Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Elif Tanrıyar | İlk romanların yıllara yayılan kokusu

İlk romanların yıllara yayılan kokusu

24 Ağustos 2017 - 11:08
İlk romanlar çok kıymetlidir. Yalnız yazarı için değil okuru için de nice hazineler biriktirir. Aslı Perker’in yeniden yayınlanan ilk romanı "Başkalarının Kokusu", bizi beş romanlı usta bir yazarın ilk sesiyle yeniden tanıştırıyor
İlk romanları bir tür tohum gibi düşünebiliriz. Eğer yetenekliyse yazar, o tohum da bereketlidir ve kendinden sonra gelen nice yeni kitaba daha hayat verir, çoğalarak devam eder. Ama yeteneksizse de daha ilk üründe kuruyup kavrulur. Devamının gelmesine gücü yetmez. Bir tohuma benzetmeyi sürdürürsek eğer ilk romanları, yazarın daha sonraki ürünlerine dair ilk ipuçlarını vereceğini de söyleyebiliriz. Adeta bir parfüm gibi bu ilk koku dağılıp yayılsa da ve farklı tonlara bürünse de, bilirsiniz ki bu hep o aynı kokunun farklı yüzleridir. Dolayısıyla ilk romanlar çok kıymetlidir. Yalnız yazarı için değil okuru için de nice hazineler biriktirir. Ve bu anlamda zamansızdırlar.
 
Aslı Perker, benim uzun yıllardır büyük bir beğeniyle, yakından takip ettiğim bir yazar. İlk olarak onun "Sufle" romanını okuyup çok sevmiş ve ardından da diğerlerini kaçırmamıştım. Ama ilk roman maalesef eksik kalmıştı benim için. Bir türlü buluşmaya fırsat bulunamayan bir aşık gibi, orada beni bekliyordu sanki. Neyse ki Everest Yayınları, yazarın tüm eserlerini yayınlamaya başladı ve böylece benim de elime geçti "Başkalarının Kokusu".
 
Roman için çok genel olarak, birbirlerinden bağımsız görünse de, sırasıyla birbirine el veren sekiz kişinin öyküsünü anlatıyor dilebiliriz. İlk bölümde dört kadının öyküsünü okuyoruz. Eşinden yeni ayrılmış çok zeki ve güçlü ama aynı zamanda da bir o kadar kırılgan ve yalnız Zeynep’in öyküsünün bittiği yerde sözü hemşire Süreyya alıyor. Bütün hayali başarılı bir aşk romanları yazarı olmak olan Süreyya’nın, annesinin onu evlendirmek istediği Bülent’le hayallerinin arasında gidip gelen hayatının hikayesine tam dalmışken, bu kez sözü gazeteci Melis alıyor. Onun hayali ise başarılı bir gazeteci olmaktır ne var ki kendisine ancak bir mücevher dergisinde iş bulabilmiştir. En yakın arkadaşı tarihçi Tamer’in tavsiyeleri sayesinde, belki de bu kez paşa soyundan gelen yaşlı bir hanımefendinin hikayesi onun aradığı çıkışı sağlayacaktır. Ancak olaylar hiç beklemediği bir yere doğru gider. Bu ilk bölümün son hikayesini ise Osmanlı döneminde yaşayan Fecir’den dinleriz. Ailesinin isteğiyle evlenmek zorunda kaldığı kendisinden son derece yaşlı paşa kocasıyla olan evliliği büyük bir trajediye doğru ilerlerken, biz de tarihin ötesinden gelen bu hassas kadının, tekinsiz olduğu kadar tuhaf bir güzelliğe de sahip olan sesinden büyüleniriz. İkinci bölümde ise bu kez sözü Zeynep’in kocası Volkan, Süreyya’nın müstakbel nişanlısı Bülent, Melis’în arkadaşı Tamer ile Fecir’in paşa kocası İzzet Bey alırlar. Ve okuduğumuz tüm hikayelerin bambaşka bir boyut kazandığını görürüz. Aslında herkes kendi dünyasında yalnız ve bir çocuk kadar da masumdur bir anlamda. Bizim yaşam sandığımızsa, koskoca yanlış anlaşılmalardan oluşan bir ilişkiler ağı, hiçbir zaman doğru kurulamayan iletişim yanlışlarından başka bir şey değildir. Hepimiz kendi alemimizde yalnızca kendi gözlerimizle görüp, kendi işittiklerimiz üzerinde kurduğumuz hayatlarımızı yaşarken, en yakınımızdakilerin de aslında benzer şekilde kendi alemlerinde bambaşka bir dünyada yaşadığını çoğu zaman fark edemeyiz bile. Sanki herkesin yalnızca kendine özgü bir dili vardır, yalnızca kendisinin konuşup anlayabildiği… Oysa acı çekmek ortak özelliğimiz, ancak acımızı gösterme biçimlerimiz farklıdır. Tıpkı herkesin heyecanlanıp, korktuğunda kokmasının ortak bir özellik, ancak herkesin kokusunun farklı olması gibi…
 
Aslı Perker, daha ilk romanında olağanüstü bir yazar duyarlılığıyla tam da bu gizi çekip çıkarıyor ve kahramanları aracılığıyla gözümüzün önüne seriyor. Her şeyden önce tam bir öykü ustasıyla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz daha bu ilk romanıyla. Daha sonraki yapıtlarında da bu hünerinin daha da gelişip, giderek daha da inceleştiğini ve yazarın kendine özgü bir kıvama dönüştüğünü izleyebileceğiniz bu ustalığın; ilk romanda bir müjde gibi karşımıza çıkıyor olması ise tam da yukarda bahsettiğim tohum örneğini anımsatıyor bana. Öte yandan Perker’in müthiş kıvrak diline ve mizahı tam kıvamında kullanan yazar zekasına kitabın daha ilk satırında kapılıp, sonuna kadar elinizden bırakamadan ilerliyorsunuz. Mizahla dramın, hayallerle trajedinin sürekli yer değiştirdiği ve birbirlerine ince bir çizgi uzaklığında durduğu, farklı insanların birbirine dokunan öykülerinden oluşan roman, aslında tam da hayat gibi ilerliyor. En büyük acıların içinde bile mizahın görülebildiği ya da rüya gibi gözüken hayatların içinde aniden beliriveren trajediler yan yana duruyor bu güzel romanda, tıpkı birbirlerine omuz veren kahramanları gibi…
 
Kadınların karmaşık duygulardan örülü dünyaları kadar erkeklerin ketum yüzleri ardında sakladıkları nice naiflikleri de eşit bir ustalıkla anlatmayı başaran Aslı Perker, insan denilen anlaşılmaz mahlukun psikolojisinin inceliklerine ne kadar vakıf olduğunu birbirinden son derece farklı bu dört kadın ve dört erkeğin öyküsünde incelikle kurduğu dengeyle bize gösteriyor. Yine de beni her daim bir Aslı Perker okuru yapan asıl özelliğin onun o kıvrak dili olduğunu eklemeden edemeyeceğim. Özellikle Zeynep ve Süreyya’nın öykülerinde gülümsemeyle kahkaha atmak arasında gidip gelmeme neden olan o mizahi üslubun altını özellikle çizmek isterim. Yine de bu sadece mizahın değil, acıların, hüznün ve trajedinin de yer yer kendini gösterdiği çok renkli bir roman. Dedim ya tıpkı hayat gibi…