Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Selin Gürel | En iyiden vasata doğru Altın Portakal adayları

En iyiden vasata doğru Altın Portakal adayları

04 Aralık 2015 - 04:12
Ödüller verilmeden önce, Uluslararası Antalya Film Festivali’nin Ulusal Yarışması’nda Altın Portakal için yarışan adaylara dair kısa değerlendirmeler...
Tolga Karaçelik, "Sarmaşık" ile Altın Koza'da En İyi Yönetmen ödülü almıştı.
 
Yılın en iyi yerli yapımlarından: "Sarmaşık"
 
Tolga Karaçelik’in filmi sadece Ulusal Yarışma’nın en iyisi değil, yılın da en iyi yerli yapımlarından biri. İlk filmi “Gişe Memuru”nda psikolojik gerilimle beslediği “cinnetin eşiğindeki karakter” hikayesini, bu kez hem tek mekana hapseden hem de bir gruba mal eden Karaçelik, sinemasını bir üst seviyeye taşıyor. İktidarın doğası ile güç arzusunu didik didik eden filmin müzik kullanımı ve kurgusu, kalp atışlarını hızlandıran cinsten. Ama en önemlisi, finale kadar dur durak bilmeyen, devamlı olarak kendini yenileyen ve sınırlarını genişleten, korkusuz bir senaryosu var “Sarmaşık”ın. Paranoya, patlamaya hazır bir bomba gibi filmin tepesine çökmüş halde. Bütün dengeler pamuk ipliğine bağlı. Her şey yerle bir olmadan hemen öncesini izliyor gibiyiz. Karaçelik’in atmosfer yaratım başarısı, avuç patlatan bir alkışı hak ediyor. Nadir Sarıbacak, yılın en iyi erkek oyuncu performansını sergiliyor, bu yüzden festivalin de gözdesi olmalı.
 
"Kalandar Soğuğu"nun en büyük kozu, Karadeniz coğrafyası.
 
Büyülü ve korkutucu Karadeniz: "Kalandar Soğuğu"
 
“Kalandar Soğuğu”nun hiç acelesi yok. Bir dağ köyünde zor şartlarda yaşamaya çalışan Mehmet ve ailesinin gündelik hayatına ağır ağır sokuyor seyirciyi. Bütün iplerin doğanın elinde olduğu bir dünyada filizlenen cılız bir umudun öyküsü bu. Yönetmen Mustafa Kara, zaman zaman bir belgeselci titizliğiyle çalışıyor. Sarp kayalıkların tepesinde ya da dar oyukların içinde iki büklüm halde, yapayalnız bir çaresizlikle ter döken Mehmet’i çekerken, kameranın varlığını unutturuyor. Hem büyüleyici hem korkutucu Karadeniz coğrafyası, filmin en büyük kozu. Doğadan alacaklı olduğunu hisseden Mehmet’in mücadelesinde, “Bisiklet Hırsızları”nın geniz yakan hüznünden parçalara rastlıyoruz. Hayvanlar üzerinden ilerleyen sembolik anlatımı da kıvamında ve finalde açık kapı bırakmıyor. Ancak filmin sorunlu ses miksajı, dünyasından bir anda koparıyor. Süresini kısaltmak da filmin yararına olurdu doğrusu.
 
Aile kurumunun ikiyüzlü 'ahlakı': "Saklı"
 
Selim Evci’nin “Saklı”sının, farklı sınıflardan iki babayı önce karşı karşıya sonra yan yana getirmek gibi bir hedefi var. Haliyle, her iki hamlesi de iki sınıfı ayrıştırmayı gerektiriyor. Ancak bu hassas ayrıştırma işlemi, her nasılsa hem isabetli hem de muğlak ve farklı yönlere çekilebilecek tespitler içeriyor. Filmin senaryosu ve hikaye kurgusu, zaman zaman fire veriyor. Settar Tanrıöğen’in kalıbından taşan bir performans fazlası da var. Ancak bu onun değil, karakterinin suçu. Bütün bunlara rağmen, “Saklı”nın sinemasal gücü yerinde. Türkü Turan’ın iç dünyasını ele vermeyen gizemli karakteri, filmin lokomotifi. “Saklı”, aile kurumunun ikiyüzlü ahlak anlayışı ile erkeğin iktidar arayışı ve sahip olma sevdası üzerine, kalburüstü bir örnek.
 
Hasibe Eren'in (sağda) performansı "Kümes"i taşıyor.
 
En umut vaat eden ilk film: "Kümes"
 
“Kümes”, derli toplu hikayesi, dış etkenlere uzak mekan seçimi, sınırlı sayıda karaktere odaklanma tercihi ve Hasibe Eren’inki başta olmak üzere akılda kalıcı performanslarıyla, yarışmanın en umut vaat eden ilk filmi. Selen Domaç’ın da önü açık. En İyi Kadın ve Yardımcı Kadın Oyuncu ödülleri, bu ikilinin hakkı. Yönetmen, senarist ve oyuncu Ufuk Bayraktar’ın, Türk sinemasında toplumsal boyutta defalarca işlenen kuma meselesini, bireysel sınırlar dahilinde ele alması, “Kümes”i ilginç ve izlenir kılan ana etken.
 
"Takım: Mahalle Aşkına"nın sorunu, konusu olan sporda da sıkıcı kabul edilen şekilde risk almaya yanaşmaması.
 
Popüler sinemanın başarılı temsilcisi: "Takım: Mahalle Aşkına"
 
Yarışmanın popüler sinema cenahından tek filmi “Takım: Mahalle Aşkına”, coşkulu bir başarı hikayesine yaslanarak “müsabaka filmi” formülünün gereklerini yerine getiren, eli yüzü düzgün bir tür filmi. Mahalle kültürünü korumaya çalışırken ranta isyan bayrağı açan Adile Naşit’li Kemal Sunal’lı filmlerin modern bir örneği. Bu açıdan aşırı tanıdık ve başı sonu belli bir hikaye çizgisi var. İyi karakterleri, kötü karakterleri ve ikisinin arasında bocalayanlar, ayrı köşelere itilmiş; her birinin görevi belli. Senaryonun sıradanlığı ara sıra bozup, ilginç hamleler yapması bekleniyor, ama yönetmen Emre Şahin, formülün dışına çıkmamaya kararlı, risk almaya hiç yanaşmıyor. Yine de yarışmadaki birçok filmle karşılaştırınca, “Takım: Mahalle Aşkına”nın hem performanslarının hem de teknik üstünlüğünün göz doldurduğunu eklemek gerek. Özellikle Mehmet Özgür’ü izlemek bir zevk.
 
Onur Saylak, "Rüzgarın Hatıraları"nda geçmişiyle yüzleşen bir entelektüel.
 
Dönemi yakalayamıyor: "Rüzgarın Hatıraları"
 
Her şeyden önce bir dönem filmi olarak, “Rüzgarın Hatıraları”nın ciddi sorunları var. Filmin başında sunulan 40’ların İstanbul’u, derma çatma bir set tasarımı çalışmasının kurbanı oluyor. Özcan Alper de bunu kavramış gibi, filmini kırsala taşımak için acele ediyor sanki. Ancak kırsalda da durum pek farklı sayılmaz. İkna edici olmayan sanat yönetimi ve kostümler bir yana, neredeyse 2000’lerin Türkçesini konuşan karakterlerin 40’larda yaşadığına inanmamız imkansız. Geçmişe dönen sahneleri ayrı tutarsak, görüntü yönetiminin de dönemin ruhuna oturmadığını eklemek gerek. Yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmış, sürülmüş, acılar içinde hayatlarını kaybetmiş entelektüelleri temsil eden ana karakterin, bir tür Araf’ta kalması ve bu süreçte geçmişiyle yüzleşmesi fikri, sinema için harika bir malzeme. Ancak film, nadiren yapay anlardan uzakta kalıp, bu malzemeyi doğru dürüst kullanabiliyor.
 
62 dakikada Türkiye üzerine çok şey anlatan "Artık Hayallerim Var", yarışmanın tek belgeseli.
 
Her konuda sözü olan belgesel: "Artık Hayallerim Var"
 
Ulusal Yarışma’nın tek belgeseli “Artık Hayallerim Var”a, sosyolojik bir deney gözüyle bakarsanız, 62 dakikada Türkiye’nin çıkmazlarını nasıl bu kadar net şekilde özetleyebildiğine hayret edeceksiniz. Kadın-erkek eşitsizliği, gençlerin üzerine zehir gibi akıtılan özgüven eksikliği, toplumsal önyargılar, ayrımcılık, temelsiz genellemeler, gösteriş budalalığı, görmezden gelinen çevre sorunları, din istismarı… “Artık Hayallerim Var”ın bunlarına hepsine birden söyleyecek sözü var. Sinemasal açıdan öne çıkmasa da, hedef tahtasına oturttuğu onca meselenin altından kalkış şekli etkileyici.
 
Eski model anlatılan bir kadın hikâyesi: "Misafir"
 
“Misafir” trajik bir hikayeyi soğukkanlılıkla anlatarak ilk sınavı geçiyor. Ancak inişli çıkışlı bir temposu, eski model bir anlatım tarzı var. Bir kadın hikayesi anlatan film, ana karakterinin ruh haline daha yakından bakma ihtiyacı doğuruyor, ancak günlük diyaloglar ve yan hikayeler yüzünden buna vakit kalmıyor. Filmin en öne çıkan ismi, akılda kalıcı performansıyla Tamer Levent. 
 
Hakan Atalay'ın rol aldığı "Çırak", senaryonun ilk taslağı filme alınmış hissi veriyor.
 
İlk film zaafları: "Çırak"
 
“Çırak” en azından bir karakter yaratma işine giriştiği için, takdir edilmeli. Kurduğu atmosfer ve gerilimi öne çıkardığı kimi sahneler kayda değer. Ancak senaryonun ilk taslağının filme alındığını düşündürüyor. Hikayesinde derin boşluklara ve ikna edici olmayan manevralara rastlıyoruz. İlk film zaafları taşıyor.
 
Sinemasal açıdan değeri meçhul: "Arama Moturu"
 
Atalay Taşdiken’in “ülkeden insan manzaraları” filmi “Arama Moturu”, internetin Çavuş köyü sakinleri tarafından nasıl kullanıldığının anlatılacağı vaadiyle başlayıp, odağını hızla kaybediyor. Bu bir belgesel veya sahte belgesel olmadığı için, 'herkesin bir şeyleri aradığı köy'de belirli bir senaryoya sadık kalmaya çalışan köylülerin temsil havasındaki performanslarıyla baş başa kalıyoruz. Birkaç sahnede gülümsetmeyi başarsa da, filmin gerçekte öyle olmasa dahi, kurmaca bir hikaye anlatıyor gibi görünmesi ve köylülerden gerçek performans alma hevesi, baştan yanlış ve anlaşılmaz. Tekrarlanan espriler ise sabrı zorlayan cinsten. Sinemasal açıdan hiçbir değeri olmayan “Arama Moturu” ancak bir özel gösterim programına dahil olabilir, Ulusal Yarışma’da işi yok.
 
Başarısız bir devlet siparişi: "Muna"
 
“Muna”, mesajı ve bakış açısıyla tepeden tırnağa bir “sipariş” film. Atacağı her adımı önceden tahmin edebildiğiniz sıradan hikayesi ve iki boyutlu karakterleri yeterince büyük sorunlar yaratırken, teknik açıdan altından kalkılamayan sahnelerle dolu. Araya sıkıştırılmış yama görüntüler, görmezden gelinecek gibi değil. Kurgu sorunları çileden çıkarıyor. TRT’nin ortak yapımcılarından olduğu film, kanalın devlet politikasına uygun TV filmleri arasında kalmalıydı.
 
"Pia"nın sinematik özellikler taşıyan sahneleri sadece Oktay Çağla ve Taies Farzan arasında geçenler.
 
Bir sinema filmi olduğuna inandıramıyor: "Pia"
 
Altın Portakal yarışmasına, henüz tamamlanmamış film göndermek bir gelenektir, ama “Pia”nın tek sorunu sadece tamamlanmamış olması değil. Göz yoran, üçüncü sınıf bir görüntü yönetimi, kurulamayan bir zaman-mekan ilişkisi, İstanbul Türkçesi ile üstelik dublaj marifetiyle konuşan köylü karakterler, diyaloğu bastıran bir müzik kullanımı, yerlerde sürünen bir hikaye anlatımı, yarım bırakılmış ses miksajı… “Pia”nın bir sinema filmi olduğuna inandırdığı tek sahneler, başrol oyuncusu Oktay Çağla ile Taies Farzan arasında geçenler. Onlar da birkaç dakika sürüyor. “Pia”, yılın Ulusal Yarışma’da ne aradığını anlamadığımız filmleri arasında başı çekiyor. Yarışmanın en vasatı.