mi acaba diye. Oradan başlıyorum ben de. Kitabın sonunu getirmek bu röportaja kısmet oluyor.

Kitabın sonunda “Bu öyküler annemle babam bana aferin oğlum desinler diye yazıldılar,” diyorsunuz. Dediler mi?
Dediler gerçekten. Sağolsunlar. Boşuna uğraşmamışım.
İlk kitabınız çok iyi eleştiriler aldı. Yorumlardan en çok hangisi içinizi kamaştırdı?


Kitap çıktığı ilk zamanlarda biri “Ayraçsız okudum” demişti. Çok hoşuma gitmişti. Şık bir sitayiş bence.
İyi eleştiriler bir baskı oluşturdu mu üstünüzde?
Oluşturdu diyemem. Çünkü fark ettim ki yazarken bunları pek düşünemiyormuşum. Bir şeyi anlatmaya öyle kuvvetli bir iştahla tutunuyorum ki sevilip sevilmeyeceğini ölçüp biçmek pek aklıma gelmiyor. Zaten öteki türlüsü biraz da esnafça geliyor, ne yalan söyleyeyim.

İlk kitap bu kadar beğenilmeseydi de yazmaya, yazdıklarınızı yayımlatmaya devam eder miydiniz?

Ne diyorsunuz... Dosyamı ilk götürdüğüm gün, Levent Cantek biraz ümitsiz konuşsaydı daha o zaman vazgeçerdim. Hatta ilk kitap bile olmazdı. Çabuk heyecanlanıp çabuk sükut-u hayale uğrarım ben.

Kitabın en çok ilgi çeken öykülerinden biri "Benim Adım Feridun". Nasıl yazıldı bu öykü?

19 yaşındayken bir banka ajandasına roman yazmıştım. Cahil cüreti işte. Oradaki başkarakter / esas oğlan aşk acısıyla harmanlanan büyük bir yalnızlık içine düşüyordu. O buhranlı zamanında kurtuluşu bir düğünün kalabalığına karışmakta görüyordu. Bir gün evde o ajandayı karıştırırken bunu görüp hatırlayınca aklıma geldi Feridun'un hikayesi. Başka bir hikayeye dönüştü elbette ama ben 19 yaşıma hürmetimden o romanın başkarakterinin ismini kullandım hikayede.

Sizin çocukluğunuzun taşralı, orta sınıf hayatlarıyla şimdiki taşralı, orta sınıf hayatlar arasında ne gibi farklar görüyorsunuz?

Sınıfsal aidiyet dışında her şey değişti elbette. Şimdi artık onlar da global bir dünyanın tüketicileri. Herkes gibiler, herkesle aynılar. Bütün dünya gibi. Aynı şeyleri tüketiyor, aynı şeylere özeniyor, aynı şeylerle tatmin oluyorlar. Memleketin tamamı için, taşranın tümü için aynı şeyi söyleyebiliriz. Artık hepsi İstanbul’un birer semti, banliyösüdür.

Bangır bangır Yıldız Tilbe dinleyen evlerde büyümüş olmak, Bandırma, Erdek, Karacabey, Susurluk gibi yerlerin birinde bir süre yaşamış olmak, okumak için büyük şehre gitmiş olmak... Bunlar bu kitabı daha iyi anlamayı sağlayan şeyler midir?

Bunlar kitabı anlamayı sağlayan değil de bu kitapla anlaşılsın istenen şeyler galiba biraz. O yüzden keyif alıyorum zaten bunları anlatmaktan.

Çocukluğunuzun geçtiği yerleri öykülerinizde anacağınızı umar mıydınız hiç?

Ummazdım sanırım. Yani, çoluğu çocuğu yaşlılıkta Bandırma sohbetiyle çok bunaltacağımdan emindim. Hâlâ da eminim, emeklilik hayalim bu, bunun için yaşıyorum. Ama Bandırma’nın, Karacabey’in, Susurluk’un yazıya karışıp da öyle anlatılacağını, buna benim cüret edeceğimi söyleseler inanmazdım. Zaten bizim oraları anlatsam da dinlemezler gibi geliyordu. Çünkü, haritanın geneline bakıldığında, benim anlattığım o Güney Marmara bölgesi, ülkenin mutlu sayılabilecek coğrafyalarından biri. Mutluluk hikayeyi öldürür bence. Oralardan hikaye çıkmazmış gibi görünüyor. Çıkıyor ama. Memleketin dört bir yanında mutluluğun sürekli seyrettiği bir parça yer mi var?

Buralara ne sıklıkla gidiyorsunuz şimdi? Nasıl farklar çarpıyor gözünüze çocukluğunuzdaki halleriyle kıyaslayınca?

Bandırma’ya gitmiyorum pek. Çok değiştirdiler. Sahili mahvettiler. Bandırma’ya ruhunu veren binaları yıkıp yerlerini ranta sürdüler. Şehrin her yerine körfezin karşısından bakıldığında insanı ürperten büyük çirkin binalar diktiler. Ruhu eksildi. Zaten annemle babam 2001’de Gökçeada’ya taşınınca organik bağım da kalmadı. Şimdi artık çocukluğumla aynı yerdeymiş gibi kabul ediyorum Bandırma’yı. İkisi de arkalarda bir yerlerde o zamanki halleriyle duruyorlar ama gitsen gidilmiyor. Ben de çocukluğumdaki benim ama ona hiç be