Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » "Tek bir mahallenin yazarı değilim”
Temmuz 2016

"Tek bir mahallenin yazarı değilim”

Elif Şafak, "Havva’nın Üç Kızı" adlı yeni romanında bir taraftan 1980-2016 yılları arasında Türkiye’nin dönüşümüne tanık ediyor okuru bir taraftan da uzlaşması zor bir konu olan Tanrı algısı üzerine düşünmeye davet ediyor.
ÖZGE KARA 
 
Günahkar Şirin, inanan Mona ve şaşkın Peri… Elif Şafak’ın "Havva’nın Üç Kızı" adlı yeni romanında hayat bulan üç kadın... Bu kadınları bir araya getiren ve tüm farklılıklarına rağmen aralarında kuvvetli bağlar kurulmasına neden olan ise zihinlerini meşgul eden Tanrı algısı. Öte yandan Türkiye’nin 1980-2016 yılları arasındaki sosyal tarihi yansımış sayfalara. Bir yandan da erkek egemen toplum düzeninde kadın olmak üzerine söz almak istemiş yazar. İnanç ve kimlik kavramları etrafında dönen bir hikaye "Havva’nın Üç Kızı". Okurun içine şüphe ve merak tohumları ekiyor. Elif Şafak’la bir araya gelip yeni romanı ve hikayeye ilham veren kavramlar üzerine konuştuk.
 
Romanın yazım sürecinden bahseder misiniz biraz?
 
Bu kitap o kadar uzun zamandır içimde birikti ki... Gözlemlediklerim, düşündüklerim, hissettiklerim, kaygılandıklarım hep bu kitabın içine sızdı. Yazarken Türkiye’ye hem içeriden hem dışarıdan hem araftan baktım. Kendime dert ettiğim, önemsediğim konular etrafında yazdım, canımı yakan konuları yazdım aslında.
 
Bunları yazarken zorlandığınız, meselenin ağırlığı altında ezildiğiniz oldu mu?
 
Çok çok zorlandığım zamanlar oldu tabii. Bir de şunu da kendime sorduğum zamanlar oldu: Ben ne yapıyorum? Niye böyle bir delilik yapıyorum? Çok daha kolay romanlar var yazılacak, emin olun. Bu zor bir roman. Bir yanıyla aktı benden, önüne geçemedim. Çünkü çok güçlü bir yazma arzusu, ihtiyacı, anlama gayreti vardı içimde. Ben yazarak anlıyorum, yazarak düşünüyorum. Dolayısıyla yazdığım konuya olan tutkum, merakım çok daha baskın çıktı böyle anlarda. Bu romanı kendime rağmen yazdım aslında. 
 
Kitap boyunca Peri’nin inanç konusunda bir üçüncü yol arayışına tanık oluyoruz. Siz kişisel olarak üçüncü yolu bulabildiniz mi? Yoksa bu kişinin hayatında sürekli devam eden bir arayış mı dersiniz?
 
Bence üçüncü yol, devam eden bir süreç. Zaten üçüncü yol, bulmak üzerine kurulu bir kavram değil, aramak üzerine kurulu. Üçüncü yola inanlar da yolcular. Onlar devamlı yol halindeler, göçebeler, arayış içindeler, cümlelerin sonuna nokta koymayan insanlar veya ünlem koymayan, bağırmayan... O yüzden üçüncü yolda inanca da yer var, şüpheye de yer var. Çünkü zaten ikisi birlikte güzel, ikisinin birlikte oluşturduğu diyalektik enerji insana gerekli olan.
 
Türkiye için “Artık hatlar daha keskin, kamplar daha belirgindi. Renkler siyahlar-beyazlara dönüşmüştü. Nüanslar kaybolmuştu” diyorsunuz özetle kitapta.
 
Evet. Bence çok kaybettik nüansları, çok kutuplaştık, hırçınlaştık, hoyratlaştık... Gettolara bölündük, zihinsel gettolara... Birbirine selam vermeyen dolayısıyla birbirini anlamayan, birbirini sevmeyen insanlar ülkesi olduk. İnsan sevmediği bir şeyi anlayamaz. Bu çok felsefi bir tartışmadır aslında: Anlayabilmek için sevmek gerekir. Bu demek değil ki her şeyine evet diyeceksiniz bir insanın ya da bir hadisenin. Tam tersine. Ama bir empati, bir yakınlık hissi kurmak gerekir. Bunları duymadan hiçbir şeyi anlayamayız.
 
Kitapta tartışılan konulardan biri de kişilerin üzerlerine etiket gibi yapışan aidiyet duygusu: “Değiştirmesi en zor şey insanın bir yere duyduğu aidiyetti” diyorsunuz bu duygu hakkında. Aidiyet duygusunun bu denli güçlü olmasının hayatımızda nasıl bir etkisi var sizce?
 
Türkiye kolektivist kimliklerin çakıştığı bir ülke ve birey olmayı teşvik etmeyen bir ülke. Halbuki birey olmak, birey olarak bakabilmek çok önemli. Özellikle kadınlara bireyliği hiç yakıştıramıyoruz, onları hep etrafındaki erkekler üzerinden tanımlıyoruz. Ben çok önemsiyorum bireyleşme sürecini. Aşırı bireysel toplumlarda başka şeyler konuşuruz ama bizim daha fazla bireyleşmeye ihtiyacımız var.
 
Öte yandan kolektif hareket etmeyi de beceremiyoruz sanki...
 
Çok haklısınız. Zaten bu bizim en büyük paradokslarımızdan biri. Bir yanıyla kolektif kimlikler ülkesi, bireyleşmeye yer yok ama bir yanıyla da tam da dediğiniz gibi ortak iş yapmayı beceremiyoruz, ortak iş yapma özürlüyüz. Bu çok büyük bir paradoks. Çünkü birlikte üretebilmek için birbirimizin mutluluğundan mutlu olmamız lazım, birbirimizin yaratıcılığını teşvik etmemiz lazım. Bizde böyle bir ortam yok.
 
Aidiyet demişken memleket meselesine de değinelim. Çok yer değiştirmiş biri olarak memleketiniz neresi diye sorulduğunda ne cevap veriyorsunuz? Romanda da konuşulan bir konu bu. 
 
Ben bu konuda biraz Diyojen’i takip ediyorum. O bu soruyu sorduklarında “Dünya vatandaşıyım” diyordu. Ben de dünya vatandaşıyım. Aynı zamanda tabii ki İstanbulluyum, tabii ki Türkçeliyim... Türkçe de benim için çok güçlü bir aidiyet. Aynı anda yerel ve evrensel olmak mümkün, diye düşünüyorum. Bir yere bağlı ve tüm dünyayla ilişki içinde olmak mümkün... Bir tercih yapmak zorunda değilsiniz. Dünya vatandaşlığı hissetmekle İstanbullu hissetmek benim için yan yana gidebilecek şeyler.
 
Türkçeliyim dediniz ama romanlarınızı İngilizce yazıyorsunuz.
 
Evet romanlarımı İngilizce yazıyorum ama İngilizceden Türkçeye çevrildikten sonra ben o Türkçe çeviriyi alıp yeniden yazıyorum. Dolayısıyla aslında iki kat yazıyorum. Deli bir şey yapıyorum ve bunu sadece sevdiğim için yapıyorum. O yüzden Türkçeyi terketmem asla söz konusu değil. Çünkü okuduğunuz metin bir çeviri metin değil, benden çıkmış bir metin. Tabii ki çevirmenin çok büyük emeği var ama ben çeviri metni alıp enerjisini değiştiriyorum, kendi enerjimi ona yansıtıyorum. Benim enerjim, benim ritmim, benim kelime dağarcığım var o metinde. Ben her romanı resmen iki kez yazıyorum.
 
Peri’nin “Kalmak da kolay değil, gitmek de”gibi bir yorumu var romanda. Siz hangi noktada daha çok zorlanıyorsunuz?
 
İkisi de çok zor. Bu benim çok yaşadığım bir çelişki. Gidince burayı çok özlüyorum, gelince buradaki birçok şeyden bunalıyorum; duramıyorum. Özellikle insanı didikleyen bu ortamı, o yoz anlayışı sevmiyorum ve bundan da kimseye bir hayır geleceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla tekrar uzaklaşıyorum, sonra tekrar özlüyorum ve tekrar geliyorum.
 
Batıdaki İslam algısı da bu kitapta kendine geniş yer buluyor. Yurtdışında yaşayan biri olarak bu algının mağduru oluyor musunuz?
 
Tabii önyargılarla karşılaştığımız oluyor. Türkiye’den veya müslüman coğrafyadan gelen herkesin karşılaştığı bir durum bu. Fakat bunları çok genellememek lazım. Çünkü Batı homojen bir yapı değil, Batılılar yekpare bir grup değil. Kiminle konuştuğunuza göre değişiyor bu algı. Batının içinde de demokrat bir sürü ses var. Onun için şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Doğu-Batı her yerdeki öteki korkusunu, zenofobiyi, dışlayıcı üslubu eleştirmek lazım. Farklı olan her şeyi dışlayan üsluplar aslında birbirine çok benzer. Belki isimleri değişiyor ama zihniyet aynı.
 
Bir de farklı Tanrı algıları var. Konuyla ilgili “Bence Tanrı bir Lego seti. Herkes kendine göre inşa ediyor sanki” diyorsunuz romanda.
 
Şu anda en büyük kavgalar Tanrı adına yapılıyor ve en tehlikeli insanlar da bence tanrı adına hareket ettiklerini zannedenler. Çünkü bu insanlar demiyor ki “Ben böyle düşünüyorum”; “Allah böyle emretti” diyor. Bunu dediği anda zaten siz bu insanla konuşamıyorsunuz.
 
Günahkar Şirin, inanan Mona ve şaşkın Peri... Romandaki başkarakterlerden hangisine kendinizi daha yakın hissediyorsunuz?
 
Benim içimde şaşkın da var, günahkar da var, inançlı da var. Ben üç kadından da parçalar taşıyorum. Tabii ki yaşam tarzım ve dünya görüşüm itibariyle Şirin ve Peri’ye daha yakınım Mona’dansa. Ama ben inanca önyargıyla bakan bir insan hiçbir zaman olmadım ve ben inancı illa ki din olarak algılamıyorum. Türkiye’de bu kavramlar çok birbirine karıştırılıyor. Hep bu örneği veriyorum ama roman yazmak, bir romana başlamak da inanç işi. Evlenmek, bir başka şehre yerleşmek, bir adamın ya da bir kadının peşinden âşık olup yeniden hayatını düzenlemek... Bunların hepsi inanç işi. Çünkü bilmiyorsunuz ki neyin içine girdiğinizi... Bunları yaparken mantıkla hareket etmiyoruz, inançla hareket ediyoruz. Fakat ben insanların bir o kadar da şüpheye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Şüpheden kastım ne? Sorgulamak, eleştirmek, hiçbir zaman bildiğini zannetmemek... O yüzden kuşku da benim için çok önemli. 
 
Roman yazmanın inanç işi olduğunu söylediniz az önce...
 
Roman yazmak öyle bir şey ki eğer inanmazsanız hikayeye; eğer sevmezseniz yaptığınız işi ama sevmenin ötesinde garip, akıldışı bir tutku duymazsanız yazamazsınız. Çok manyakça bir şey. Şiir mesela çok başka, ben arzu ederdim şiir yazabilmeyi. Şiirlere, şairlere çok saygım var. Fakat şunu söylemeye çalışıyorum: Şiiri, kısa hikayeyi görece daha az zamanda dünyaya getirebilirsiniz. Romanı yazmak en az iki sene sürüyor. İnancınız yoksa iki sene boyunca yola devam edemezsiniz.
 
Romanda bir panel sırasında Şirin’in Azur’a sorduğu bir soruyu ben de size sormak istiyorum: Eserlerinizi yazarken aklınızda nasıl bir okur var? 
 
Tek bir tip okuyucu düşünmüyorum aslında biliyor musunuz? Her okurun yaklaşımı o kadar farklı ki... İki yakın arkadaş bile olsalar, karı koca bile olsalar kimse birbiriyle aynı kitabı okumuyor. O çoğulculuğa çok saygı duyuyorum. Benim okurlarım arasında seneler içinde çok farklı kesimler oldu. Muhafazakar okurlarım var, liberal görüşlü okurlarım var, kemalist okurlarım var, milliyetçi okurlarım var, elbette feministler var, Kürtler var, Aleviler var… Hem cinsel hem etnik azınlıklar var… Genellemek istemiyorum ama gerçekten çok geniş yelpazeden okurum var, ben tek bir mahallenin yazarı değilim.
 
Aşk genelde esaretle birlikte anılan bir kavram ama sizin kitabınızda aksine özgürlükle birlikte adı geçiyor ve şöyle deniliyor: “Özgürlük yoksa aşk da yok.” Bunu biraz daha açabilir misiniz?
 
Evet, bence özgürlük yoksa aşk yok. Çünkü baskı üzerine kurulu bir aşkın olması mümkün değil. Bizde bilhassa kadınların bir adım geride durması arzu edilir bu tarz ilişkilerde. Ben bunu çok eleştiriyorum. Eşitliğin olmadığı yerde aşk yok, özgürlüğün olmadığı yerde aşk yok. Çünkü aşk karşındakini kendine benzetmek değil. Biz genelde birisine âşık olduğumuzda istiyoruz ki o da benim gibi olsun. Benim gibi baksın dünyaya ama mümkün değil, doğaya aykırı. O başka bir insan, her insan ayrı bir evren. Onun için farklılıkları kabul etmek, özgür bırakmak gerekiyor. Çok sevmiyorum öyle çiftler yedi gün 24 saat beraber dolaştıklarında, bana ters geliyor. Her iki tarafın da ayrı dünyaları olması gerektiğini düşünüyorum. Böylesi daha sağlıklı.
 
Evlilik dinamiklerine de değiniyorsunuz romanda. Ne kadar yapay ve zorlama olduklarını söylüyorsunuz. Toplumun bu denli sorunlu bir yapı üzerine kurulması ne gibi sonuçlar doğuruyor sizce? 
 
Bence evlilik çok zor bir müessese, özellikle düşünen, taşınan insanlar için… Ben çok gereksiz olduğunu düşünüyorum açıkçası ama dünyaya bir çocuk getirmeye karar verdiğinizde sadece sizin tercihlerinizden ibaret olmayor hayat. Ona göre siz de önceliklerinizi gözden geçiriyorsunuz
 
“Kendimi hep nefsini bilenlere yakın hissettim”
 
Kitap kültürel önyargıların önce fark edilip sonra terk edilmesi gerektiğini söylüyor bize ama toplumda bunca dayatma varken ve tüm sistemler bu önyargılarla donatılmışken kişinin bunlardan tümüyle arınması mümkün mü sizce? Siz başarabiliyor musunuz ya da?
 
Hayır tabii ki. Böyle bir iddiam da yok zaten. “Ben tamamen demokratım, yüzde yüz arındım” gibi bir iddiam hiçbir zaman olmadı ama ben şunu hep savunuyorum ve bu benim tasavvuftan öğrendiğim bir şey bu: Tasavvufta çok ince bir ayrım vardır. Nefsini silenler ve nefsini bilenler... Ben kendimi hep nefsini bilenlere yakın hissettim. Nefs insana gerekli; nefs olmadan yazamazsınız ki, hiçbir şey yapamazsınız... Benim de önyargılarım var, benim de kıskançlıklarım var, ben de bazen başkalarında sevmediğim tepkilerin aynısını veriyorum ama farkında olmak, bilincinde olmak ve eleştiri oklarını kendine döndürmek gerektiğini söylüyorum.