Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Orhan Tüleylioğlu | Yaşama sevincinin yazarı
10 Nisan 2013 - 10:04
Kültürümüze ve düşünce hayatımıza daha çok katkılarda bulunacağı bir sırada kurşunlara hedef olan Ümit Kaftancıoğlu, yürekli bir aydın, alçakgönüllü bir yazın adamı, ülkemizde yetişen nadir değerlerdendi
Ümit Kaftancıoğlu, 1935 yılında Ardahan’ın Hanak ilçesine bağlı Koyunpınar köyünde, yedi çocuklu yoksul bir ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi.

Çocukluğu Dede Korkut boylarının zengin anlatım geleneği içerisinde, halk aşıklarının, söz sohbet bilenlerin dizinin dibinde destan, masal, türkü, efsane dinleyerek geçti. Daha ilkokula başlamadan, okuma yazmayı öğrenerek, köyün mektupçusu ve köy odalarının kitap okuyucusu oldu. Beş yaşında çok iyi bir okur olduğu için, köy ve çevre ileri gelenleri onu evlerine götürür, “Tanrı vergisi” dedikleri bu erken okuma olayını yakından izlerlerdi.

İlkokulu kendi köyünde okuyan Kaftancıoğlu, Cılavuz Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı. Daha sonra Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü edebiyat bölümünü başarıyla bitirip Türkçe öğretmenliğine başladı. Askerliğini yedek subay olarak yaptı. Askerlik dönüşü, TRT’nin açtığı sınavı kazanarak, köy yayınları bölümünde göreve başladı. Bütün Türkiye’nin belleğinde yer eden programlara imza atan Kaftancıoğlu, 1970 yılında “Dönemeç” adlı öykü kitabıyla TRT Büyük Ödülü’nü, 1972 yılında “Hakullah” adlı röportaj ile Milliyet gazetesi Ali Naci Karacan Ödülü’nü kazandı. Ümit Kaftancıoğlu evli ve iki çocuk babasıydı.

Kaftancıoğlu, ünlü yazarların arasından sıyrılıp TRT Büyük Ödülü’nü almasıyla edebiyat dünyasında tanınmaya başladı. İlk yapıtı “Dönemeç”, köyünden kalkıp, parasız yatılı okula ulaşmak isteyen bir köy çocuğunun, yani kendisinin öyküsüydü. Çocukluk yıllarındaki gözlemlerine dayanarak bu bölgenin ilginç yönlerini başarıyla anlatıyordu. Bu öykü aynı zamanda, hiç okuma olanağı bulamayan milyonlarca köy çocuğu, ilkokulu bitirip köşelerinde kalan, karanlıklarda kalan, dağların ardında kalan milyonlarca köy çocuğunun da öyküsüydü. Kaftancıoğlu, ülkemizdeki eğitim eşitsizliğini, güçlükler karşısında boynu bükük, uygarlığın bütün nimetlerinden ve olanaklarından yoksun, alınyazılarıyla baş başa bırakılmış, umut içinde geçen, zaman zaman umutsuzluğa dönüşen yaşamları, yüksek ve geçit vermez dağların, sert kışların ortasında yürekleri iyilikle dolu insanları yazdı. Yapıtları büyük ilgi gördü. O sıralarda, kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Ben genellikle gerçeklere ayna tutuyorum” diyordu.

Roman, öykü, çocuk öyküleri türlerinde seçkin ürünler veren Kaftancıoğlu, “Dilden Dile” ve “Yurdun Dört Bucağı” adlı radyo programlarıyla da ses getiriyordu. O yıllarda “Dilden Dile” ölçüsünde dinleyici bulmuş bir başka program yoktu. “Köroğlu” adlı incelemesi de büyük yankı uyandıran Kaftancıoğlu’nun yayımlanmış 17 yapıtı bulunuyordu.

Yazar ve TRT Kültür Yayınları Bölümü prodüktörlerinden Ümit Kaftancıoğlu 11 Nisan 1980 Cuma günü, saat 08.20 sularında Mecidiyeköy Ortaklar Caddesi, Ünsal Sokak, Aksu apartmanındaki dairesinden kızı Pınar’ı Esentepe Ortaokulu’na götürmek ve oradan da görevine gitmek üzere arabasına bineceği sırada, iki kişinin yaylım ateşine tutuldu. Sırtına ve göğsünse isabet eden 5 kurşun nedeniyle ağır yaralanan Kaftancıoğlu, Şişli Hastanesi’ne kaldırıldı, ancak ameliyata alınmadan yaşamını yitirdi. Saldırı sırasında Kaftancıoğlu’nun yanındaki 12 yaşındaki kızı saldırıdan yara almadan şans eseri kurtuldu.

Ümit Kaftancıoğlu'nun cenazesinden bir kare.


Ümit Kaftancıoğlu, öldürülmeden kısa bir süre önce bir bant doldurmuş düşlerini, umutlarını anlatmıştı:

"Gökyüzüne, doğaya gözümü kapamadım. Karıncadan file uzanan bir çizgide bütün varlıklarla dost olduğumu sanıyorum. Ne var ki tüm varlıkların özünde insanı görürüm. Dünyanın ekseni, gökyüzünün rengi, denizin derinliği, doğanın anlamı insan. Dövüşmüş, küsmüş, barışmış, arkadaş olmuş bütün kişiler benim için insandır ve aynı çizgidedir. Yalnız bana göre değil bu yargı. İnsanı kutsayan bir yargı, sanıyorum hepimizin ortak yargısı.

Dostluklardan çok düşmanlıklar, yakınlaşmalardan çok sürtüşmeler, barıştan çok savaş, zenginlikten çok yoksulluk, mutluluktan çok mutsuzluk, sütliman bir ortamdan çok dalgalı ve karmaşalı bir ortam bana yaşamın tadını, çabanın, varolmanın tadını vermiştir ve tanıklığını yapmıştır.

Yaşama sevincini de ben bu özde aradım. Gözlerimi yumsam da, açsam da dünyanın çevresini kuşatabiliyorum. Sular akıyor, çiçekler açıyor, kuşlar uçuyor, fırtına deniz, yağmur, kar… Kar altında, çadır içinde, inde, kovukta, beş bin yıllık Eti evlerinde insanlar… Ve öte yanda köşkler, saraylar, saraylar içinde insanlar. Acılar, açlar, neşeli ve toklar… Bütün bunların arasında çağlayan gibi insanı gene duyuyorum ve yaşadığımı duyuyorum. Dünyanın atmosferi, kabuğu, mağması, ekvatoru insan bana göre.
İnsan yığınları, toplum, topluluk… İnsansız, ıssız bir lokantada yemek yiyemedim. Üç beş kişiyle sinema seyredemedim. Üst üste ağzına kadar dolu belediye otobüsü, korsan bir minibüs bana yaşamı vurgulamıştır. Şunca yaşamın içinde ölü için, ölen için gözyaşı döktüğümü anımsamıyorum. Bir evin en önemli kişisi, en yakınım ölünce de duygum değişmemiştir. Yaşamın içinde olup da ölü için gözyaşı dökenlere çok üzüldüğümü söyleyebilirim. Susmuş bir ev, canlılığı, yaşam kavgasını duraksatmış bir ortam için elbette üzüldüm ve üzüntümün ağır yanı burasıdır. Ölümümde eşim, çocuklarım, en yakınlarım bile tek bir damla gözyaşı dökmesin istiyorum. Benim için caddeleri dolaşsınlar, bir gazete alsınlar, bir kitap karıştırsın, kalabalık bir sinemaya gitsinler, bir konferans, bir konferans dinlesinler. Ölüm hiç önemli değil. Yaşam var dağ gibi… Yaşam var gökyüzü, deniz. O insana şaşarım bin bir meyve yüklü ağacın altında yere düşen sararmış bir yaprağa üzülsün. O insana acırım bin bir kurbağa viyaklamalarını duymaz, gününü, ömrünü bitiren bir sineğe üzülür.
Yaşam varolmak, anlam varlık ve dinamizmdir. Ölüm yokluktur, karanlıktır… Sıfır. Sıfırla hangi rakamı çarparsanız çarpın sonuç bir başka değer, sonuç artı ve sonuç varlıktır. Kötülükler iyiliklerin değerini, çirkinlikler güzelliklerin niteliğini, yokluklar varlıkların anlamını, yoksulluklar zenginliklerin kalesini oluşturur. Kıraç, yanık, susuz çöller ovaların, ormanların, yağmurun, denizin anasıdır, yaratıcısıdır. Deniz, ırmak, varlık, orman, yeşil, güzellik, sıkıntı yaşam tablosunda karşıtlarından daha kutsal değildir. Daha güzel ve daha anlamlı değil. Yokluğa, yoksulluğa, çirkinliğe, kötülüğe daha çok saygı duydum. Bir fabrikanın varlığı sermayesi mi, makinesi mi, patronun kasası mı? Elbette hayır. Bir fabrikanın varlığı işçisi. Arılar gibi bal yapan, üreten, yaşamı sürdüren işçiler. İşçilerin sesi, eli ayağı, evi, yolu, ekmeği, tulumları, çocukları, semti, gecekondusu, fırını, bakkalı, kasabı, yol parası, gelişi, gidişi, grevi, tutumu, sigortası, güvence savaşımı… Yaşamı oluşturan zincir budur.

Ey Truva surları önündeki kılıç sesleri! Tanrılar! Patroklos! Aşil! Priamos! Hektor! Yaşam için günlerce kılıç sallayan Hektor! Ey yaşam için demir eriten, eriyen işçi! Ey yaşam için yüzü güleç, geri dönmeyen varlık!
Selam olsun hepinize, herkese, yaşama, yaşam sevincine bin selam!”


Kültürümüze ve düşünce hayatımıza daha çok katkılarda bulunacağı bir sırada kurşunlara hedef olan Ümit Kaftancıoğlu, yürekli bir aydın, alçakgönüllü bir yazın adamı, ülkemizde yetişen nadir değerlerdendi. Suçu, insanları, halkını sevmek, güzel bir dünya için yazmak, bunun için savaşmaktı…