Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Asu Maro | ‘Doksanlar’ olur mu?

‘Doksanlar’ olur mu?

03 Temmuz 2013 - 05:07
Kimimiz Birol Güven’in dizisini heyecanla karşıladık, kimimiz el değmesin istedik gençliğimize. Ben, iyi niyetle, o yıllardan izler bulmak isteğiyle geçtim karşısına, bulduklarım da olduSeksenler çocukluğumuza geldi, doksanlar kendimizi bildiğimiz yaşlardı. O yüzden kimimiz Birol Güven’in dizisini heyecanla karşıladık, kimimiz el değmesin istedik gençliğimize. Ben, iyi niyetle, o yıllardan izler bulmak isteğiyle geçtim karşısına, bulduklarım da oldu, olmadı değil. Dizide Papatya adayını oynayan Esra Dermancıoğlu’yla pazar günü çıkan röportajımızda konuştuğumuz gibi, sanat yönetimine diyecek yok. O evler tamamen tanıdığımız evler, evet... Kostümler de öyle.

Ve bir diziyi daha ilk bölümden gömmek, çok adil değil, henüz karakterleri tanıma aşamasındayız. Ama bu aşamada aksaklıklar olduğunu, bazı karakterler ilk andan finale kadar beş dakikada bir karşımıza, üstelik aynı repliklerle getirilirken, bazılarının ne hikmetse dizinin ortalarında arz-ı endam ettiğini, bunun dengeyi bozduğunu söyleyebiliriz. Misal, Beste Bereket’in oynadığı ‘feminik kadın’la, basbayağı dizinin ikinci yarısında tanıştık. Halbuki yine dizinin belli bir yerinden sonra anlatıcılığı üstlenen genç kızımız karakterleri bir bir bize tanıtıyorsa, hakikaten herkesi tanıtması gerekirdi. Bunları ilk bölümün cilveleri kabul edelim, Birol Güven ve ekibinin sürekli aynı repliklerle konuşan bakkal ve çırağından daha ilk bölümde gına getiren seyircinin sesine kulak vermesini umalım. Çünkü “İşin sonuna bak sen” lafını duymamak için bir daha televizyonunu açmayacak insanlar olduğundan eminim, hatta kendimden biliyorum.

Bu arada dizinin en renkli kısımlarından birinin mahallenin üç genç kızı olduğunu, özellikle Rasim Öztekin’in kızı Pelin Öztekin’in ışığıyla göründüğü sahneyi aydınlattığını da söylemem gerek.

Dönemin ruhu şarkılarında

Dizinin en çok merak edilen, beğenilen ve eleştirilen yanı müzikleri oldu-olacak besbelli. Çünkü bir dönemin ruhunu sırtlanan hep şarkılarıdır. ‘Seksenler’in başarısı en çok buna bağlıydı zaten. Bu yüzden Hakan Peker’in ‘Bir Efsane’si doğru seçim olmakla beraber, onun
1989 değil, 1998 versiyonunu çalarsan millet fark eder. Ya da Cengiz Kurtoğlu’nun ‘Unutulan’ının aslında 80’lerin şarkısı olduğunu hesaba katmazsan... Ve tabii 90’lar deyince daha çok akla gelen bir dolu şarkı olduğunu hatırlayıp, derhal sıkı bir araştırmaya girişmelerinde fayda var.

‘Seksenler’i yapan ekibin, biraz özenle ‘Doksanlar’ı heba etmeyeceğine inanmak istiyorum. Bizim de ağız tadıyla kendi çocukluk-gençlik yıllarımızı izlemeye hakkımız var, değil mi?



Buradayım aşkım!

Dün bir uzaylı İstanbul’a gelmiş olsaydı, yolunu Taksim’e düşürmüş olsaydı, ne düşünecekti biliyor musunuz?
Türkiye’nin dünyanın en mutlu, en neşeli, en özgür ülkelerinden biri olduğunu...

İnsanların yüzünün güldüğünü, herkesin rengarenk giyindiğini, içinin aydınlığının yüzüne vurduğunu...

Herkesin birbirini çok ama çok sevdiğini... Ellerini birbirinin omuzundan, elinden çekmediğini... Birbirleriyle konuşurken “Aşkım” dedikleri yetmezmiş gibi, arada hep bir ağızdan “Neredesin aşkım?” diye haykırıp, dev bir korodan “Buradayım aşkım!” cevabını aldıklarını...

Müziğin ve dansın hayatın ayrılmaz parçaları olduğunu... İnsanların içlerindeki neşeden habire kıpırdanmak istediklerini...

Herkesin birbirine destek olduğunu... Birileri yürürken diğerlerinin binaların pencerelerinden sarkıp “Sizinle gurur duyuyoruz” diye bağırdığını...

Anne babaların çocuklarının seçimlerine saygı duyduğunu... Çocuğu bir dava uğruna sokağa çıkmışsa, babasının da “Babanım, yanındayım” pankartıyla onun yanında yürüdüğünü...

Böyle bir Türkiye görecekti, bir uzaylı dün Taksim’e gelip LGBT Onur Yürüyüşü’nü görseydi. 50 bin kişilik bir tablo yalan söylüyor olamazdı ya... Demek ki mümkündü...