Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Elif Tanrıyar | ‘Mavi’ ülkenin peşinde, bir gündüz rüyasının içinde…

‘Mavi’ ülkenin peşinde, bir gündüz rüyasının içinde…

29 Haziran 2018 - 10:06
Nazlı Gürkaş’ın kaleme aldığı “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”, bir seyahat kitabından öte ruhuyla, insan ve doğa hikayeleriyle güzelleşip, edebiyatla zenginleşen bir yolculuğa çıkarıyor okurunu. Adeta bir gündüz rüyasında dolaştırıyor.

Her yaz geldiğinde Sait Faik’in Dülger Balığının Ölümü’nde anlattığı gibi bir hal sarar beni. “Hani bazı yaz günleri hiç rüzgar yokken deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte öyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu.” Nedensiz sebepsiz, sırf yazın varlığı gelip bir taht gibi kurulduğu için ruhuma boylu boyunca…

 

O cazip titremenin içimi sarmasıyla birlikte de elim hep uzaklara götüren kitaplara uzanır. Nazlı Gürkaş’ın Hep Kitap’tan çıkan “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”ı da tam böyle bir halimde gelip beni buldu işte. Gürkaş, birkaç yıl önce bir süreliğine yaşadığı Yunanistan’daki günlerini kaleme aldığı kitabında, sizi daha ilk satırında yanına katıp peşinden sürüklemeyi başarıyor. Çok sevdiği o ‘mavi’ ülkeyi anlattığı kitabında, Gürkaş’ın satırları da adeta mavi bir ışık saçıyor etrafına. Ve siz de kapılıp gidiveriyorsunuz o ışığın peşinde…

 

Bu kitap bir tutam seyahat rehberi, bir parça anı ama hepsinden de öte sıcak hikayeler toplamı… Gürkaş’ın bir yılını geçireceği Selanik’teki öğretmenlik görevinden önce kısa bir tatil yaptığı Rodos, Girit, Atina ve Sakız Adası’ndaki günlerini anlatarak başladığı kitabında, yazar bizi kendisiyle birlikte bir maceraya davet ediyor. Bu öyle bir macera ki Gürkaş’ın Rodos’tan Santorini’ye gitmek üzere bindiği feribotta tesadüfen tanıştığı bir ailenin ani davetiyle Girit’teki bir köy düğününe uzayan ve orada geçirilen bir haftada bir köy dolusu dost ve ‘yeni bir aile’ ile sonuçlanan rüya gibi anlardan oluşuyor.

 

Hani hep derler ya ‘anda yaşa, plansız programsız kendini hayatın akışına bırak,’ diye. İşte Nazlı Gürkaş’ın seyyahlığı da tam bu minvalde ilerliyor tüm doğallığıyla. Ve gidilen her noktada kazanılan yeni dostluklarla daha da zenginleşiyor. Gürkaş’ın insan sevgisiyle dolup taşan, nadir güzellikte bir yüreği olduğunu fark ediyorsunuz hemen. Ve onun hikayelerini asıl güzelleştiren de asıl bu unsur oluyor. “Biz Yunanlar herkese kollarımızı açarız, ancak kucaklamak için senin gibi kişileri seçeriz,” diye boşuna demiyor orada edindiği bir dostu. “Bütün dünyayı yemek istiyorsun Nazlım!” diye sesleniyor ona dostu; hayata karşı merakı, şevki, heyecanı hiç bitmeyen insanlar için kullandıkları bu tabirle…

 

Bu, içinden türlü güzellikler ve coşku dolu inanılmaz bir enerji akan kitapta yazar bizi Selanik’in ardından sırasıyla; İskeçe, Korfu, Drama, Serez, Edessa & Loutra Pozar, Ioannina & Metsovo, Farsala, Kastoria, Kavala, Lefkadia, Meteora, Volos, Halkidiki, Sporades Adaları, Thasos, Midilli, Gümülcine & Dedeağaç, Samothraki, Samos, Kos, Meis, Korinthos, Nafplio & Drepano, Monemvasla, Kardamili, Kalamata, Zakinthos ve Kefalonya’da gezdiriyor. Her biri bölgenin ruhuna yakışır bir şarkı adıyla ve kısa bir bilgi notuyla açılan bu bölümlerde, Gürkaş’ın kalemi yerel yiyecek ve içeceklerden tarihe, anlık insan hikayelerinden doğaya ve mitolojiye uzanan bir çizgide son derece doğal ve akıcı bir üslupta ilerliyor. Ona bu doğaçlama yolculuğunda sürekli eşlik edense edebiyat, felsefe ve kitaplar oluyor. Kitabın sonunda ise rotalar, ulaşım ve Yunan Mutfağı gibi pratik bilgilere de ayrıca yer verilmiş.

 

Kitabın en güzel yanlarından biri ise sizi sadece bilindik turistik güzergahların ötesinde, Yunanistan’ın görülmeye değer nice saklı hazinesinde de dolaştırıyor olması… Girit’teki bir köy düğününün yerel tatlarından tadıp Samothraki’nin kekik kokulu ormanlarında şelaleler arasında da yol alıyorsunuz, Meteora’nın bulutlarla yarışan manastırlarına da tırmanıp “Kaptan Corelli’nin Mandolini” romanının izinde Kefalonya’da da dolaşıyorsunuz. Ya da bazen sadece bir ağacın gövdesine sarılıp sessizliği dinliyorsunuz.

 

Yazar kendi kaleminden şöyle çağırıyor okurunu: “Kucaklanası zeytin ağaçları orada işte! Deniz masmavi parıldıyor kavurucu öğlen sıcağında. Cırcırböcekleri orkestra halinde başlamış şarkılarına. Bir yerlerden tavla sesi geliyor. Zeytinyağında kavrulan sarımsağa taze domates kokusu karışıyor. Fesleğenler okşandıkça baygın kokularını salıyor etrafa. Limon yapraklarının kokusu parmaklara yapışıyor. Gün batarken yaseminler aşık olmaya zorluyor herkesi; karanlıkta minik beyaz yıldızlar gibi parlıyorlar. Dolayısıyla bunun bir sonu yok. Yunanistan orada. Hepimizi daha çok mutluluk, daha çok neşe için bekliyor.”

 

Yaza çok yakışan bu kitabı okuduğumda, işte Sait Faik’in söz ettiği o cazip titreme sarıyor içimi. Nedensiz mutlu oluyorum. “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”, adeta bana suyun öte yanındaki ruh kardeşi bir yazarın, Sait Faik’in sesiyle “hişt hişt!” diyor. “Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları… Hişt hişt!”