Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Modern sanatın konumu
Ekim 2014

Modern sanatın konumu

Murat Belge
"Movements in Art Since 1945", güzel sanat alanında Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra ortaya çıkmış akımları inceliyor
"Movements in Art Since 1945"
Edward Lucie-Smith
Thames & Hudson
Fiyatı: 75 Dolar
Sanat
 
Thames and Hudson Yayınevi, güzel sanatlara odaklanan bir yayınevidir. Baskı tekniği iyidir, röprodüksiyonlar, renkli - renksiz, gayet iyi basılır. Metinler de, genel alan içinde birçok çizgide yazılmış, konusunu iyi bilen yazarların elinden çıkmadır.
 
En son, geçen hafta, modern sanat üstüne bir kitaplarını okudum: Edward Lucie-Smith’in "Movements in Art Since 1945" adlı kitabını. Başlığının belirttiği gibi güzel sanat alanında 1945’ten sonra (yani, Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra) ortaya çıkmış akımları inceliyor; ama kitabın ilk yayımlanma yılı da 1969. Demek ki, incelemeyi başlattığı yıldan itibaren 25 yıl bile geçmemiş. Dolayısıyla, 'kavramsalclık' (conceptualism) ile bitiyor. Bu, hele seçilen konunun özellikleri düşünüldüğünde, çok kısa bir süre. Bir sanat akımını böyle kısa bir sürede yaptıklarıyla değerlendirmek kolay bir iş değil. Bu gözle bakılınca Lucie-Smith’in başarılı bir inceleme yaptığı görülebiliyor; akımların kökenlerini ve birbirleriyle ilişkilerini aydınlık bir biçimde göstermiş. Öte yandan, 1945’ten bu yana 'hayatın hızlanması' denebilecek bir olgu var. Bir sanat akımını ortaya çıkışından itibaren 20 yıl gibi bir sürede değerlendirmek, evet, zor. Ama zaten o sanat akımı 20 yıl orada öyle durmuyor ki. Birkaç yıl içinde başka bir şeye dönüşüyor. 'Dönüşüyor' da, önceden yapılmış şeylerin bazıları da içinde bir yerlerde tutmaya devam ediyor, bir yandan. Sözün gelişi Duchamp gibi bir adam, ya da onun gölgesi, hep var.
 
Dünyayı baştan kurma
 
1945 sanırım doğru seçilmiş bir tarih. 'Modern' dediğimiz dönemin başlangıcını kolayca çok daha gerilere taşıyabiliriz; 19. YY.'dan alabiliriz; hatta belki Sanayi Devrimi ile özdeşleyebilir böylece, Hargreaves’in 'Jenny'yi icat ettiği 1767’ye ya da Arkwright’ın onu kullanarak beş bin işçi çalıştıran bir fabrikatör olduğu (18. YY. sonları) döneme götürebiliriz. Bunlar, modernizmin iyimser zamanları... Bu yeni enerji, güç, dünyayı baştan kurma imkanını veriyor bize.
 
Dolayısıyla 1945 de bunun tam karşıtı sayılacak bir ruh halini simgeleyen bir tarih. Gene modernizmin içindeyiz ve şimdi elimizde buhar gücünden inanılmayacak derecede daha güçlü imkânlar, potansiyeller var. Ama dünyayı baştan kurma adına iki atom bombası atıp yarım milyon insan öldürmüşüz ve on milyona yakın insanı yok ederek çalışan kamplar, gaz odaları, fırınlar ve müthiş bir ulaştırma ağı kurmuşuz.
 
İnsanın bu yeteneklerini gözlemlemiş bir sanatçının oturup Monet’nin nilüferlerini yapmasına artık imkan yok. Onun için, şimdi, Duchamp’ın pisuarı. Bu imge, 'modern' dediğimiz bir yığın 'iş'in bir yerinde kendini gösteriyor - tabii artık 'pisuar' olarak değil, onun felsefi uzantısı olan başka başka kılıklarda.
 
Örneğin makine oluyor ve çalışıyor. Çalışıyor ama hiçbir şey yapmıyor. Veya Calder’ın ve onu izleyenlerin 'mobil'leri oluyor - hareket eden heykel. Ya da Warhol’un çoğaltılmış Marilyn’leri oluyor. Bunları, bunların benzerlerini (ya da 'benzemez'lerini) yapan 'modern' sanatçılar, artık hiçbir şeyden emin değil. Yüzyıllarca, sanatın gerçeklikte varolan bir şeyin 'temsil'i, 'yansı'sı olduğu inancıyla yaşadık. Şimdi 'iyi bir temsil', 'kötü bir temsil' gibi kavramlar bir yana, 'temsil'in mümkün olduğuna inanamadığımız bir çağda yaşıyoruz.
 
Onun için bütün sanatlarda bir 'içedönüş' dönemi başladı. Herkes, önce kendini sorguluyor. Ressam, “Ben neyin resmini yapıyorum?” diyor; besteci, “Ben neyin sesini çıkarıyorum?” diye soruyor. 
 
Kendini sorgulama
 
T. S. Eliot’tı doğru hatırlıyorsam, eskiden insanlarda sahneye çıkma, sahnede olma ürküntüsü olduğu, modern sanat çağında ise sahneye çıkanı seyretme konumunun daha fazla ürküntü yarattığı mealinde bir tespitte bulunmuştu. Çok doğru.
 
Bu gibi durumların hınzır mizahını yakalama üstadı Woody Allen’ın "Manhattan"ını hatırlıyorum. Diane Keaton’la bir resim sergisine gidiyorlar. Allen hiçbir şey anlamıyor. Keaton, “Beğendim,” diyor; “Bir ‘negative capability’si vardı.” Ne demek? Aslında Keats’in sanırım bir mektubunda icat ettiği bir paradoks: 'capability', yapabilirlik. Bir tür 'kudret' demek; 'negativity' ise tersi, 'olumsuzluk'... Keaton’ın bu 'tespit'i Allen’ın hoşuna gidiyor. Her tarafa çekilebilecek, aslında bir nesnesi, karşılığı olmayan bir 'lakırdı' olduğu için, Allen’ın içinden çıkamadığı o soyut resimler karşısında 'vaziyeti kurtarma' hizmeti veren bir 'enteleltüel zırva'. Nitekim filmin sonrasında Woddy Allen kendisi de aynı lafı kullanır. 
Eliot’ın dediği durum: Sahnede olan, aslında ressam ama siz onu sahnede seyreden olarak, onun hakkında anlamlı bir şey söylemekle yükümlü hissediyorsunuz; gel gör ki sahnede bulunan kişinin ne söylediğini, ne yaptığını anlamıyorsunuz.
 
1945’ten beri de, 1969’dan beri de, dünyanın zamanı geçti. Modern sanatın konumu pek fazla değişmedi. 
 
'Kendini sorgulayan' demiştim yukarıda; 'arama' kelimesi de kullanılabilir. Modern sanat, modernizmin kendine özgü bir 'hokus pokus'la kaybettiği anlamı arıyor. Harıl harıl arıyor. Ama bu arada, 'arama'nın kendisinin de bir amaç olduğunu söylüyor mu?
 
Bence söylüyor.