Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | 'Misafir'i anlamak
11 Nisan 2016 - 11:04
Kerem Yücel'in fotoğrafladığı, Serdar Korucu'nun metinlerine imza attığı 'Misafir', misafirperverken misafir olmak zorunda kalan bir halkı, Suriyeli mültecileri anlatıyor
Dört duvarı tenteyle kaplanıp ev haline getirilmiş bir avuç toprak... Üstünde tam on üç tane çocuk. Ayaklarında lastik tokyolar, bazısı yalınayak. Kimi düşünceli bakıyor, kimi şaşkın; ama en çok da çocuk neşesi yüzlerinde. Boynuna kırmızı poşusunu sarmış babaları kenarda duruyor. Gözlerinin tek seçeneği varmış gibi. Kaygı. Bir de kuş kafesi. Üstü örtülmüş. İhtimal, bir muhabbet kuşu içinde.  
Anlatmayı denediğim bir fotoğraf karesi. Can Yayınları’ndan çıkan ‘Misafir’ adlı kitaptan. Fotoğrafın yanında kısacık bir metin var: “Eşim on üçüncü çocuğumuza hamileyken sınırı geçemeden hayatını kaybetti. Eskiden sadece babaydım. Şimdi hem baba hem anneyim.” On üçüncü çocuk pembeli bir kız, abisinin kucağında. Kitaptaki 40 kareden sadece biri bu. Tamamını Kerem Yücel çekmiş. Metinler ise Serdar Korucu imzasını taşıyor.
 
Yücel, tam 5 sene boyunca Hatay, Urfa, Antep, Kilis, Batman ve Diyarbakır’daki Suriyeli mültecileri fotoğraflamış. Onca yılın emeğinden küçük bir seçki sadece “Misafir”. Ama etkisi büyük! Çok büyük. Savaş nedeniyle, doğduğu yerleri terk edip Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin, fotoğraf karelerine düşen hikâyelerine tanıklık etmek insanın içini sızlatıyor. “Türkiye’ye göç eden 2.5 milyon mülteci” gibi istatistiklerde yer alan bol sıfırlı bir sayıdan çok daha fazlası olduklarını anlıyoruz. Hikâyelerini dinledikçe / izledikçe yakınlaşıyoruz. Bu yüzden çok kıymetli bir kitap “Misafir”. Yücel, “Misafir”i anlamamıza yardımcı oluyor. Sil baştan bir yaşam kurmanın güçlüğünü heceletiyor adeta. Tabii bütün bunlarda Serdar Korucu’nun keskin kaleminin yanı sıra, yaşadıklarını anlatabilmek için Yücel’in fotoğraf makinesinin karşısına geçip olanca samimiyetiyle poz veren Suriyelilerin payı büyük.
  
Boyalı odanın içinde  bir aile... Dört çocuk, bir baba... Boşluğa bakan mutsuz bir anne, ocakta cezvesiyle: “Doktor olmak istiyoruz. Annemizi iyileştirmek için. Yüzü hiç gülmüyor savaşta yaralandığından beri. Keşke... Keşke bizi bir daha görebilse...”
 
Sıvası, boyası yapılmamış tuğladan bir başka oda. Mavi yazmalı bir Suriyeli kadın mavi leğeninin önünde. İki yanında iki ayrı kova. Arkasında dal gibi oğlu duruyor: “Duvarları bile olmayan, inşaat halindeki bu odayı kiralayabildik ancak. Şimdi çevreden topladığım tuğlalarla burayı bir yuva haline getiriyorum. Annem ise başkalarının çamaşırlarını yıkıyor.”  Başka başka hayatları barındıran odaların kapıları bir bir açılıyor, sayfaları çevirdikçe. İşte bir yenisi daha. Namaza durmuş bir baba: “Kaderde ne yazılıysa o olur. Aç kaldık, açıkta kaldık ama inancımızdan, imanımızdan vazgeçmedik. Herkesin karşısına sınav çıkar. Bize biraz daha zoru çıktı, o kadar...” Üç çocuklu, babasız bir oda. Annenin gözlerindeki acıya dayanmak güç: “Suriye’de herkes zalimleşti. İnsan öldürmeyen yok neredeyse. Bu süreçten kaçtık. Gözümüz hep arkadaydı. Zeytinliklerimizde. Eşim ve büyük oğlu döndüler. Akrabalarımızdan aldık haberlerini: Onlar cennete gitti.”
 
Bir başka babasız odada yere diz çökmüş bir anne. Oğlu bir taburenin üstünde oyun oynuyor. Annenin sorusunu bir duyanın bir daha unutması mümkün değil: “Eşimin işkence gördüğünü, öldüğünde sırtındaki izlerden anladım. Ondan geriye hiçbir şey kalmadı. Oğlum dışında. Her şeyimizi sattık gelirken. Bazen aklıma geliyor; acaba şimdi evlilik yüzüklerimizi kimler takıyor?”
 
Velhasıl, ‘Misafir’i anlamak için, misafirperverken misafir olmak zorunda kalan bir halkı anlamak için, fotoğraf ve yazının tüm imkânları kullanılmış bu kitapta. Doğru, okurken çok üzülüyor insan, fotoğraflara bakarken... Ama işte, bir arada yaşayabilmek için anlamak gerekiyor; anlamak için bazen üzülmek...