Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Zeynep Miraç | Kelin merhemi olsa
30 Eylül 2012 - 07:09
Hayata izin verinBu yazıyı kitap kokuları arasından yazıyorum.
Kütüphanede değilim, hayır.
Sahaf Festivali’ndeyim.
Artık iki kişi yan yana bir işe kalkışsa adına festival denmeye başladı ya, şimdi bu konuya girecek değilim.
Anlatmak istediğim başka.
Kitap toplayanlara sorulan soru var aklımda… “Abi bu senin ne işine yarayacak?”
Hayatımızı yöneten bir mesele bu: İşe yaramak.
İşine yaramayacaksa at çöpe gitsin.
Burada bir es verip size Şefik Atabey’den söz edeceğim.
Şefik Atabey, Türkiye ve Türk kültürü üzerine bugüne kadar oluşturulmuş en değerli kitap koleksiyonunun sahibi.
Sahibiydi desem daha doğru, zira artık ne kendisi var ne de koleksiyonu.
Aralarında tek nüsha eserlerin, krallara armağan olarak hazırlanmış el yazmalarının, markalı antika kitapların ve gravürlerin olduğu bu 1600 parça, 2002’de Sotheby’s’te satıldı. Uzmanların “bir eşi yok” dediği koleksiyon dört bir yana dağıldı.
Satışın Atabey’in vefatının ardından yapıldığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 50 yıl boyunca topladığı kitapları elinden bizzat çıkardı.
Nedeni konusunda bin tane tahmin yürütebiliriz.
Para diyebilirsiniz mesela (milyon dolarlardan söz ediyoruz) ya da tek kızının kitaplarla hiç de ilgili olmamasından söz edebilirsiniz.
Kıdemli sahaf Emin Nedret İşli, bizim pek bilmediğimiz bir nedenden söz ediyor: “Bir koleksiyoner olarak zevkini almıştı artık. Pek çok koleksiyoncunun, belli bir zaman toplayıp doyuma ulaştıktan sonra vazgeçtiğini çok gördüm ben”.
Diyeceksiniz ki, madem Türkiye’ye dair eşi menendi bulunmayan bir koleksiyonu vardı; neden buraya getirmedi, bir kütüphaneye bağışlamadı, “vatanına borcunu” ödemedi?
Birincisi, kimsenin kimseye borcu yok.
İkincisi, Türkiye’de kitap okuru sayısı nüfusun yüzde biri bile değil.
En önemlisi, kütüphaneler bile bağış kabul ederken “İşime yarar mı?” diye bakıyor.
Geldik mi yine aynı soruya…
Yalnızca işlevlerle mi yaşıyoruz artık?
Sırf bize bir faydası olacak diye mi okuyoruz bir kitabı?
Güzeller güzeli bir cilde elinizi değdirmenin zevkine, o sayfaya sizden önce dokunanı hayal etmenin keyfine, sizden sonra hangi rafa gideceğini merak etmenin heyecanına ne oldu?
Eskiden başka bir aleme dalmak için okurken, niye şimdi bize ya mutlu ya da zengin olmanın formülünü veren kitaplara rağbet ediyoruz?
Neden karşımızdakini dinlemek, ne istediğini anlamaya çalışmak yerine “beden dilini okuma”yı öğreten kitapların arasına dalıyoruz?
Neden bir çift gözün ta içine bakmaktan çekinip koşa koşa bir kitap süpermarketine gidip “Aşkı bulmanın ve yollarını korumanın kitabı var mı?” diye soruyoruz?
Gözümüzü açar açmaz başlıyor zaten fayda-zarar hesaplarımız. İşe hangi yoldan gideceğimize bile bilgisayardan bakıp karar veriyoruz. Tahmin edemediğimizi sevmez olduk, hele sürprizler, bırrr, Allah muhafaza…
Hiç değilse kitaplar kalsın sürprizleriyle… Bibliofillerin “serendipity” dedikleri var ya hani, aramazken bulmak, o kalsın bize geride.
Biliyorum alışveriş merkezlerinde her şeyi aynı yerde bulduğunuz kitapçılar hayatı çok kolaylaştırıyor.
Ama yine arada bir sahaflara gidin.
Hiçbir kitap aramadan.
Sadece dolaşın.
Ve işinize hiç ama hiç aramayan bir kitap çekin raftan.
Hayata izin verin.