Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | 90 sayfalık bir mücevher
27 Eylül 2015 - 10:09
30 yaşındaki bir kadının uykusuzlukla mücadele ve uykusuzluğu kabul sürecini ele alan 'Uyku', küçük bir Murakami başyapıtı
Orhan Pamuk Nobel'i kazandığından bu yana her yıl sevdiğim bir yazarın ödülü almasını umuyorum. Genelde bu umma halim hayalkırıklığıyla sonuçlanıyor ama olsun, dilemek güzel...  Son yıllarda Nobel için favori yazarım Haruki Murakami. Sadece benim değil, dünyanın dört bir yanında kitaplarını okuyan çok geniş bir topluluk için de durum aynı. 2015 Nobel bahislerinde ikinci sırada Murakami. Belli mi olur, bu yıl İsveç Akademisi daimi sekreteri Peter Englund, Murakami'nin adını anons eder. Hadi hayırlısı deyip esas konuya dönersek... Bayram için kendime ayırdığım kitap Murakami'nin Doğan Kitap'tan çıkan uzun öyküsü "Uyku"ydu. Okudum, bitirdim, sonra bir daha okudum. 90 sayfalık bir mücevher; bir kadının varoluş sorunu üzerine yazılmış en iyi kitaplardan biri "Uyku".
 
Ana kahramanı olan 30 yaşındaki bir kadının "Uyuyamıyorum. Tam on yedi gün oldu" cümlesiyle başlıyor kitap. Bir karabasanla bölünen uykusu ansızın gidiveriyor. Günler, geceler boyu bir damla uyku girmiyor gözüne. İşin tuhafı ne kendini yorgun, bitkin hissediyor ne iştahsız ne de uykulu... 
Uykusuzluğa düşmeden önceki hayatı bir dizi tekrardan oluşuyor. Sabahları kocasıyla oğlunu yolcu ettikten sonra, süpermarkete gidip alışverişini yapıyor; temizlik, çamaşır, bulaşık... Öğle yemeğinin hazırlanması... Otuz dakika yüzme, okuldan gelen çocuk için atıştırmalık bir şeyler hazırlama, akşam yemeği, kocayla geçirilen başbaşa saatler... Ve ertesi gün sil baştan, aynısı... Uykusu gelsin diye okumaya başladığı "Anna Karenina"yı o günden sonra elinden bırakamıyor. "Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır" cümlesiyle açılan "Anna Karenina"yı. O mutlu mudur acaba?
 
Okumalarına tıpkı gençliğinde olduğu gibi çikolata eşlik ediyor bir süre sonra. Böyle sonsuza kadar okuyabileceğini düşünüyor. Bu arada uykusuz günler su gibi akıp gidiyor ama bana mısın demiyor. Ve her gün bir öncekini tekrara devam ediyor; eskisinden biraz daha farklı şekilde. Ev işleri, öğleden önce okumaları, koca için öğle yemeği hazırlama, havuzda geçen bir saat. Eve dönüp yeniden okumak. Görev gibi yapılan yemek, seks ve çocukla ilgilenme... Derken kütüphanede uykuyla ilgili bulduğu kitapla bir tür aydınlanma yaşıyor: "Uykuya falan ihtiyacım yok benim dedim içimden. Eğer tutup da çıldıracak olsam bile, uyuyamamak yüzünden 'bizzat varoluş' temellerim yitip gitse bile ne fark eder. Umrumda değil. Herhangi bir şekilde eğilimler doğrultusunda tüketilmek istemiyorum. Dahası bu eğilimler doğrultusunda uykunun ritmik olarak beni bulması gerekiyorsa, olmaz olsun. Eğer vücudum eğilimler doğrultusunda tükeniyorsa bile, ruhum bana ait. O ruhu da kendim için özenle saklamak isterim. Tedavi edilmesine gerek yok. Uyumam."
 
Böylelikle uykusuzluğun yarattığı korku halinden kurtuluyor ve artık tüketilmeden yaşadığına inanarak devam ediyor hayata. Ta ki uykusuzluğu on yedinci gününe girinceye kadar. Ölümü, öldükten sonra yaşamının anlamını düşünüyor. Bu defa da ölümle uyku arasında nefis bir sorgulama yapıyor. Bundan sonrasını da anlatıp kitabın tadını kaçırmayacağım. Ucu açık sonu hayalgücünüze bırakıp bu "Uyku"ya dalmanızı dilerim. Nobel'i bu yıl Murakami'nin kazanmasını da...