Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » “Yazmak bir çiledir”
Mart 2017

“Yazmak bir çiledir”

Mario Levi’nin Haldun Taner Öykü Ödüllü öykü kitabı "Bir Şehre Gidememek" 27 yılın ardından, Everest Yayınları etiketiyle 14. baskısını yaptı. Levi’yle kitap üzerine konuştuk.
ÖZGE KARA
 
Mario Levi’nin hem ödüllü hem de kitaplı bir öykü yazarı olmasını sağlayan "Bir Şehre Gidememek" 27 yıl sonra, 14. baskısını yaptı. 1990 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü kazanan yazarın, ödül kuruluna gönderdiği üç öyküsünden oluşan bu kitap, yazarın üslup arayışında önemli bir basamak olmuş. Dahası yıllar içinde kendi yolunu alarak çok güzel anılar bırakmış Levi’de. Yazarla bir araya gelip "Bir Şehre Gidememek"ten, aradan geçen zamandan ve yazar olmaktan konuştuk.
 
"Bir Şehre Gidememek", 27 yılın ardından 14. baskısını yaptı. Bu kitabın sizde nasıl bir yeri var?
 
Aslında bu kitabın çok uzun bir hikayesi var. Ben Haldun Taner Öykü Ödülü’nü almadan önce çeşitli gazetelerde yazılar yazıyordum ve çok küçük bir çevrede de tanınıyordum. Haldun Taner Öykü Ödülü’ne katılma fikri zaten hep aklımın köşesindeydi. 1989 senesinde üç öykümü Milliyet gazetesine bıraktım. 1990’ın Mart ayında sonucu öğrendiğimdeyse dünyalar benim oldu. Öncelikle böyle bir ödülü kazanmış olmak benim çok önemliydi. Fakat bundan da önemlisi Haldun Taner üniversitede benim hocamdı. Sonra bu ödül, öykülerimi kitap olarak toplamama yardım etti. Yıllar içinde kitap kendi yolunu aldı. Bugüne kadar çok gördüm, birilerinin bu kitap benim başucu kitabım oldu dediğini. Ve yine yıllar sonra gördüm ki bu kitabı çok sevmiş olanlar arasında artık adı duyulmuş yazarlar da vardı. Dolayısıyla çok güzel bir anısı var bu kitabın.
 
14. baskı için kaleme aldığınız önsözde kitabı okurken şimdi itiraz edebileceğiniz birçok ifadeyi fark ettiğinizi; ancak bunları değiştirmenin doğru gelmediğini paylaşıyorsunuz. Eğer düzeltmeyi tercih etseydiniz, neleri düzeltirdiniz?
 
Ben kelime tekrarı konusunda çok hassasım, bunu büyük bir anlatım zaafı olarak görüyorum. Bu kitaptaki bir cümlemde üç tane olmak fiili var mesela. O günlerde bunun farkına varmamış ya da o kadar önemsememiştim ya da bu derinliğe ulaşmamıştım belki. Bazı zaman uyumsuzlukları da var. Yerli yersiz, hatta yanlış kullanılmış bazı kelimeler var. Ama bunu değiştirmeyi doğru bulmadım. Neden biliyor musunuz? Ben mükemmel biri değilim, kusurlu bir insanım ve kusurlarımla da barışığım. 33 yıllık bir yazarlık hayatım var, yazarlığımın gerçekten çok iyi bir dönemine geldiğim bir dönemdeyim. 30 yıl daha yaşar mıyım bilmiyorum, ama yaşarsam muhtemelen şimdi yazdıklarımda da eksikler bulacağım. Edebiyatta hiçbir zaman kusursuzluk ve mükemmellik yoktur, sadece daha iyi olmak ve daha iyi olma çabası vardır. Ben bu çabayı gösteriyorum ve daha iyi olmak istiyorum. Edebiyat çıplak olmaktır, ben çıplaklığımdan utanmıyorum.
 
"Bir Şehre Gidememek"in otobiyografik bir tarafı olduğunu biliyoruz. Bir röportajınızda da “Edebiyatta her şey otobiyografiktir” demişsiniz. Bu kitap sizin hayatınızdan neler söylüyor?
 
Evet edebiyatta her şey otobiyografiktir, bunu her zaman savunuyorum. Ama bu otobiyografinin ne olduğunu da açıklamak gerekir. İnsan belirli bir kültürel iklimin içinde doğar ve büyür, bir duygu iklimidir bu. Oradan birtakım etkiler alır. Bu etkiler onun kimliğini inşa eder. Sonra da bir gün yaşanmış olanların izleri edebiyatta karşılığını bulur. Bu üç hikayede de yaşanmışlıklar var ama hiçbiri birebir yaşanmışlıkların karşılığı değil. Çünkü hayatın karşılığı olsaydı bunlar zaten edebiyat olmazdı. Edebiyat hayatı yeniden inşa etmektir.
 
Kitaptaki öykülerin her biri bir yazarın yazarken yaşadığı hesaplaşmalarını anlatıyor. Kitabın tümü için sizin yazarlığınıza, bu anlamda yaşadığınız buhranlara dair bir ipucu verdiğini söylemek mümkün mü?
 
Elbette mümkün. Yazmak bir çiledir ve akıllı bir insanın yapacağı şey değildir. Biraz delilik lazım. Haliyle bu süreçte yaşadığım sancılar yansıyor yazdıklarıma. Ben daha "Bir Şehre Gidememek"ten başlayarak bu sancıyı yazdıklarıma taşımak istedim ve bir anlamda süreci okurla paylaşmak istedim. Böylelikle okuru metnin içine daha çok katabileceğime inandım.
 
Öykülerden birinde şöyle diyorsunuz: “Garip garip ayrıntıları sürekli olarak sorun yapmaktan yana kalabalık, insanlardan yanaysa hep yalnız oldum. Bu da benim yazar olmayı düşlemem için yeterli bir neden olarak kabul edilebilirdi.” Böyle bir şey mi gerçekten yazar olmak?
 
Evet hakikaten bir yönüyle böyle bir şey. Bazı ayrıntılara fazla önem verirsiniz. Bakın "Çok önem verirsiniz," demiyorum. Bazen kurarsınız. Aslında gerçekte hiç olmayan birçok hikaye kurarsınız. Gündelik hayatınızda da devam eder bu.
 
Her şeye buradan bir hikaye çıkar diye baktığınız için belki de…
 
Kesinlikle. Ben hayatımı bir anlamda da yazıya göre yaşıyorum. Her an herhangi bir ayrıntı, benim içime dokunabilecek bir an, kısa bir zaman dilimi, bunların hepsi benim için muhtemel bir hikaye konusudur. Yazı yazabilmek için mutlaka bir sancı, bir acı, bir mutsuzluk gerekir. Ama şunu da söylemeliyim: Mutluluk dediğiniz çok basit bir şeydir. Öyle büyük büyük şeylere gerek yok mutlu olmak için. Yazmak gibi örneğin… Bir ayrıntının peşindesiniz ve onu hayata geçirdiğinizde kendinizi dünyanın en mutlu insanı hissedersiniz. Ben her kitabım bittiğinde kendimi çok mutlu hissederim.
 
Mekan algısı hep kuvvetli sizin kitaplarınızda. Bu kitapta da öyle. Mekanla bu denli güçlü bağlar kurmanızı sağlayan nedir?
 
Ben metin-mekan ilişkisinin her zaman çok büyük bir önem taşıdığına inandım; mekanların aslında canlı organizmalar olduğuna, kendi hayatlarını yaşattıklarına inandım. Dahası hep gerçekten hissederek yaşadığım mekanları anlatmayı tercih ettim. Çünkü benim o mekanla bir duygusal bağ kurmam önemliydi. Bu yüzden hikayelerimde İstanbul bu kadar çok rol aldı. Birçok yazarın da buna benzer tecrübeler yaşadıklarını gördüm. Sait Faik’i Burgazada’dan, Adalar’dan, denizden ve İstanbul’dan ayrı düşünemezsiniz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı yine İstanbul’dan ayrı düşünemezsiniz. Sevgi Soysal’ı Ankara olmadan düşünemezsiniz. Mekanlar, şehirler bir yazar için çok esinleyici bir şeydir ve ne mutlu bana ki ben çok esinleyici bir şehirde yazıyorum. 
 
“Yaşanmış olanları unutturmamak istiyorum”
 
Kitaptaki öykülerin bir özelliği de eskiye duyulan özlemi dile getirmeleri sanki…
 
Öncelikle şunu söylemeliyim: Ben bunu eskiye özlem olarak değil, geçmişle yüzleşme olarak görüyorum. Yaşanan anlarda mutlaka geçmişin izlerinin olduğuna inanıyorum. Ben bir anın sadece bir an olmadığını düşünüyorum, hatta zamanın bize anlatıldığı şekliyle linear olup olmadığından bile şüpheliyim. Ayrıca tarih duygusu çok derin bir şehirde yaşıyorum. Dolayısıyla yaşanmış olanları unutturmamak istiyorum. Ama siz bana zaman makinesine binelim ve o günlere gidelim deseniz kesinlikle gitmem. Bugün yaşadıklarımız o günlerden daha mı iyi? Hayır. Ama yine de gitmek istemem. Bu kadar çok geçmişi anlatmışsam bugünü çok sevmediğimdendir belki. Ama ben ne bugüne ne de düne övgüler düzüyorum.