Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | “Yazan sensen, bana neden kızıyorsun?”

“Yazan sensen, bana neden kızıyorsun?”

07 Nisan 2013 - 07:04
Velhasıl, her romanında ustalığını bir kat daha arttıran Altan’ın “Son Oyun”una, tüm romanlarını okumuş biri olarak, ‘başyapıtı’ diyebilirdim...“En Uzun Gece”den bu yana, tam dokuz yıldır bekliyorduk Ahmet Altan’ın yeni romanını. Ve nihayet bu hafta kitap raflarına yerleşti ”Son Oyun”. Beklediğimize değdi doğrusu. Kitabı tarif etmek zor. Ne anlatsam, bir eksik kalacak. Ne romanın insanın nefesini kesen ritmini ifade etmek mümkün ne de Altan'ın kudretinden sual olunmaz kaleminin lezzetini.

Alçak tepelerden denize inilen, zakkumları, zeytinlikleri olan, yasemin, hanımeli kokan bir kasabada geçiyor hikaye. Bir cinayet romanı yazmak üzere buraya geliyor, romanın başkahramanı olan yazar. Daha ilk sayfadan, birini öldürdüğünü öğreniyoruz. Maktulün kim olduğunu ise tam 400 sayfa sonra, roman bittiğinde...

Bir gece yarısı, bir okaliptüs ağacının altındaki bankta buluyoruz onu. Sabah gün ışıyana dek, kasabaya gelişinden başlayıp kendisini işlediği cinayete götüren süreci anlatıyor. Tepelerden birinde hazine gömülü olduğuna inanan halkın, bu nedenle girdiği akıl almaz iktidar savaşının ortasına düşüyor yazar. ‘Saçma'nın bunaltıyla karışık çekiciliğini her gün yeniden deneyimliyor. Zuhal'e tutuluyor; 'aşktan bile daha tehlikeli ve daha kuvvetli bir ilişki' yaşıyor onunla. Zuhal'in âşık olduğu, 'tehlikeli' bir oyunun içine girdiği kasabanın belediye başkanı Mustafa ile arkadaşlık kuruyor. İnce ince dokunmuş, maharetle yaratılmış karakterler eşlik ediyor bu üçlüye: Sümbül, Kırkayak, Sultan, Muhacir, Raci, Remzi, Hamiyet, Kamile Hanım... Her birinin hikayesinde kadınıyla, erkeğiyle insanın sırlarını dokuduğu gibi ilmek ilmek de çözüyor Altan. Varoluş çilesini takıp kollarımıza, ağır ağır sarıyor yumağı sonra. Bitince elimize tutuşturuyor, ölümlülüğümüzle düğümleyerek. Üstelik bunları, bir meslektaşıyla, 'yazar' olduğunu düşündüğü Tanrı'yla sohbet ederek yapıyor. Canı çok yanan bir yazar, kendisini yaratan yazarla, onun romanının kurgusunu, dilini, eksiğini, gediğini, hayran kaldığı bölümlerini konuşuyor. Bazen dertleşir gibi bazen eleştirerek... İki arkadaşın samimiyetiyle, eldivensiz. Külçe ağırlığında sorularla: "Yazan sensen bana neden kızıyorsun? Yazan bensem niye bu kadar acı çekiyorum?"
Dahası var; fazlası: Kadın olma bilgisi, erkek olma bilgisi... Korku, cesaret, kötülük, iyilik, sadakat, aldatma, haz... Günahlar. An'lar... Bilinçaltı. Sanal alem. Hayal ve hakikat. Yalnızlık. Yazının iki insanı görmeden de bağlayabilen şehveti…

Velhasıl, her romanında ustalığını bir kat daha arttıran Altan’ın “Son Oyun”una, tüm romanlarını okumuş biri olarak, ‘başyapıtı’ diyebilirdim, bundan sonraki kitabında daha da iyisini yapacağından bu kadar emin olmasam...

Celine ve Jesse ilişkilerini kurtarabilecek mi?

1995’te Richard Linklater’ın “Before Sunrise / Gün Doğmadan”ında karşılaşmıştık Fransız Celine (Julie Delpy) ve Amerikalı Jesse (Ethan Hawke) ile. Yirmili yaşlarının başlarındaydılar henüz. Bir Budapeşte-Viyana treninde tanışmışlardı. Jesse ertesi gün uçağa binip ülkesine dönecekti. Otelde kalacak parası olmadığından geceyi Viyana sokaklarında geçirecekti. Acaba Celin de ona eşlik eder miydi? Kabul etmişti Celine. Ve sinema tarihinin en güzel aşklarından biri bu kabulle başlamıştı. 2004’te “Before Sunset / Gün Batmadan” geldi Linklater’dan. 9 yıl boyunca hiç görüşmeyen Celine-Jesse çifti bu kez kitabı yayımlanan Jesse’nin imza günü için Paris’te buluştular. Jesse’nin uçağı kalkacaktı yine ve yine az zamanları vardı. Onları bu defa Paris sokaklarında izledik. Küllenmiş aşkları yeniden alevlendi ama Jesse artık evliydi, bir de oğlu vardı. Yolları bir kez daha ayrıldı.

Bu defa da İstanbul Film Festivali’nde, “Before Midnight /Geceyarısından Önce”de, davetli olarak gittikleri Yunanistan’daki Mora Adası’nda çıktılar karşımıza. Artık 40’larının başındalar. Paris’te birlikte yaşıyorlar. İkiz kızları var. Öncekilerde olduğu gibi, çiftin sohbetleri üzerine ilerliyor film. Ama sohbet konuları daha farklı şimdi. İlk iki filmdeki romantizm yerini çiftin sorunlarına bırakıyor. Oğluyla ilişkisini sorgulayan Jesse, ªikago’ya dönmek istiyor. Oysa Celine’in kariyer planlaması için Paris’te kalmaları gerekiyor. Bir süre hayattan, aşktan, ilişkilerinden konuşuyorlar ama Şikago’a yerleşme fikrinin neden olduğu gerilimle birlikte pandoranın kutusu açılıyor. Karşılıklı suçlamalar başlıyor. Hayatın yükleri ve romantizm kıyasıya çarpışıyor. Bir ilişki nasıl yara alır, üzülerek izliyor insan. Peki Celine ile Jesse durumu düzeltebilecekler mi? “Akıllara zarar bir gece bizi bekliyor olmalı” diyor Celine... Cevabı bir sonraki filme...