Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Selin Gürel | “Dağ”ın düşündürdükleri...

“Dağ”ın düşündürdükleri...

05 Aralık 2012 - 07:12 | Ufuk Bayraktar ve Çağlar Ertuğrul, Alper Çağlar'ın yönettiği "Dağ" (2012) filminde.
Alper Çağlar, “Dağ” ile şiddetli bir eleştiri bombardımanının orta yerinde kaldı. Ancak filmi eleştirirken, kendisi ile derdini ayrı ayrı ele almak gerekmez mi?Kathryn Bigelow, “The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak” ile yılın en büyük ödüllerini topladığında, savaşmayı yüce bir amaç haline getiren, buram buram milliyetçilik kokan bir filmin aynı zamanda iyi çekilmiş bir film de olabileceği konusunda kimsenin bir şüphesi yoktu. Sinemada gittikçe artan dozlarla bünyemize servis edilen Amerikan milliyetçiliğine bağışıklık kazandığımızdan olsa gerek, bu tür bir filmi eleştirirken topluma verdiği mesajı çok da büyük bir mesele haline getirmeden, soğukkanlılıkla kalem oynatabiliyoruz. Filmin kendisi ile mesajını birbirinden ayırmak, deveye hendek atlatmak kadar zor olmuyor. Tabii işin içinde Amerikan milliyetçiliğine karşı oluşan mutlak fikir birliğinin rahatlığı da var. Ancak söz konusu olan bir Türk filmiyse, kabul etmek gerekir ki dışarıdan bakma yetimizi büyük oranda kaybediyoruz. Alper Çağlar’ın filmi “Dağ”, bu anlamda önemli bir sınav oldu ve bu sınavdan geçer not alamadık.

"The Hurt Locker"ı (2008), filmin Amerikan
milliyetçiliği propagandasını dikkate almadan
değerlendirebiliyoruz.
“Dağ” “orduya, askere, vatanın toprağına ve şehitlere” saygısını sunar, selamını yollarken, konuyla ilgili vardığı sonuçlar, karakterlerini dönüştürme şekli, her fırsatta aşılamaya çalıştığı yoğun milliyetçilik duygusu, savaşmak ile kahramanlığı kesiştirme hali, erkeklikle asker olmayı bağdaştırma çabası, “düşman” kavramını olabilecek en şiddetli şekilde ötekileştirmesi ve çizdiği sorunlu “geride kalan kadın” portresi ile rahatsız edici bir boyuta ulaşıyor, orası kesin. Sadece o da değil. Çağlar’ın filminin merkezine oturan büyük şehir çocuğu - kenar mahalle delikanlısı karşılaştırması da yüzeysel bir sınıf “analizi” denemesi olarak geçiyor kayıtlara. İşin içinde bedelli askerlik uygulamasının erkeklik ve vatanseverlik kavramları üzerinden karalanması da var, kısa dönem ve uzun dönem askerliğin, dolayısıyla okullu olup da olmayanın iki ayrı yakaya yerleştirildiği bir uçurum da. Her şey bir yana, filmin testesteron bombası olma konusundaki azmi bile tek başına yeterince dikkat çekiyor.

Ne var ki, “Dağ”ın izleyicide uyandırabileceği “coşkulu” duyguların sakıncalı sonuçlarını sorgularken, Çağlar’ın derdine değil filmine dair bazı gerçekleri de bertaraf etmemek gerekiyor. Çağlar, iki karşıt karakter arasındaki çatışmadan yararlanarak, geriye dönüşlerden de destek alarak, başından sonuna kadar heyecanı ayakta tutan iki kişilik bir film yapmış. Birçok açıdan zorlayıcı bir fikir bu. Dahası, mekanın kısıtlayıcı özelliğinden de derin yaralar almadan kurtulmayı başarmış. Teknik açıdan kalburüstü bir tür filmi çeken yönetmen, konuyu toplumsal vicdanın hizmetine doğru taraftan sunabilseydi, “Dağ” bugün farklı bir yerde olurdu. Bunu tahmin etmek güç değil. Nihayetinde bir tür propaganda sineması yapan Çağlar’ın dert edindiklerinin Bigelow’unkilerdan çok da büyük bir farkı yok. Bunun için cezalandırılması da en az bunun için ödüllendirilmesi kadar tuhaf kaçıyor.