Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Tıka basa İstanbul
Mart 2015

Tıka basa İstanbul

Murat Belge
İstanbullu Ermeni yazar Sarkis S. Hovhannesyan'ın bir tür İstanbul rehberi olan kitabında, çeşitli semtler, binalar ve konular hakkında kısa bilgiler bulunuyor
“Payitaht İstanbul’un Tarihçesi” 
Sarkis S. Hovhannesyan
Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Fiyatı: 10 TL
Tarih
 
Ne zamandır elimin altında duran, ama bir türlü 'elimin üstüne' alıp da okuyamadığım bir kitap vardı; üstelik incecik bir şey, 75 sayfa topu topu. Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkmış, Sarkis Sarraf Hovhannesyan’ın yazdığı “Payitaht İstanbul’un Tarihçesi”. Hovhannesyan İstanbullu bir Ermeni. 1740 - 1805 arasında yaşamış. Bu küçük kitabı da tam yüzyıl dönümünde, 1800 yılında tamamladığı anlaşılıyor. İki yazması varmış kitabın. Yazarının Hovhannesyan olduğunu Kevork Pamukciyan tespit etmiş. Sarkis Sarraf Hovhannesyan, Balat’taki Surp Hıreşdagabet (Başmelekler) Kilisesi’nin cemaatindenmiş. Orada, şimdi ayakta duran kilise binası 1830’lardan olduğuna göre, ondan önceki binada yapmış ibadetini. O kilisenin 'Muganniler Heyeti', yani korosu üstüne de bir kitabı varmış. Şimdiki kilisenin avlusunda da 'Muganniler'in dairesini gösterir bir levha görürsünüz. Başka, genellikle tarihi konularda yazılmış eserleri de varmış Hovhannesyan’ın.
 
Kitap, dediğim gibi, küçük; ama tıka basa bilgi dolu. Byzas üstüne birkaç söz söyledikten sonra, surlardan ve Marmara kıyılarına açılan kapılardan başlıyor anlatmaya. Buradan başlayınca ilkin Narlıkapı ve Samatya Kapısı’nı görüyoruz. Eh, buralar Ermeniler’in yoğun yaşadığı semtler tabii. Ama Hovhannesyan öbür cemaatleri de ihmal etmiyor. 
 
Rehber kitap
 
Yazar, bu kısacık 'rehber' kitabında öyle uzun uzun edebiyat yapmaya kalkışmıyor. 'Envanter' tutar gibi bir tavırla yazıyor: Şurada şu var, burada bu var vb. Kısa kısa bilgi veriyor çeşitli binalar hakkında. Bunların bir kısmı bugünlere kalamamış, ama birçoğu halen ayakta olduğu için yönümüzü şaşırmadan biz de yürüyoruz Hovhannesyan’la birlikte.
 
Böyle yürüyerek surları dolanıyoruz. Yedikule’de, başladığımız yere geldikten sonra, bu sefer yüzümüzü Eyüp’e dönüyoruz. Eyüp’ten Haliç’in kuzey kıyısını izleyerek Kasımpaşa’dan Galata ve Beyoğlu kısmına geçiyoruz. Bu tarihlerde buralarda yerleşim şimdiki gibi hiç değil elbette. Beyoğlu’ndan Hovhannesyan Beşiktaş’a geçiyor, aradan da Boğaz yoluna çıkıyor. Ta Fener’e kadar gittikten sonra karşıya geçiyor. Bu sefer güneye iniyor, Üsküdar, Kadıköy, Fenerbahçe yapıyor. Bu artık İstanbul’un sonu.
 
İstanbul hakkında çok şeyi Reşat Ekrem Koçu’nun “Ansiklopedi”sinden okuyarak öğrenmişimdir ya da oradan öğrendiğimi sanarım, çünkü kaynağını unutmuşumdur. Buna benzer bir bilgi: İstanbul’da yemek üzere enginar ekimi ilkin Ortaköy sırtlarında yapıldı. Koçu’nun kitabı 'O' harfine kadar gelmiyor. “Enginar”da da yok böyle bir şey. Kim bilir, bambaşka bir maddeye sıkışmış da olabilir. İnsan nerede okumuş olabilir böyle bir şey?
 
Doğanın verdiklerini kurutmak
 
Şimdi Sarkis Sarraf Hovhannesyan’la arşınlarken İstanbul’u, haliyle Ortaköy’e de geliyoruz. Şöyle bir cümle çıkıyor karşıma: “Yahudiler, 150 sene önce Frenkistan’dan getirdikleri enginarı, ilk kez bu köyde yetiştirmişlerdir.” Benim okuduğum ve şimdi nerede okuduğumu hatırlamadığım yerde ne Yahudiler vardı ne '150 sene önce', ne de Frengistan’dan geldiği (ama bu sonuncuyu tahmin edebiliyorduk). Sadece, 'Ortaköy sırtlarında' yetiştiği söyleniyordu. Bilginin Hovhannesyan’dan geldiğine dair hiçbir işaret yoktu - ya da kim olursa olsun, herhangi bir kaynak gösterilmemişti. Ama şimdi bu cümleyi okuyunca insan ne olduğunu, nasıl ve ne zaman olduğunu anlıyor. Ve ayrıca, İstanbul’a ilişkin birçok bilginin kaynağını da anlıyor. Örneğin, Ortaköy’den Kuruçeşme’ye geliyoruz: “Denizin içinde sığ suda küçük bir adaya benzeyen bir kaya ve bunun az yukarısında da başka bir adacık vardır,” cümlesini okuyunca, Galatasaray’ın görkemli Suada’sının 19. YY. başındaki durumunu öğrenmiş oluyoruz. Bir sonraki cümle: “Bunların yanından nefis istiridye çıkar.” Eh, fazla değişen bir şey yok. Doğanın içine beton dökmeye ve doğanın verdiklerini kurutmaya devam ediyoruz.
 
Sonra Arnavutköy’e geliyoruz tabii: Burada akıntının gücünden yengeçlerin (pavuryaların) suda yürüyemeyip kayaların üstünden burnu geçtikleri anlatılıyor. Hovhannesyan “Bundan bahseden seyyahlar vardır,” demekle yetinmiş, kim olduğunu söylememiş. Bu, Fransızca adı Pierre Gilles’i Latince olarak Petrus Gyllius diye yazan, Kanuni çağında buralara gelmiş gezgindir. Verdiği bilgiye ilişkin benim yorumum, mayıs - haziran sıralarında, yani bunların çiftleşme ve yumurtlama zamanında gelip gördüğü ve ne olduğunu anlamadığı. Zamanında - gençliğimizde - biz de el feneri ve sepet alarak gider ve geceleri pavurya yakalardık - pavurya hâlâ varken.
 
Velhasıl, küçücük, ufacık, içi dolu bilgicik bir kitap, Hovhannesyan’ın “Payitaht İstanbul’un Tarihçesi” adlı kitabı.