Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Asu Maro | “Benimki el yordamıyla bulunmuş bir hayat”

“Benimki el yordamıyla bulunmuş bir hayat”

02 Ağustos 2022 - 09:08
Sesi, yorumu, sahne performansıyla müziğimizde son derece kendine has bir yerin neredeyse yarım asırdır sahibi, Nükhet Duru. Cumhuriyet’in 100. yılına denk gelecek 50. yılını yeni şarkılar ve Türkiye’nin her köşesinde vereceği konserlerle kutlamaya hazırlanıyor.

 

Nükhet Duru’yla ilk röportajımızı yaptığımızda ben onun akşam çıkacağı konserin provasına gitmiştim, yanında Meral Okay vardı, ben olsa olsa yirmi yaşındaydım, o her zamanki gibi çok güzeldi, sahne zaten evi gibiydi, öyle doğaldı. Ama o günden en net kalan duygu, alışılmadık bir samimiyet, insana kendisini değerli hissettiren bir sıcaklık olmuştu. Ondan sonra her Nükhet Duru röportajı benim için kendimi iyi hissedeceğim, derdim varsa gülüp geçeceğim, hayata bağlanacağım bir seans demek oldu; “Gerisi vız gelir bana, güzelliğe inanmışım” şarkısını avaz avaz söyleme isteğiyle ayrıldığım.

Ne mutlu ki bir kez daha, 2022’nin bunaltıcı bir temmuz gününde, dünya hiç de en iç açıcı dönemini yaşamazken, bir doz Nükhet Duru alma şansım oldu. Olağanüstü enerjisiyle Bodrum - İstanbul arasında mekik dokurken, bir yandan sevdiği şarkıların cover’larını dinleyiciyle buluşturup bir yandan yeni şarkılar söylemeye ve en önemlisi sahnede 50. yılını kutlamaya hazırlanırken araya da bu sohbeti sıkıştırabildi. Gene samimi, gene bir söylüyor iki gülüyor, acılarla dalga geçiyor, sevinçleri çoğaltıyor, bence okuyana da iyi gelecek.

 

 

Geçen ay daha önce Model’den dinlediğimiz “Değmesin Ellerimiz” şarkısının cover’ıyla çıktınız karşımıza. Zaman zaman yapıyorsunuz böyle sürprizler. 

 

Bu devam edecek. Ben aslında bunu bir kuşak buluşması olarak görüyorum. Gençler çok güzel şarkılar yapıyorlar. Grupları sürekli takip ediyorum, güzel şarkıları yakalamak istiyorum. Ben de bir yorumcu olarak onları da mutlu etmek istiyorum. Çünkü bugüne kadar aldığım reaksiyon hep “Ayy Nükhet Abla sahi mi, benim şarkımı da mı söyleyeceksin?” oldu. Böyle bir hevesi görünce, demek ki onlar tarafından tanınıyorum ve özelliklerim biliniyor, tevazuyu bir tarafa bırakmak istiyorum. Hem yeniden o şarkıya bir hayat kazandırabilmek beni mutlu ediyor hem de zamansız bir sesim olduğunun altını kendi kendime çiziyorum. Biliyorsun, hem sesine hem de kendine iyi bakan biriyim ve bu şarkıları yeniden canlandırma işini görev edindim. Kendi kendimi sınamaktan, kendi kendimle savaşmaktan ve yarışmaktan da çok hoşlanıyorum. Acaba ben de bu şarkıdan öyle hoşlanılmasına neden olabilir miyim gibi hâlâ naif düşüncelerim var. Bu yüzden her ay veya işte iki ayda bir yeni şarkılar, tekli tekli şarkılarla çıkacağım. 

 

Sırada yenileri var yani...



Hazırlıyorum bundan hemen sonra gelecekleri. Çünkü yepyeni, sıfır şarkıyı duyurmak için büyük çaba gerekiyor. Halbuki bilinen, sevilen bir şarkıyı, nasıl gençler eski şarkıları cover’lıyor, ben de yeni şarkıları cover’lamak istiyorum. Ama tabii bu sıfır şarkı yapmayacağım demek değil. Değişik sürprizlerim olabilir. 

 

Ne zaman?

 

Aslında düzenlemesi bitti, bir hafta - 10 gün sonra girip kaydını yapacağım. Tabii artık şarkıların klibi olmadan ciddiye alınmıyor gibi bir hâl var. Her cuma binlerce şarkı çıkıyor. Bunun arasından kötülerin iyilerin önünü kesmemesi için özel bir gayret gerekiyor. Allah o gücü verecek diyorum.

 

Bütün değişen müzik paylaşım sistemlerine müthiş hızlı bir şekilde adapte oluyorsunuz. İlk şöhret olduğunuz yıllarla kıyaslayınca bambaşka bir sistem var ve siz hiç o sistemde geri düşmediniz. Hep kendinizi diri tutuyorsunuz.

 

Evet, buna çalışıyorum. Çünkü yaşamım boyunca, repertuvarıma şöyle bir baktığımızda her şeyi zamanından önce yapmışım. Sosyal şarkıları, sadece aşk içermeyen, aşktan bile yola çıkıp başka noktalara gelebilen şarkıları çok erken uyarlamışım ve genellikle anlaşılmamışım. Yeni yeni keşfediliyorum. Gençler tarafından keşfediliyor olmak beni sevindiriyor, aslında genç kalmanın en önemli yolu bu. Çizgiler tende oluşur, ama ruhta senin yaşam biçimin belirliyor yaşını. Bu yüzden de sürekli bir şey arıyorum. Deneysel kalmaya çalışıyorum. Marjinal kalmaya çalışıyorum. Zaten hiçbir zaman kitlelere yönelik acayip hitler oluşturmanın peşine düşmedim. Düşmek istemedim. Çünkü onların çabuk tüketileceğini biliyordum. Ha ne olur çabuk tüketilse? Mesela yeni yapacağım sıfır şarkı bayağı pop müzik, belki çabuk tüketilir. Ama hiç sanmıyorum. Çünkü konusu öyle bir konu ki, yüzyıllardır bitmedi.

 

Ne acaba?

 

Yaranamazsın, diyor. Yani karşı taraf eğer duyarsız davranıyorsa yaranamazsın, diyor. Bir Nazan Öncel şarkısı. Canım ciğerim, çok seviyorum. Üç aydır şarkının düzenlemesi gide gele bir noktaya ulaştı. Bende pek rastlanmayan, herkesin eller havaya diyebileceği ama altındaki mesajı da çakabileceği bir şarkı olacak. “Değmesin Ellerimiz”e gelince, Fatma Turgut çok iyi bir yorumcu, çok iyi bir şarkıcı. Ama bu şarkıyı neredeyse 10 yıl önce söylemiş. Şimdi olgunlaştıktan sonra belki öyle söylemezdi diye düşündüm. Ben onun olgunlaşmış halini akustik olarak canlandırdım. 

 

Gerçekten birçok şarkının sözlerindeki duyguyu sizden dinleyince anlıyorum. “Uzunlar” da öyle oldu mesela, çok seviyordum ama sözleri üzerine düşünmemişim. 

 

Benim enteresan yönlerimden biri bu. Artık o kadar çok insan söyledikten sonra “Aa sahi mi, öyle mi?” gibi yapay bir tavra girmem gerekmiyor. Ben sözlerin anlamını sadece düşünerek yolluyorum. Ve tabii artikülasyonun da biraz etkisi oluyor. Gençlerimizde eksik bulduğum tek şey bu. Hem konuşurken hem görüşürken hem sevişirken. “Buluşacağız bir şeyler yapacağız,” diyor mesela. Ne yapacaksınız hayatım, anlamadım ben. “Bir şeyler, dur bakalım o an ne gelirse, bir şeyler”. Ben öyle bakmıyorum tabii. O “Uzunlar”ı yaktığın zaman kurabileceğin hayali düşünerek söylüyorum.

 

Bunun biraz yaşanan yıllarla oluştuğuna inanırım ama eski yorumlarınıza baktığımızda siz zaten 30 yaşında doğmuş gibisiniz.

 

Ben evet yaşayıp gelmişim. Benim kadar erken yaşta arızalarla karşılaşmak erken büyütüyor. Büyümek zorunda oluyorsun ve o zorundalık sana belki de başka bir derinlik yüklüyor. Eskiden bunlara çok üzülürdüm. Onu da yaşadım, bunu da yaşadım diye, şimdi iyi ki yaşamışım diyorum. O zaman ben ben olmazdım. Ya da benden beni ben yapamazdım. 

 

Bu “yapmak” sözcüğünü Nilay Örnek’in podcast’inde de kullanmışsınız, “Nükhet Duru’yu azimle, inatla ve kimsenin beğenmemesini göze alarak yaptık,” diye. O yaşta bunu göze almıştınız, öyle mi?

 

Halbuki çok da sevilmek istediğini söyleyen bir çocuksunuz öte yandan. Evet bir taraftan sevilmek istiyorum ama sevilmenin yolunun başarıdan ve yegane olmaktan geçtiğini çakıyorum, içgüdüsel olarak. Yani herkes gibi bir çocuk olursam, dünyanın en güzel çocuğu değilim, sıska, sevimsiz ve de yaşından büyük davranan, en antipatik kız çocuklarından biriyim. Bunu görüyorum, 11 yaşında bacak bacak üstüne atıp “Ben efendim şarkıcı olacağım,” diyen. Çarpasın gelir herhalde. Bu yüzden farklı olmak zorunda olduğumu biliyorum. Bu farkı nasıl yaratırım, onu araya araya buldum. Ha buldum kolay mı geçti, “Ben bunu yapacağım” dediğimde hemen ikna mı olundu? Hayır. Sürekli mücadele verdim. Sürekli hayır, o doğru değil, bu doğru demek zorunda kaldım.

 

“DUYGU ASENA BENI SEVERDİ”

 

Duygu Asena’nın romanından uyarlanan “Aslında Özgürsün”de son derece çapkın ve flörtöz bir teyze oynuyorsunuz.

 

Evet Duygucuğumuzun bize yadigarı romandan uyarlandı. Çok beğenilmiş, Gain’in rekorlarını kırmış dizi. Buna sevindim. Konu doğru işlendi, Deniz (Çakır) çok tatlıydı, Bade (İşçil) çok tatlıydı. Ben de sevimli bir figür olarak girdim ve çok eğlendim. Teyze boşandım diye sevinçle parti veriyor, dünyanın en tatlı şeyi bu. Ve o partiyi hakikaten verdim, bir de oradaki figürasyon beni öyle motive etti ki. Yaptığım ve söylediğim her şeye gülüyorlardı, Cem Yılmaz’a döndüm bir anda. 

 

Duygu Asena’yla aranız nasıldı?

 

Duygu severdi beni, şaşırmıştı beni tanıdığında. Ben onunla tanıştığımda Erol Simavi’ye aşıktım. Gencecik bir kızdım, koskocaman bir adama aşık oldum. Nasıl olabilir böyle bir şey, kendim hayret ederken Duygu benimle röportaj yapmak istedi. Çok utanıyorum, kocaman bir adamla beraberim, ve Duygu Asena gibi feminist ve de özel bir kadınla 21 - 22 yaşında röportaj yapıyorum. Duygu, buluşmaya kaskatı kesilmiş şekilde geldi, soramıyor da, çünkü bir etik var o zamanlar. Ayrılırken “canım, allahaısmarladık” diye sarılarak gitti ki böyle bir şey yapacak biri de değildi. Hilton’da bir odada oturuyorduk, korkudan ölüyordum, çünkü Erol bey izin vermiyordu sokağa çıkmama. V yakalı kazak giymeme izin vermiyordu, boğazlı giymek zorundaydım. Şan Tiyatrosu’ndaki o zaman giydiğim elbiselere bak, hepsi öyle. Buraya da bir kalp yapılıyor mesela, içine “N E” yazdırıyordu, taşların arasına gizli. Evet ben de onu çok seviyordum ama bundan da utanıyordum, sanki ben yaptırmışım gibi olacak diye. Neyse sonuçta Duygu benim Erol Simavi’yi tavlamak için bir şey yapmadığımı, tam tersi olduğunu anladı orada. Akıllı kadın tabii. Ama garip bir inadım var, buna katır inadı mı dersin, ne dersin, vazgeçmedim, vazgeçemedim yani kendi kendimden. 

 

O inatçı kızın şarkılarını söylemeye başlamasının üzerinden 50 sene geçmiş olacak 2023’te.

 

Hayret bir şey, hiç anlamadım nasıl geçti ama ama bugün bilincindeyim. Cumhuriyet’in 100’üncü yılı ve bir kadın sanatçı olarak, direnerek 50 yılı arkamda bırakmam bana hoş geliyor.

 

Bu arada defalarca çeşitli yerlerde sizin hikayenizi dinledim, okudum...

 

Yarısı karışık. Yoruma bağlı. Benimle ilgili Wikipedia’da bile doğru bilgi yok.

 

Doğum yeriniz bile değil mi, şaibeli.

 

Evet, ben nerede doğdum belli değil. Ya Erzurum ya Kayseri ya Niğde ya Samsun ya Trabzon. Çünkü nereye gitsem oralılar “hemşehrim” diyor. Şimdi ben niye bozayım bunu? Zaten Türkiyeliyim, ne fark eder benim İstanbul’da Süleymaniye Doğum Evi’nde doğmuş olmam?

 

Hayatınızda birtakım mihenk taşı olmuş erkekler var; şarkı yazarı olarak, besteci olarak. Ama yine de bütün yolu siz kendiniz çizmişsiniz diye görüyorum ben.

 

Doğru. Bunlarda katiyen ne zeka ne akıl ne de plan görmüyorum ben kendi kendime baktığımda. Tamamen el yordamıyla, tamamen zevk meselesiyle ilgili. Yani “Ben onu sevmem,” deyip oradan uzaklaşıyorum. “Yahu şu şarkıyı oku, bak gör ne olacak,” diyorlar sürekli. Hâlâ diyorlar işin tuhafı. Bunu duyduğum anda zaten uzaklaşmaya başlıyorum. Bir şeyin efervesan tablet gibi suya atıp da eriyeceğini duyunca ben sinirleniyorum. Neden? İllaki zorluk arıyorum. Bu da benim tuhaflığım olsa gerek. Yani ne var şu yolu bir kolaylaştırsan? Yok. Zevk meselesi bu. Ben zor şeyleri seviyorum ve zor şeylerden yılmıyorum. Zor şeylerle kendimi büyütebiliyorum. “Bak bunu da başardım,” demekten hoşlanıyorum. Neden? O kadar küçük yaşta hayatla karşı karşıya kaldım ki, 11 yaşındaydım, hayatla ne yapacağımı düşündüğümde.

 

Ne oldu 11 yaşında?

 

Annemle babam ayrıldı ve beni aileden yakın bilinen bir yere evlatlık verdiler. Halleri vakitleri çok iyi olduğu halde. Bana bakmak, benimle uğraşmak istemediler. Zaten 11 yaşıma kadar canım çıktı, onlarla ben uğraştım. Sürekli kavga eden, sürekli sıkıntı yaratan, sürekli benden şikayet eden, “Ne biçim çocuksun” diye. Bir şey yapmıyorum, odama kapanıp oturuyorum, yine sinirleniyorlardı. 

 

Belli ki birbirlerine sinirleniyorlardı.

 

Tabii ki. Çünkü istenmeden doğmuşum, ben ona inandım. “Biz seni çok sevdik, birbirimizi sevdik ve isteyerek doğurduk” falan, katiyen beni ikna edemediler. Yani ben altı yaşındaydım, o kadar beklenmeyecek laflar etmişim ki, anneannem anlattı sonra bana, “Allah aşkınıza boşanın da beni de kurtarın,” falan diyormuşum. Bunları anla, ikisi birbiriyle otururken, koklaşırken birden oradan bir sandalye geliyor, o onun kafasına atıyor, öbürü ona bir bıçak atıyor ama denkleştiremiyor. Bu yüzden ben hayatla çok erken yüzleştim ve çok erken anlaştım. “Bir dakika ben bunları bunları yaparım ama sen de bana bunları bunları ver,” gibi hayali bir şeyle konuşuyordum ve bunu başarabileceğime inanıyordum. Yani 13 yaşında intihar etmeyi deneyip de “Tamam ben hata etmişim, vazgeçtim bu işten,” dediğime göre demek ki benim göreceğim şeyler var. O zaman asılacağım hayata dedim. 14 yaşında Florya Deniz Kulübü’nde şarkı söylemeye başladım. Beni orkestra şarkıcısı olarak aldılar fakat ben birden orkestrayı bırakıp piste çıkıverdim. Bu özgüven nereden geldi, yemin ederim bugün bile hâlâ anlamadım. Birdenbire çıktım ve günün moda şarkılarını kendi kendime söylemeye başladım. O tonu nereden buluyorum, doğru tona nasıl geliyorum, nasıl madara olmuyorum, bunu kesinlikle bilmiyorum. İçgüdüsel. Benim hayatım, el yordamıyla bulunmuş bir hayat.

 

50 yıl önceye bakınca böyle azimli bir kız çocuğu görüyoruz. Ve burnunun dikine gidecek olan.

 

Kesinlikle. Her konuda. Zaten Sezen yazdı, “Dikine Dikine” diye bir şarkı, “Dinlemedin dinlemedin, hep gittin burnunun dikine dikine”. Sezen’e göre bir sürü hit şarkı vardı ve ben onları söylemek istemedim. Bana diyor ki “Acayip tutacak bak, “Beni yak kendini yak” mesela. “Hayatım çok marazlı, ben kimseye böyle bir şey söylemem,” diyorum.

 

Bu hiç üzülmediğiniz anlamına gelmiyor herhalde ayrılırken.

 

Hayır, üzülürüm ama kimseye çaktırmam. 

 

50’nci yılda neler olacak? Nasıl kutlamalar planlıyorsunuz?

 

Şöyle söyleyeyim; 50’nci yılımda ne kadar çok şey yapabiliyorsam o kadar çok şey yapacağım. Hem dizi yapacağım hem konserler yapacağım. Türkiye’nin gidebileceğim kadar uzağına gideceğim konser vermek için. Beni yıllardır canlı olarak görmeyen şehirlerde hâlâ nasıl şarkı söylediğimi göstermek istiyorum. İnsanın kendine baktığında, yarına umutla baktığında nasıl iyi kalabildiğini. Güne aynaya bakıp “Ellerim de tutuyor, ayaklarım da tutuyor, hafif ağrıları var, olsun, neler var, çok şükür,” diye başlayabilmenin insanı nasıl hayata bağladığını anlatmak istiyorum. Sadece şarkı söylemek değil benim işim. Dün gece caz söyledim mesela, eğer onu dinlemiyorsan çabucacık adapte olunacak bir tarz değil. Ama ben onu muhabbetle öyle tatlandırdım ki her anlattığım küçük hikayeden sonra o şarkılar daha anlamlı geldi seyirciye. Bu beni mutlu ediyor. İnsanlarla görüşerek, bakışarak ve hatta öpüşerek besleniyorum. 

 

Bu daha gençken de böyle miydi?

 

Hep böyleydi evet. Yani şöyle söyleyeyim, tabii 18 yaşında MS olup yeniden ayağa kalkabilen ve yıllardır bununla baş edebilen bir insan olduğunda durmadan şükredip, durmadan seviniyorsun. Ben mutlu bir insanım. Her şeye rağmen. Herkese rağmen. Ben o kadar ufak şeylerden mutluluk duyuyorum ki.

 

Sahneden hiçbir şekilde sıkılmıyorsunuz ve bu kadar yıldır bu da değişmedi.

 

Değişmedi. Çünkü şarkı söylediğim zaman iyileşiyorum ve iyileştirebileceğimi hissediyorum. Eskiden geri dönüşleri alabilme imkanımız yoktu, evet sosyal medyadan şikayet ediyoruz, yozluktan, davranış ve sözlerden şikayet ediyoruz ama bir taraftan da ani geri dönüş alıyoruz; mesela bugün birisi, “Hüngür hüngür ağladık sevgilimle, meğer ne kadar özlemişiz sizi konserde görmeyi, siz konserleri boşladınız,” diyor. Hayır boşlamadım. Ortam bulamıyorum. Çünkü ben beş bin kişilik yerlerin şarkıcısı değilim. Benim ne Kayahan’dan şarkılarım var ne Ajda Pekkan gibi dünyanın en sevilmiş şarkılarını söylüyorum, Sezen gibi yediden 70’e sızan damardan şarkılarım da yok. Son derece serin, “olabilir, atlatırız, bakarız, hâlâ hayattayız” gibi bir havam var ve bu çalışmıyor. Çünkü kimse böyle bir şeyi istemiyor. Herkes ya delicesine dans etmek ya delicesine kahrolmak istiyor. Ben buna yokum. 

 

"SAHNEDEN HİÇ İNMEDEN ARALIKSIZ SEKIZ - 10 SAAT ŞARKI SÖYLEYECEĞIM"

 

Bir sahne rekor planınız var bu sene diye biliyorum. Ondan konuşabilir miyiz biraz? Performansım konuşuluyor biliyorum, iki saat, üç saat, dört saat şarkı söyleyebilen biriyim. Nefesimi tanıyorum, sesimi tanıyorum, kondisyonumu biliyorum. Ben yürürken kimse çakmadan şarkı söyleyen biriyim. Yürürken ve hafif aralıklı koşarken şarkı söylemek ciddi bir kondisyon gerektirir, bunları hayatım boyunca yaptım. Ciğerlerim bir opera şarkıcısı gibi geniş, sekiz mezür, 10 mezür, 12 mezür düz ses çıkarabilirim. Bütün bunları yapabilmek için çok çalıştım. Bu yüzden de bu konuda iddialıyım. Eğer bir mani çıkmazsa, ciddi bir değişim olmazsa sağlığımda, büyük ihtimalle 21 Aralık’ta sekiz saat, 10 saat, üç orkestra değiştirerek aralıksız şarkı söylemek istiyorum. Burada bana iki satır, üç satır, dört satır katılacak arkadaşlarım olursa başımın üstünde yeri var. Ne kadar giderse. Ben susmayacağım, üç beş dakikalık ufak ihtiyaç molaları dışında asla sahneyi bırakıp içeri girmeyeceğim. Bu yüzden çok heyecanlıyım. Gece yatıyorum, gündüz uyanıyorum, bunu düşünüyorum. İnşallah hayal ettiğim gibi bir gece olacak. Ondan sonra ölsem de gam yemem.

 

Kendiniz tanıdığım kadarıyla sıcak bir insansınız ama serinkanlı şarkılar söylemeyi tercih ediyorsunuz, öyle mi?

 

Şöyle söyleyeyim, sevgi konusunda verecek çok malım var ama ajitasyon ve sömürü konusunda hassasiyetim var. Yani senin şu anda bir sıkıntın varsa ben onu tırnakladığım zaman kendimi beğenmem. Bu isterse edebi cümleler olsun, ben sevmiyorum.

 

Çıktığınız dönemde yabancı şarkılara yazılmış söz de istemiyorsunuz. “İlk benden duyulsun, o şarkı benim olsun” gibi istekleriniz var. O zaman için muazzam bir bilinç. Ama siz ona bilinç değil içgüdü diyorsunuz anladığım kadarıyla.

 

Evet. Yani ne olabilir ki 18 yaşında bir insanın “Yok ben onu değil bunu söyleyeceğim,” demesi? “Mavi Boncuk” ilk bana geldi. Yıllardır da söyleniyor ve herkes hoppidi hoppidi. Ben bir türlü yakıştıramadım kendime. “Mahmure”yi hafif bir iş olarak göstermek istedi insanlar. “Mahmure”, Turgut Özakman’ın “Resimli Osmanlı Tarihi” oyununda yer alıyor. Ben oyunu izlediğimde “Ben buyum” dedim. Neden buyum? Hani Osmanlı kadını gibi sürekli susturulmaya, kapatılmaya çalışılan, sanki “Sen yerinde fıkırda, lazım olunca çağırırız” denen. Bana bu yüklenmek istendi diye tepkiyle söyledim. Özgür ruhlu bir kadın olduğunuzu biliyorum ama fotoğraf tutmamak, eşyalara bağlanmamak, sürekli ev değiştirmek gibi huylarınız da varmış. Mesela oğlum tatile geliyordu, havaalanından arıyordu, “adresi yolla” diye. Sekiz - dokuz ay olmuştur, emin evin değiştiğinden. Aynı Acarkent’in içinde üç kere taşındım

 

"HİÇ ZENGİN OLMAYI DÜŞÜNMEDİM, BEN HARCAMAYI SEVİYORUM"

 

Madem 50 gibi bir sayıyla karşı karşıyayız, hani dönüp o döneme bakınca, o yolun başındaki kıza dair neler söylemek istersiniz? Bir kere o zaman doğru yolda olduğunu yaşayarak ve de o taşlara basarak fark ediyorsun, düşmedikçe. Bence doğru yaptım. Bana yakışır bir şekilde yaptım. Adaletliyim. Ben bugün birçok konsere para almadan çıkıyorum. Yeter ki müzisyenlerim geçinsin. Pandemide 101 tane müzisyen para kazanamadığı, kendine bakamadığı için intihar etti. Buna bir daha izin vermemeliyiz diye düşünüyorum. Ben 64 yaşındayım, herkesin biraz daha büyük sanması zamanında yaşım küçük olduğu için ikinci şubeye çekilip sonra da valilikte Fahrettin Aslan tarafından yaşımın büyüttürülmesinden. Dolayısıyla 68 değil 64 yaşındayım ve bu yaşadığım ömürde becerebildiğim kadar, sesimin çıktığı kadar ve insanlara faydalı olabildiğim kadar sahneye çıkacağım. Ben bir sahneye çıktığımda minimum 25 kişi evine ekmek götürüyor. Tekniktir, orkestradır, ışıkçıdır, garsondur, valedir. Ve ben bütün bunları bitirdiğimde, o gece yatağa yattığımda, evet ağrılarım var bacağımdan dolayı ama inandığım budur, bu da onun diyetidir diyorum. 

 

Bir de siz “Hadi ben köşeme çekilip biraz dinleneyim” diyecek birine benzemiyorsunuz. Enerjiniz yüksek, duramıyorsunuz gibi görünüyor.

 

Tek beslendiğim şey insan ilişkileri, düşünceleri ve de bana geri dönüşleri. İnsanların mutlu olmasına, işini yapabiliyor olmasına ne kadar sebep yaratırsam benim için o kadar mutluluk. Çünkü bu saatten sonra ben biraz daha para kazanayım diye çalışacak biri değilim. Zaten hiç zengin olmadım ve olmayı da düşünmedim. Sıkıntı veriyor bana. Ben harcamayı seviyorum. Kazanayım hemen harcayayım. İncik alayım, boncuk alayım, elbise alayım. Yarın? Yarına Allah kerim. Ben böyle biriyim. 

 

Özgür ruhlu bir kadın olduğunuzu biliyorum ama fotoğraf tutmamak, eşyalara bağlanmamak, sürekli ev değiştirmek gibi huylarınız da varmış.

 

Mesela oğlum tatile geliyordu, havaalanından arıyordu, “adresi yolla” diye. Sekiz - dokuz ay olmuştur, emin evin değiştiğinden. Aynı Acarkent’in içinde üç kere taşındım.

 

Ne oluyor? Sıkılıyor musunuz?

 

Bilmiyorum. Bir şey geliyor bana, “ayy hadi bir toplansanıza” oluyorum. Hemen başına geçiyorum kolilerin. Aidiyet duygum oluşmamış. Bence bu annemle babamın kusuru. Çünkü onlardan dolayı nerede olacağım, nerede yaşayacağım, neresi bizim olacak, neresi olmayacak, böyle bir şey yok. Ben her yerde yaşayabilirim. Her yerde ahbabım ve komşum var. Onlar beni hiç bırakmaz. Çünkü ben onların kalbini kırmam, ben onlara Nükhet Duruculuk taslamam. Böyle bir şey yoktur zaten, bana çok komik geliyor. O sahneye çıktığımda olacak bir şey. Hayatta ben normal bir kadınım. Ha beni görünce umumi bir yerin tuvaletinde fotoğraf çektiren de var. “Tuvalet kız burası,” diyorum, “olsun fark etmez,” diyor, “peki” diyorum. Şimdi buna herkes peki der mi? Demez. Ben desem ne olur? Ne bozulur? 

 

Sizi mutsuz etmediğine göre ne sakıncası var?

 

Umurumda değil, hayatım. Bak söyleyeyim sana, ben gördüm, annemi gömerken. Mücevherleri, elbiseleri, şapkaları, ayakkabıları vardı çok düşkün olduğu, 263 şapka dağıtmak zorunda kaldım. Hangi birini alabildi bebeğim? Üç defa dünyayı gezdi, bu güzel. Bundan başka bir şeyle gitmedi yanında. Yani ben ona aldığım safirleri takıp da koyamadım oraya. 

 

Peki bu kadar sahip olma ve aidiyet duygusu olmadan aşk yaşanabiliyor mu?

 

Süresi var. En büyük aşk üç buçuk yıl sürüyor derler, bende de daha uzun süren bir şey olmadı. Demek ki insanlar kusurlarını üç buçuk yıl saklayabiliyorlar diye algılıyorum bunu. Benim de kusurlarım, karşı tarafın da kusurları. Tahammül sınırlarıyla ilgili bir istatistik olarak algılıyorum. Ama yani iki insanın birbirine bağımlı yaşayabilmesi için mucizeler gerekiyor. 

 

Bağımlı olmadan bir ilişki yaşanamaz mı acaba?

 

Olabilir. Ama bundan sonra, bizim çocuklarımız becerecek bunu. Çünkü bize dayatılmış ve yüklenmiş kodlar var. İnsanların kendine sahip, karşısındakinin de haklarına olağandışı bir biçimde saygılı davranabildiği ilişkiler ömür boyu sürebilir. Ama eski tip ilişkiler artık süremez. MS