Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Elif Tanrıyar | 'Sevgili'ye yeniden merhaba

'Sevgili'ye yeniden merhaba

05 Eylül 2017 - 10:09
Marguerite Duras’nın yarı otobiyografik romanı 'Sevgili', kendi bedeni ve yaşamı üzerinde hakimiyet hakkını kimseye vermeyen tavrıyla, kadın özgürleşmesi yönünde önemli bir yapıt
Marguerite Duras’nın yarı otobiyografik romanı 'Sevgili', uzun yıllardır baskısı tükendiği için Duras hayranları tarafından tutkuyla bekleniyordu. Sel Yayıncılık tarafından yeniden basılan roman, geçtiğimiz yazın en güzel edebiyat sürprizlerinden biri oldu. Yayınlandığı 1984 yılında Goncourt Ödülü’ne, 1986’da ise İngilizcede yayınlanan en iyi roman ödülüne layık görülen, tüm dünyada milyonlarca okurla buluşmuş ve sinemaya da uyarlanmış bu dokunaklı bir şiirselliğe sahip, ölümsüz eser Tahsin Yücel çevirisiyle yeniden Türkçede... Marguerite Duras, sömürge toplumunun değer yargıları, ailesi ve yoksulluk arasında sıkışmış genç bir kadının ilk aşkını ve ilk cinsel deneyimini kaleme aldığı 'Sevgili'de, kendi bedeni ve yaşamı üzerinde hakimiyet hakkını kimseye vermeyen tavrıyla, kadın özgürleşmesi yönünde de önemli bir yapıta imza atmış olur. Bu güzel küçük romanın, daha doğrusu novellanın en kıymetli yanlarından biri ise yazarın hayatının ilk yıllarına doğrudan çıplak bir bakış atabilmemizi sağlamasıdır. Yaşamına ve kişiliğine dair pek çok sırrı içeren hikayede, aslında onun yazın dünyasını oluşturan pek çok temanın nasıl oluştuğuna dair de ilk elden bilgi sahibi olmuş olur, Duras’yı çağdaşı kadın yazarlardan ayıran hayli egzotik ve cesur dünyasına adım atmış olursunuz.
 
Adeta tek bir tutku çığlığı Duras’nın tüm romanlarında karşımıza çıkarak onları bir nehir gibi birbirlerine bağlar. Yine de hiçbir romanı artık kültleşmiş olan, 1984 tarihli 'Sevgili' (L’Amant) kadar çok konuşulmaz, önce ulusal ardından da uluslararası görülmemiş bir başarıya neden olmaz. Bugün hala pek çok eleştirmen tarafından yazılmış en güzel aşk romanlarından biri olarak tanımlanan roman, yalnızca güçlü otobiyografik öyküsü ve egzotik havasıyla değil; sessizlikler eşliğinde ilerleyen, söylenenler kadar söylenmemişlerin de anlatıldığı, tamamen Duras’ya özgü bir anlatım tekniğine sahip olmasıyla da öne çıkar. Duras’nın ilk romanları her ne kadar basit romantik eserler olarak görülmüş olsalar da, özellikle ’50 sonrası ve Moderato Cantabile ile başlayan dönemle birlikte Yeni Roman akımının özgün ve başarılı örneklerinden sayılır. Ve hatta Yeni Roman’ın dahi dışında tamamen Duras’ya özgü özel bir edebiyat olarak değerlendirilir ve yazarın hakkı teslim edilir.
 
'Sevgili' çılgınlığı ise aynı adlı bir filmle devam eder. Jean-Jacques Annaud’nun filmi çok ilgi çekmiş ancak özellikle erotik sahneleriyle adından söz ettirmiştir. Duras ise öfkelidir. Yönetmenin eserini mahvettiğini söylemektedir. Annaud suskun, kimin gerçekten haklı olduğu ise bir muammadır. Çünkü Duras tüm muhteşemliğine ve dehasına rağmen şiddetli egosu ve benmerkezciliğiyle de tanınmaktadır. Üstelik ona yaşamı boyunca eşlik etmiş olan alkol tutkusu artık ölümcül derecelere ulaşmış, birkaç kez komaya girmesine de neden olmuştur. Sonunda Duras tartışmalara son vermek için oturup tüm o hikayeyi yeni baştan 'Kuzey Çinli Sevgili' adı altında, bir kameranın objektifini anımsatan bir teknikle yazar. Hikaye aynıdır, ancak bu kez ilk versiyonun aksine erkeğe meftun olan küçük kızdır ve bu kez izlenen erkek, izleyen ise kızdır.
 
Jane March ve Tony Leung'un başrolleri paylaştığı Jean-Jacques Annaud filmi 'Sevgili' (1992), Duras tarafından beğenilmedi.
 
Marguerite Duras, doğduğu yeri “Kanımca dünyanın en büyük su ülkesi,” diye tanımlar. 4 Nisan 1914’te, Hindiçin’de (Vietnam), Vietkong yakınlarında Gian-Dinh’de doğduğunda, yalnızca dünyaya değil; yaşamının sonuna dek zihninin içinde yaşatıp, yazmak için sürekli yeni hazineler keşfedeceği bir tür yazı evrenine de adım atmış olur. O su ülkesi, kıvrım kıvrım uzanan nehirler misali tüm hayatı boyunca takip edecektir onu. Yıllar sonra, verdiği bir röportajda şöyle anlatacaktır bu evreni: “Bazen tüm yazılarımın oradan, o çeltik tarlalarından, o ormanlardan, o ıssızlıktan doğduğuna inanıyordum. Çıplak ayak dolaşan, zaman kavramı olmayan, görgü kurallarını bilmeyen, nehrin üzerinden alacakaranlığa bakmaya alışkın, yüzü güneşten kavrulduğundan hiçbir zaman tam olarak beyaz olamayan, Fransız’dan çok Vietnamlı o cılız şaşkın çocuktan.”
 
Duras’nın ailesi geçtiğimiz yüzyıl başında, Fransız hükümetinin bir kampanyası sonucu yaşamak ve çalışmak üzere Hindiçin’e gelmişlerdir. Babası Henri Donnadieu, bir matematik öğretmenidir. Esasen bu, o da bir öğretmen olan annenin ise ikinci evliliğidir. Baba, bu yeni ülkeye yerleşmelerinden kısa bir süre sonra hastalanır ve mecburen dönmek zorunda kaldığı Fransa’da 1918 yılında ölür. Geriye yoksulluk içinde bir eş, dört yaşında bir kız çocuğu ve onun iki ağabeyini bırakmıştır.
 
Anne, yörenin kız okulunda öğretmenlik yaparak ailesini zar zor geçindirmektedir. Bu arada sürekli taşınmalar yaşarlar. 1924 yılında ise Mekong Nehri üzerindeki önce Sa-Dec ardından da Vihlong köylerine taşınırlar. İşte bu yıldan, 1932 yılında doğduğu topraklara bir daha dönmemek üzere ayrılıp Fransa’ya gittiği yıla dek yaşadıkları, Marguerite Duras’nın tüm yaşamı üzerinde etkili olacak olayları oluşturacaktır.
 
Yoksulluktan kurtulmak ve para kazanabilmek annenin en büyük yaşam amacıdır. Bu amaçla mutlaka toprak sahibi olmaya karar verir. Yıllar boyunca bu düş uğruna uğraşır didinir. Sonunda Kamboçya topraklarında bir arazi satın almayı başarır. Ancak dönem hükümette her türlü yolsuzluğun yaşandığı bir zamandır ve anne de bu durumdan nasibini alıp tüm saflığıyla kazıklanmıştır. Büyük umutlarla satın alınan o topraklar daha ilk hasat toplanamadan, gel gitlerin yaşandığı bir bölgede, deniz sularının altında kalacaktır. Annenin yaşayacağı bu yıkım, zaten zayıf olan ruhsal sağlığını iyice etkiler ve henüz 12 yaşında olan Duras, deliliğin ne olduğuyla ilk elden tanışır. Henüz bilmez ama hayatı boyunca da bu ‘delilik’ temasının etrafında dönüp duracaktır. Kendi hayatı ve yaşadığı çevre ise dinginlikle delilik arasında gidip gelmektedir. Fransız sömürgesi olan Hindiçin’de beyaz Fransızlar olarak seçkin zümreye ait olsalar da yaşadıkları sefalet nedeniyle yerlilerle benzer şartlarda yaşamakta, bu da onlarda iki dünyaya da ait olmama hali yaratmaktadır. Özellikle anne için böyledir bu. Kendisini bir Fransız olarak hiçbir zaman tam olarak oraya ait hissetmez. Çocuklar içinse orası doğdukları ülkedir. “Hayatımın ilk yıllarını yaylalar, yağmur, yasemin ve et kokusuyla hatırlıyorum. Hindiçin’deki yıpratıcı öğle sonraları, biz çocuklara, çevremizi saran boğucu doğaya meydan okuma hissi yaşatıyordu adeta. Çevremi saran o insanüstü dinginlik ve o sözle ifade edilemeyecek yumuşaklık bende silinmez izler bıraktı.”
 
Yaşam dışardan böylesine dingin akarken, evde ise bambaşka bir gerçeklik yaşanmaktadır. Küçük Marguerite kendisinden birkaç yaş büyük küçük ağabeyine ne derece tutkuyla bağlıysa, büyüğünden ise kelimenin gerçek anlamıyla o derece nefret eder. Büyük ağabey tam anlamıyla bir zorbadır ve bulduğu her fırsatta yumuşak başlı ve zihnen hafif yavaş olan küçüğünü sürekli olarak ezmekte, küçük kız kardeşini her fırsat bulduğunda dövmektedir. Anneleri ise neredeyse aşka yakın bir duyguyla sevip, asla karşı çıkmaz büyük oğluna. Onu sürekli kayırır. Bu arada diğer çocuklarını ise hep ikinci planda tutar. Görünürdeki bu gerginliğin arka planında ise bambaşka duygular akmaktadır. Duras, yıllar sonra yazacağı 'Agatha' adlı oyunda aile içinde yaşanan ensest duygulara yer verir. 'Kuzey Çinli Sevgili'de ise bir anlamda küçük ağabeyiyle yaşadığı ensest ilişkiyi, büyüğüyle ise hiç yaşanmadığı için tutkuyla nefret arasında giden bir duygusal gerilimi itiraf eder.
 
 
İşte bu tuhaf, gerilimli, mutsuz ve delilikle, şiddet arasında gidip gelen bir aile içinde büyür geleceğin yazarı Marguerite ve bu ortamdan bir aile miti ortaya çıkarıp, eserlerine yayar. Ancak onun gerçekten bir romancı olmasına neden olan iki önemli kişi ailesinin içinden değil, dışardan gelecektir.
 
Yeni taşındıkları Vinhlog’a Laos’tan gelen yeni bir Fransız valisi atanmıştır. Valinin solgun bir güzelliğe sahip olan eşi Elizabeth Striedter ise peşinden onu takip eden bir skandalla gelmiştir. Söylentilere göre kadının ayrılmasından kısa bir süre sonra Laos’taki genç aşığı onun yüzünden intihar etmiştir. İşte bu kadın ve etrafındaki intihar söylencesi, Duras’nın hayal dünyası üstünde hayatının sonuna dek geçmeyecek bir etki yaratır; karanlık, mitolojik bir feminen gücü temsil eder. Tutkuyla ölümü ise yine aynı şekilde birlikte var eder. Asıl önemlisi pek çok romanında defalarca karşımıza çıkacak olan Anne-Marie Stretter karakterine modellik eder. Duras’nın kendisi de yıllar sonra verdiği bir röportajda “Birçok kez kendime söylediğim gibi,” der, “Ben eğer bir yazarsam, bu onun yüzündendir.”
 
Onun hayatında geri dönülemez bir etki yaratacak asıl karşılaşma ise birkaç yıl sonra, Mekong Nehri üstünde gerçekleşecektir. 'Pasifik’e Karşı Bir Bent', 'Sevgili' ve 'Kuzey Çinli Sevgili’de defalarca sözünü edeceği Çinli ilk sevgilisiyle, gerçekten de tıpkı romanlarında da anlattığı gibi nehri geçtikleri sal üstünde karşılaşır ve hayatı o anda sonsuza dek değişir. Kendisi romanlarında söylediğine göre 15 buçuk, bazı kaynaklara göre ise henüz 17 yaşındadır, adam ise 32… Adam son derece şık, son derece zengin ancak Çinlidir. Marguerite ise tüm yoksulluğuna ve küçüklüğüne rağmen, üstün ırktan sayılan bir beyazdır. Bu tuhaf zıtlıklar onları kaçınılmaz olarak birbirine bağlar ve aşklarını ütopik bir kaçış ülkesine dönüştürür. Küçük Marguerite onun sayesinde zengin bir haz ve tutku dünyasına da adım atmış olur (Sonraları itiraf edeceği gibi erkeğin zayıf, çelimsiz vücudunda bir anlamda da küçük ağabeyini görür, onu yansıtır). Bir yandan da her anlamda yanlış ve yasak ilişkisi nedeniyle kendi toplumundan aforoz edilmeye… O ise belki de işte tam da bu yüzden usunda Elizabeth Striedter’ı mitleştirecek ve ona her baktığında kendisini gördüğünü düşünecektir. Yaşadıkları yasak aşk nedeniyle kendi toplumlarından dışlanmış iki kadın olma düşüncesi onu büyüleyecek, bunu neredeyse bir asalet imgesi gibi hayatının sonuna dek taşıyacaktır.
 
İşte sırtında bu yaşanmışlıklarla 18 yaşındayken, bir daha geri dönmemecesine terk eder doğduğu ülkeyi. Tıpkı 'Sevgili'de de yazacağı gibi bir anlamda hayatında yaşayacağı bütün en önemli olayları yaşayıp tamamlamıştır ve şimdi sırada artık onlardan sonsuz sayıda yeni yazınsal mit oluşturmak vardır adeta… “Çabucak iş işten geçiverdi yaşamımda. Daha on sekiz yaşımda iş işten geçmişti.”