‘Anında’ yazılmış tarihin kitabı: Moni
Salt’ın Kütüphane ve Arşiv Yöneticisi Sezin Romi tarafından yayıma hazırlanan “Moni” kitabı raflarda. Çalışma, kariyerini performans, happening, yerleştirme ve resim gibi birçok alana yansıtmış ‘Moni’ Salim Özgilik üzerinden, yaklaşık son 40 yılın Türkiye ve dünyasını kayda geçiriyor. Moni’ye göre, “Sanat bir araç, bir oyun. Oyunun bir parçası. Kendini ifade etme biçimi. Arkasında kocaman da bir tarih var ve onu öğrenmek de, ona karşı çıkmak da, onunla oynamak da güzel.” İMÇ’de de üç ayrı mekânda yeni eserleriyle gündeme gelen sanatçı ve kitabı hazırlayan Sezin Romi, Milliyet Sanat’la buluştu.
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
Salt’ın Kütüphane ve Arşiv Yöneticisi Sezin Romi tarafından yayıma hazırlanan yeni ‘sanatçı kitabı’, kültür - sanat tarihine adını ‘Moni’ lakabı ile yazdıran ressam, sanat tarihçi, performans ve happening imzası Salim Özgilik’e odaklandı.
Sanatçının Salt Araştırma bünyesine katılmış özel arşivi ile, ‘Monifesto’ örneklerini, yapıtları ve sanatçı kişiliğini farklı okumalarla bitiştiren kitapta, kendisi başta gelmek üzere, Aslıhan Demirtaş, Bora Gürdaş, Catherine Spencer, Sevi Bayraktar, Sezin Romi ve Suzana Marjanic’in metinleri yer alıyor.
Ali Cindoruk tasarımıyla 200 sayfayı aşkın görsel ile yazılı materyali okura sunan kitap, sanatçının 1987-1996 aralıklı ‘kilometre taşı’ performans, sergi ve happening örneklerini kayıt altına alıyor. Eser Moni’nin Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’nden New York’a uzanan yıllarını da görülür, okunur ve yorumlanır hale getiriyor.
Moni, New York, 1994, Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Çalışma özellikle sanatçının “Kültür Ağacı” (1988) “Sakarya Destanı” (1989), “Ölümü Düşünmeden Ölüyü Düşlemek” (1989), “Michael Jackson Dinleyenler Asla Dolmuş Beklemezler” (1990) ve “Atık Anıt” (1994) ile, “Bedrettin Cömert’e İthaf” (1994-1995) gibi ‘kilometre taşı’ işlerini keşfetmek için, benzersiz bir başvuru kaynağına bürünüyor.
‘Moni’ Salim Özgilik’in “Moni’25” başlıklı kişisel sergisi de, 4 Aralık Perşembe günü açıldı. Unkapanı İMÇ 5. blokta yer alan 5533, İmalat-Hane Proje Alanı ve yüzonbir’i birbirine bağlayarak üç parçalı bir anlatı sunan serginin küratörlüğünü, Mine Söyler ve Deniz Özgültekin üstleniyor. Biz de hal böyle iken, Moni ve kitabı yayına hazırlayan Sezin Romi’yle, çalışmanın perde arkasını araladık.
Moni ve kitabı yayına hazırlayan Sezin Romi.
Kitaba başlar başlamaz, Moni’ye ait bu kariyere baktığımda işlerinizi, eylemlerinizi ortaya koyarken, katılım açısından ‘izleyici’ ve ‘eyleyici’ arasında görünmez bir mutabakat olduğu fikrine kapıldım. Eser üretim pratiğinde ‘rıza’, ‘ön kabul’ size ne anlam ifade ediyor? Bununla başlamak istiyorum…
Moni: İlginç bir şey. Tabii, ‘rıza’ olarak düşünmemiştim ben bunu, ama bir şeyi, bir fikri ortaya koyduğunuz zaman, bir defa bunun takdir görmesi, insanların hoşuna gitmesi onları da otomatikman işin bir parçası yapıyor. Meselâ, sanatçı veya sanat öğrencilerinin böyle bir şeye ilgi göstermesi çok normal - aynı şeyi son zamanlarda İ.M.Ç.’de de çok fazla yaşıyorum, orada ben bir dükkân kiraladım. Herkes elbise satıyor ama takdir ediyor veya anlamaya çalışıyor, dolayısıyla orada yaşanan şeye bir rıza gösteriyor, hoşuna gidiyor. Anlamaya çalışıyor. - Dolayısıyla o ilişkiyi kurmak, gerçekten çok heyecanlı.
Çünkü aslında istediğimiz de odur zaten. Herkes yaşı kaç olursa olsun, çocuktur. Oyun oynamayı, oyunu herkes sever. Bu, daha önceki yazdığım manifestolarda da aslında çok üzerinde durduğum bir şey aslında. Sanat da kocaman bir oyun zaten. Her şeyde olduğu gibi, bir yalan. Yani, yalan derken, kendi bağlamı olan, zaman içerisinde başka şeyler yüklenmiş, zaman içinde kendi etiği, kuralları oluşmuş ve yaratılmış bir dünya. Onun dışına çıkabilmek, içine girebilmek, o ilişkiyi istemek, deneyimlemek, sormak, onu almak güzel. Bu, insanların hoşuna gidiyor zaten: ‘Kim bu adam, neden böyle bir şey yapıyor?’ Yaptığın işin takdir görmesi, hoşlanılması, insanların da oyunun bir parçası olmaya çalışması da, bunun içine giriyor sanırım.
Ama yıllar sonra göstermiş olduğunuz bu performanslara baktığımızda ayrıca ‘otoritenin rızası’ gibi bir sınava da kendinizi tabi kıldığınız görülüyor. Zaten kitapla da vurgulandığı gibi, bundan ortaya çok ciddi bir deneyim çıkıyor.
Moni: Evet, aslında o biraz da korkudan oluyor aslında. Hani acaba öyle bir şey yapsam, hani başım derde girer mi diye bir durum bu. Neden olmasın? Zaman olsa, biri izin verse, daha güzel şeyler olacak. Çünkü öteki türlü, ‘Guerilla Advertising’ gibi bir şey oluyor. Bakalım nasıl sonuçlanacak, her an toplayıp götürülebilirsin… Ben o dönemde, biraz da gençliğin verdiği heyecan ile ‘Bu kararı verdim ama belki de sonradan şöyle olacak,’ diye bunu bu kadar da düşünmedim açıkçası. Bu bir korku değildi ama istiyorsun.
Meselâ, “21. Yüzyıldaki Bir Yangını Söndürme Önerisi” isimli işim, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği bir etkinliğe bağlı olarak, kendiliğinden izinli oldu. “Ne oldu? Ne kadar istiyorsun, neye ihtiyacın var, ne kadar iş gücüne ihtiyacın var?” O zaman da ne oldu? Boyutlu, zamana yayılmış işler ortaya çıktı ama bunun ikisinin de kendine göre önemli bir yeri var. Yani her işi zamana göre yapmak da istemezsin.
Moni Salim Özgilik, “21. Yüzyıldaki Olası Bir Yangını Söndürme Önerisi”, performans, Ankara Botanik Parkı, Atakule, 1990. Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Bu ‘oyun’ duygusuna, kitabın yazarları da ilgili metinlerde atıfta bulunuyor. Kaldı ki bir pipo ve fular ile Ankara’da ortaya çıktığınız beyan ediliyor. Adeta bir ikon, bir emoji gibi var olmuşsunuz. Anlatır mısınız?
Moni: Bu gerçek oldu, biliyor musun? Jeoloji Mühendisliği’ni okurken, Karanfil Sokak ve birkaç yerdeki galerilere de gidiyorum. Hani, o Ankara’nın da havasıdır, efendi efendi insanlar pipo filan içerler, fular kullanırlar. Ben de aldım onlardan, başladım.
Ankara biraz da diplomasi ve bürokrasi kenti zaten. Değil mi?
Moni: Aynen öyle, sanatçılar da kendilerini ağırdan satmayı sever ya. Ben de daha derinlerine girmeden, derinliğini bilmeden, öyle bir şeylere öykünerek fularımı aldım, hatta hiç unutmam, mor bir fularım vardı. Ve pipo da aldım. Resimler yapardım. Şövalenin üzerine koyup resimler yaptığımı hatırlıyorum.
Moni, Eller Eller performansında, Abdi İpekçi Parkı, Ankara, 1990
Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Sanıyorum burada öz deneyim ve öz öğretim, sizin için belirleyici. Kitapta otoritenin sunduğu sanat tabiri, tarifi veya teşhisini reddederek, tamamen kendi yazgısının peşinden giden bir insanı görüyoruz. Anlatır mısınız?
Moni: Bir kere ben hem insan, hem de sanatçı olarak, genel anlamda aklıma gelen ilk şeyi hemen uygulamayı çok seven bir adamım. Buna izinler almaya, başkalarından fikirler aramaya başladım mı, genellikle görüyorum ki onun heyecanı gidiyor. ‘Aman, bunun heyecanı gitmesin de, ben bir an önce yapayım,’ hayır; bu düşünce ile değil de, kendiliğinden olan bir şey bu.
Tabii şu var: Korkmuyorum, gençken de bu böyleydi ama daha fazlaydı. İnsanın yaşı ilerledikçe, başka bir şeye evriliyor. Bir şeyi bildiğim için değil, onu merak ettiğim için giriyorum. Sanıyorum, doğaçlamanın en önemli taraflarından bir tanesi bu. Onu yapacak olan insanın kendine güven duymasının gerekliliği. ‘Ben buraya girerim ve çıkarım,’ bildiğim bir tek bu var aslında. Tabii ki başlangıçta insanın kafasında birçok fikir uçuşuyor. Şunu alsam, bunu buraya bağlasam, rengini sonra şuna boyasam… Farklı bir malzeme ile karşılaşıyorsunuz. Bir olay sizi etkiliyor. Bu heyecan azalmadan, aklıma geleni kendim de öğrenerek ve paylaşarak gerçekleştiriyorum. Dolayısıyla da sizin dediğiniz bu ‘öz öğrenim’ dediğimiz şey çıkıyor ortaya.
Burada tabii, ‘okulluluk’ ve ‘alaylılık’ arasında da bir tercih yapıyorsunuz. Ne dersiniz?
Moni: Yani evet. Sanatçı bir aileden geliyor olsaydım, etrafımda bir sürü sanatçılar olsaydı, belki alaylı olmanın bir sakıncası yoktur. Ama ben, eğitimin önemli olduğunu düşünüyorum. Eğitimin önemini şundan dolayı düşünüyorum: Orada öğrendiklerinden dolayı değil de, verdiği ortamdan ötürü. Giriyorsun atölyeye, 50 kişi ilginç bir şeyler yapıyor. Bundan daha müthiş bir eğitim olamaz. Hocanın ne dediğinden veya müfredatın ne olduğundan daha çok, bir şeyleri öğrenmek için müthiş bir şey okul. Diyelim ki, teknik bir eleman olarak ben kendimi bir sanat organizasyonunda çalışır vaziyette buluyor olsaydım, böyle bir şeye merakım olsaydı, kendimi oradan geliştirebilirdim. Çünkü ‘eğitim sistemi’, orada kendiliğinden var. O dönem yapılabilecek en güzel şeylerden biri, yatay geçiş. Bir de mühendis olmamaya karar vermiştim. Bunu değerlendirmek doğru oldu.
Çok tartışılan bir ortamdı. İstanbul, ‘soyutçular-figüratifçiler arasındaki tartışma’ veya temel sanat eğitimi olmalı mı vb… Ben olsun tarafındayım. İnsanlar bir şeyi başka bir şekilde söyleyebilmek için, önce herkesin nasıl söylediğini anlamak durumundalar. Önce anlasınlar, sonra kesinlikle dışına çıksınlar, çıkmalılar. Ben de herhalde aynı dönemde o doğrultuda böyle yaptım ve dışına çıktım. Dolayısıyla, okullu olmak, iyi bir şey. Zaten görünüyor: Okulu reddeden insanların çoğu, onun diplomasından dolayı değil de, önünde sonunda bir şeyin parçası olmayı istediklerinden dolayı bunu istiyor. Bir şeyi yapmayı, bir proje sunmayı öğrenmek, hatta o zamanlarda aramızda çok konuştuğumuz bir şey vardı. Ben ‘güzel sanatlarda matematik dersi zorunlu olsun,’ diyordum. Çünkü, matematik insana üç boyutlu düşünmeyi öğreten bir şey. Belki, daha fazla ‘oyun’ dersi de olmalı. Yeni müfredatları pek takip etmiyorum. Ama ortaokulda bizim birçok dersimiz vardı. Marangozluk dersi, elişi, suluboya dersimiz vardı. İş-teknik vardı. Her şey vardı. ‘Bunlara ne gerek var?’ Hayır değil! Göster, alsın.
Meselâ çocuğum var. Ben illa sporcu olsun, demiyorum. Spor kursuna da götürüyorum. Basketbol kursuna gidiyoruz ama öbür tarafta, ağaçtan bir şey yapma, diğer tarafta başka bir ‘workshop’. İnsan bir şeyleri olabildiğince görmeli ki, sonra kendi seçimini yapabilsin.
Kitabınızdan, çok sayıda manifesto ortaya koyduğunuz da görülüyor. Eylemleriniz ile metinleriniz arasındaki ilişkiyi niçin çok ciddiye alıyorsunuz? Bunlar ‘happening’ ve ‘performanslar’ sonrasında mı kaleme alınıyor?
Moni: Hayır, genellikle ‘performans’lar veya ‘happening’ler öncesinde dağıtıyordum. TÖBANK sergisindeki veya alt geçitte yaptıklarım gibi. Çünkü yazmayı çok seviyorum. Çünkü yazılı sanat ve görsel sanat, birbirini çok tamamlayan şeyler.
Moni Salim Özgilik, Sakarya Destanı, performans, Sakarya Caddesi, Ankara, 1989. Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Ama bunu bir sanat tarihçi olmaya niyetlenerek değil, bir sanatçı olarak kendinizi ifade ihtiyacı ile yapıyorsunuz, değil mi?
Moni: Kesinlikle öyle, meselâ ‘Sakarya Destanı’nda, oradaki manifestoda bu çok güzeldir. İnsanlar bir şeyi alıyorlar. “Siz buna şimdi şaşıracaksınız ama bu kesinlikle bir sanat çalışmasıdır,” diyen o ifade çok güzeldir. Şimdi ben ne yapıyorum? Bunu satacak mıyım? Yoksa politik bir gösteriye mi dönüştüreceğim? İnsanlar bunu merak ediyorlar. Tabii ki sanat bilen insanlar, sanat öğrencileri buna daha farklı yaklaşıyorlar. Genellikle daha sevecen, koruyucu oluyorlar.
Burada galiba, ‘yapıt’ denen şeyin kulu haline mi geliyorsunuz, yoksa sanat eseri denen unsuru bir sosyal iletişim aracı olarak mı görüyorsunuz, bu yol ayrımı ortaya çıkıyor. Çünkü ‘imha’ meselesine de çok ciddi yaklaşıyorsunuz. Örneğin Füsun Onur da bu yaklaşıma yakındır. Ne dersiniz?
Moni: Bence bir araç, bir oyun. Oyunun bir parçası. Kendini ifade etme biçimi. Arkasında kocaman da bir tarih var ve onu öğrenmenin de kendisi güzel. Ona karşı çıkmak da, onunla oynamak da güzel. Aslında bir çocuk düşünün. Önce ana babasına hayrandır. Sonra da onlara karşı çıkar. Ardından kendisi aynı döngüye girer. Bu aslında hayatın ta kendisi.
Metinlerde vurgulanan bir de ‘Barış Dönemi’ ifadesi var. Barış dönemini siz nasıl tarif ediyorsunuz?
Moni: Belki içinde bulunduğum durum ve konularla ilgili. Ben, savaşın içinde bulundum. Kendi seçimim değildi ama askerliği çok ciddi bir ölçüde yaptım. Çünkü hepimiz insanız. Savaş da insansal bir içgüdü. Örneğin şu günlerde Depo’da bir sergi var. (Gazze Bienali İstanbul Pavyonu) Sanatçı her zaman sanatçıdır. Cephenin altında da bir şeyler yapabilir. Ama biz, sanatçının üretiminin genel anlamda algılanışı söz konusu olunca, hakikaten çok ‘Barış Dönemi’nde yaşıyoruz. Şu an, düşünebiliyor musunuz, Suriyeli, Filistinli olsanız, Salt gibi bir kurum orada olsa, kim gider, gelir, nasıl finanse edilir?
Veya neden insanlar bu işe para verir? Para olmazsa bu iş dönmez, değil mi? Bir grup insan, koltuğuna yakışacak sanat eserini almaya çalışıyor. Öteki, bina yapmış, binanın girişinde kendine uygun bir etiketin peşinde. Öteki, bir belediye başkanı veya politikacı. Şuraya bunu yaptırdım…
Bunların arasında, iyi bir şeye yatırım yaptığını karşı tarafa anlatma, gösterme, nemalanma, sanattan anladığını insanlara gösterme içgüdüsü ile bir şeyler oluyor. Bunlar için gerekçelerin bir an için ortadan kalktığını düşünelim: Savaş var. Ne sizin yaptığınız belediyecilik, imar işleri önemli, ne sizin evinizin düzeni önemli.
Ben, meselâ Kaş’ta yaşıyorum. Şöyle düşünün: Suriye veya Filistin’in kıyısında bir yerlerde eviniz var. Aynı ev Kaş’ta 2 milyon dolar, İtalya’da 5 milyon dolar. Suriye de sıfır! Ne anlamı var ki? Aynı şey. Eğer barış olmazsa, insanlar oraya tekrar dönmeyi, gitmeyi istemezlerse, sanatın da, mimarinin de, herhangi bir demirbaşın da anlamı yok.
İnsanlar ancak barış olduğu zaman bunu daha iyi nasıl yapabileceklerini konuşabilirler. Savaş olduğu zaman herkes, öncelikle kendini, ardından mümkünse en yakınındakini de kurtarmaya çalışıyor.
Ancak kitabın da gösterdiği bir durum var: Çalışmalarınızda ne denli ciddi bir hakikat varsa bile, bunun tümünü tam da o ciddi çatışmalardan türettiği görülüyor. Ortada bir konfor yok değil mi?
Moni: Kesinlikle. Ama onun bile olması için belirli bir barış ortamının olması lâzım. Biz meselâ, eğer öyle düşünürsek Türkiye’de sürekli bir savaş ortamındayız. Her zaman bir politik, bir finansal mücadelemiz var. Bir hayatta kalma, bir şeyleri yapma, hayatta kalma, ilerletme mücadelemiz var.
Çünkü sismik bir coğrafyadayız değil mi?
Moni: Her anlamda, her an her şey olabilir. Onun için bizde, daha önceki kuşaklar bu politik mücadeleyi daha yoğun bir şekilde verdiler. Şimdi bir özgürlük mücadelesi veriyoruz. Hem bireysel, hem ifadesel, hem kurumsal özgürlük mücadelesi bu. Müthiş bir olay. Ama onu bile yapabilmeniz için bile belli bir zemine ihtiyacınız var. Yazdığınız zaman, yayınlayacak bir yere ihtiyacınız var. En azından işleri döndürebilecek kadar gelen, giden paraya, vs.
Ama o zaman da dediğiniz gibi sanat olmazdı zaten. Her zaman, şu ya da bu şekilde, sosyalist gerçeklik de öyle. Her türlüsü, bir dertten, sorundan başlıyor. Bir şeyi daha iyi şekilde yapmaya çalışıyor.
Moni Salim Özgilik, “Bedrettin Cömert’e İthaf, buruşturulup deriye sarılmış sayfalar”, 1995-1996. Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Kitapta ‘Mandela tişörtü’ giydiğiniz an da kayıt altına alınmış, hikâyesi nedir?
Moni: O galiba, askerliğimin bittiği gündü. Temiz tişört o vardı. Cizre’de Nevruz’dan dolayı bir gece önce, kepenk kapatma olayı ve büyük bir operasyon vardı. Bizim de askerliğimizin son günüydü. ‘Komutanım, askerliğimiz bitti,’ dedik. ‘Dışarıyı görüyorsunuz, ölebilirsiniz. Tabii ben sizi tutamam, buna yetkim yok. Nasıl isterseniz,’ deyince, biz kendi aramızda üç dört asteğmen arkadaş, ne yapalım dedik. Bir dakika daha durulmadı. Aldık çantaları çıktık ama gerçekten de hatırlıyorum, Ankara’ya yaklaşana kadar, otobüs orada mı, burada mı durdurulacak diye büyük bir stres halinde geldiğimizi, uyuyamadığımızı hatırlarım.
1992-2005 aralığı. New York tecrübeniz de hayatınızda önemli bir başlık. Hatta henüz sonuçlanan belediye seçimlerine baktığımızda Donald J.Trump’a rağmen Güney Afrika kökenli Müslüman Sosyalist Demokrat aday birinciliği göğüslemiş bulunuyor. Bu anlamda kutupların giderek netleşmesi, çatışmaların hızlanması adına da ABD’nin Türkiye’ye benzerliği yönünde köşe yazıları okumaktayız. Tabii ki bunda sosyal medya ile hızını artıran bilginin, deneyim ve yorumun da etkisi çok büyük. Peki siz ABD’den niye geri döndünüz?
Moni: Tabii, New York ilginç bir şehir. Bu dinamizmini asla kaybetmiyor. Peki, bizim için New York, birlikte yaşadığımız insanlar için neden bitiyor? Sanıyorum ben döndüğümde tam 35-38 yaşlarındayım. Bir de tabii, 11 Eylül sonrası gibi bir olay var. O dönemde Teksas’tan gelmiş adam bile New York’tan dönüyor ya da İngiltere’den geleni oraya dönüyor. Gerçekten evlerine dönenler oldu. İşler kötüleşti. New York üzerinde uçaklar… Borsa kötüleşti. İşler gitti. Kimse dışarıya çıkmaz oldu. Hayat pahalılığı, enflasyon orada da başladı. Zaten o dönemden beri de ABD düzelmedi. Sürekli işsizlik, ardından COVID. Bir arayış oluştu. Ben de ya NY çeperinde küçük bir kasabaya yerleşecektim, ya başka bir yere, Sicilya veya Barselona’ya yerleşecektim.
Sonra burası oldu. Birkaç sene sonra yine New York’a gittiğimde, ayaklarım kendiliğinden alıştığım bazı yerlere yürür oldu. Hep bildiğim, sevdiğim yerlere gittiğimde gördüm ki, bizden 10 yaş daha genç bir jenerasyon gelmiş. Nasıl mutlular, kendi dünyasında. New York öyle bir yer. Hiç bir zaman bitmiyor. Sadece senin için bitiyor.
Yeni beklentiler, yeni müzik, yeni finans, yeni eğitim, artık New York’u New York yapan her şey kendiliğinden evriliyor ve dinamizmini hiç bir zaman kaybetmiyor. Sadece, gittiğim zaman ben, burayı da, orayı da hatırlarım derim ama şimdi bunu istemem. Onun bir gençlik dönemi, enerjisi var.
Zaten Türkiye’den çok sanatçının da ABD’ye veya New York’a uğradığını biliyoruz. Bedri Baykam, Mehmet Güleryüz, tabii ki Burhan Doğançay, Erol Akyavaş, Ömer Uluç… Dediğiniz gibi oraya bir tür ‘kültürel Hac’ farizası gibi gidiyor ve kendi deneyimlerini yaşıyorlar. Ama sanat tarihine de bakıyoruz, Jean Michel Basquiat, Keith Haring, Andy Warhol gibi birçok figür de oradan geçiyor. Bu da New York’u bir nevi kültürel sığınmacı kenti yapıyor, değil mi? Ama siz bir ara New York’tan Moğolistan’a gitmeyi bile düşünüyorsunuz değil mi?
Moni: Kesinlikle. Öyle uçsuz bucaksız bir yerde yeni bir hayat. Daha farklı bir ufuk peşinde, ortam içinde olmayı planladığım bir süreç var. New York ile ilgili bir de şunu söyleyeceğim: Sanat tarihinde bize öğretildiği kadarıyla şöyle bir şey de var, New York’taki ‘Yeni Dışavurumculuk’ ile birlikte, orası tabii paranın da gücünün etkisiyle, rolü Paris’ten alıyor. Herkes oraya taşınıyor. Koleksiyonerler, müzeler, galeriler…
Ama meselâ, son 10 yıldır ben Los Angeles’a da çok sık gidiyorum. Orada bir atölyem var. Oradaki olay da inanılmaz! New York’ta galerisini açmış olan herkesin, orada da galeri açtığını gördüm. Mutlaka bir şube açmak istiyorlar. Çünkü para orada dönüyor. Şimdi aynı şey Hong Kong’da, Dubai’de de var. Abu Dabi’de var. Sanat parayı takip ediyor.
O zaman da New York’ta öyle bir dönem vardı. Ömer Uluç’un, Mehmet Güleryüz’ün kendini keşfetme çalışan başka insanların oraya gitmesi, havasını koklaması gerekiyordu. Ben de biraz ondan orada olmak istedim zannederim. Neden Londra değil, New York?
Belki biraz da aynalama yapmak istersek, Ankara hikâyenize kıyasla, İstanbul nasıl bir yer?
Moni: İstanbul sürprizlerle dolu. Hoşuma gidiyor. Daha önce bu kadar ilginç bulmazdım. Yeni keşfediyorum tabii. Ankara’da yedi sekiz yıl, oradan New York, ama İstanbul’a geçseydim farklı şeyler elbette yaşıyor olabilirdim. Biraz şans tabii. Tabii İstanbul Ankara’ya göre her anlamda daha çok zengin. Tarihsel, kültürel, popülasyon olarak, aktif, renkli. Ama bu tamamen hayatla ilgili. Ama şu aşamada herkes İstanbul’dan kaçarken, ben mutluyum tabii. Biraz da ne istediğimi bilerek geliyorum. Kaçabilecek bir yerim var. Kendime burada bir hayat kurmaya çalışmayacağım, sadece kendimi ifade edebileceğim alanları keşfetmek, birlikte proje yapabileceğim insanlarla iyi zaman geçirmek… Yeni işler üretmek, paylaşmak için ideal bir yer. Tabii bienal çok güzel, çok da beğendim. Yemek olarak da çok zengin.
Moni Salim Özgilik, Party sergisinden görünüm, Töbank Sanat Galerisi, Ankara, 1990. Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Bora Gürdaş’ın metnine de atıf yaparsak, Avrupa sanatına da kendinizi kapamadığınız görülüyor. Öyle mi?
Moni: Tabii kitapta da yazıyor, cebimde 500 dolar ile sanat öğrencisiyken tüm Avrupa’yı gezmişliğim oldu. Zaten o dönemler yurt dışına çıkmak hayaldi. La Guernica’yı görmek meselâ… O zaman, bugünkü kadar problem yoktu. Meselâ ben o zamanlar giderken, hatırlıyorum, Yunanistan istemiyordu, Yugoslavya istemiyordu… Bir tek Benelux’e vize almıştım. Almanya’ya vize için başvurdumsa da onlar da vermediler. Ben sanat öğrencisiyim, nasıl gideceğim, nasıl vermezsiniz diye kapıyı çarpıp çıkmıştım.
ABD’ye giderken ise çok güzel bir portfolyo hazırladım. Sanatçıyım dedim, bir sergi angajmanım vardı. Dönemin UPSD’sinden yazı aldım. Buraya, İstanbul’a gidip gelirdim. Başvurdum. Sorgusuz sualsiz vizeyi verdiler. Hakikaten bugün de epey soruluyor.
İstanbul aynı anda hem Paris, hem Venedik ve hem de New York olmaya çalışıyor. Garip bir yer. Dolayısıyla ben burada bir tür kültürel gecekondulaşma eğilimi buluyorum. Buna olumlu anlamda bakınca, dünyanın sanat piyasasının dikeyliğine karşı Türkiye ve İstanbul’un yatay üretim ve yayılma karakterine siz nasıl bakıyorsunuz? Daha sivil, sözde fakir ama gönlü, deneyimi zengin bir yerdeyiz.
Moni: Çok doğru, bu galiba biraz da iletişimin, kurumların hızı ve gücüyle alakalı. Bir yere ulaşmak çok kolay, sanat pratiği eskiye göre çok daha yaygınlaştı. Her ne kadar değişik eleştiriler yapılsa da, küratörlük müessesesi, bu işi hızlandırdı. Sanatçılar için en zor olan şey, kendilerini pazarlamaktır. Küratörler onu biraz kaldırdılar. Belki, o işin kötü tarafları da vardır ama küratörlerin ellerinde hep bir portfolyo oluşturma derdi var. Onlar da daha fazla şeyi görmek, daha fazla sanat etkinliklerine katılmak istiyorlar. Bazı sanatçıların atölyelerine gidiyorlar. Bu eskiden hayal bile edilmezdi: Abu Dabi’de sergi açmak! Şimdi daha da olabiliyor. Kurumlar buna para yatırıyor ki bunun da etkisi var.
Dolayısıyla pozitif anlamda gecekondulaşma tabirini ben de beğeniyorum. Örneğin bir yandan şu anda Lübnan etkileşimli bir bienalimiz var. Bir taraftan, New Yorkvari bir etkileşimle, eski mekânları sanat olaylarına açmak beklentisi var. Bir taraftan herkes gelebiliyor. Bir şehrin sunabilecek çok şeyinin olması lâzım. Sadece sanat için kimse gitmez. Meselâ hep merak ederim, Abu Dabi’de bunu gördüm. Tamam, Louvre Abu Dabi filan ama, dışarı çıkınca yapacak işin az. İstanbul’un, New York veya Paris’in şansı daha fazla. Ama onlar da daha farklı büyütüyorlar. Örneğin Las Vegas. Orası da tamamen yapay bir dünya ama, onu da değişik yollarla doldurmaya çalışıyorlar. Değişik etkinlikler, yaşama tarzlarıyla bunu sunuyorlar.
Moni Salim Özgilik, Sakalın Hikâyesi, performans, Ankara, 1989
Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Kitapta yazarların ve sizin sürekli ortaya koyduğunuz bir mesele de ortaya çıkan yapıtların mülkiyeti konusu. Sizin ayak izinizden yaptığınız çıkartma ile eseri neredeyse iterek, ‘ben bununla yaşayacağımı yaşadım,’ demeniz önemli geliyor. Bu, bizi kitabın yayıncısı Salt’ın duruşunu sorgulamaya da sevk ediyor: Salt ne tam anlamıyla bir müze, ne bir piyasa galerisi, ne bir akademi. Tek bir şey değil ama her yerde… Elbette burada Salt ile sizin arşivselliğinizin kesişmesini de konuşabiliriz. Burada Sezin Romi’ye de danışmak isteriz.
Moni: Evet, sanat bir üretim, bir iş. Güzel bir eser. Tamam, alınabilir, satılabilir. Beğenilebilir. Ama etrafındaki spekülasyonlar çok komik. Bunun, sanatı domine etmesini çok haksızca buluyorum. Bu çok da manipülatif bir şey. Yeni insanlar, sanat dünyasına girmeye çalışanlar adına negatif manada yönlendirici bir faktör.
Bir de şöyle bir şey var: Ortada teknik bir zorluk var. Sanatçı üretmeyi sever. Meselâ benim en nefret ettiğim şey, yaptığım işleri bir yerde tutmak, saklamaktır. Hiç olmadı yaptığım işi hediye ederim ki, hiç olmazsa o insan ona bakar, güzel bir yere asıp, dikkat eder. Ben ise onunla yaşamak istemem. Yeni şeyler yapmak isterim. Bunun bir yere gitmesi lâzım. Bu yüzden ben sanatta deneyimselliğe çok önem veriyorum. Bu bana daha cazip geliyor. Bir şeyi (Tıpkı Sakarya Destanı’nın parçalarını izleyene dağıtmak gibi) birlikte deneyimlemek. Deneyimin kendisi. Bir tablodan daha önemli.
Sezin Romi: Arşiv meselesine girecek olursak, proje zaten, arşivden yola çıkarak oluştu. Salt’taki derdimizi bilirsiniz, her zaman bilinmeyeni, göz ardı edileni öğrenmek üzerine bir yaklaşımımız oldu. Bu araştırmalarda da böyleydi. Bir konuda kitap yapacaksak, önceden yapılmış kitapları tekrarlamak değil, özgün, yeni bir şeyi koymak üzerine bir yaklaşım sergiledik. Moni, benim bildiğim bir isim değildi, ilk kez Vasıf (Kortun) Bey aracılığıyla Moni ile tanıştım. Baktığımızda sadece 1989’da yaptığı bir sanatçı kitabı var ki, bu da aslında bir portfolyo niteliğinde. O döneme kadar yaptığı işleri, manifestoları ile bir araya getiriyor. Elimdeki tek şey buydu.
Burada, değerli olan şey, bu işi Moni ile beraber gerçekleştirmek. Zaten kendisinin küçük bir arşivi var. O arşivde işlere ait dokümantasyon var, ama hepsini de kapsamıyor. Çünkü yaptığı, icra ettiği işler daha çok happening ve performans ağırlıklı. Doğası gereği daha kırılgan ve her ikisi de kayda alınmadı. Moni’nin küçük bir arşivi var. Genelde arşiv deyince ‘Hacmi çok büyük şeyler değerli’ gibi bir algı da oluşabiliyor. Böyle bir şey de yok. Bazen tek bir belge, küçük bir arşiv de çok aydınlatıcı olabiliyor. Burada Moni’nin işlerini öyle ortaya çıkardık. Çünkü hafıza zayıflıyor. Hatırlanamıyor. İyi ki onlar vardı. İyi ki o sanatçı kitabı bize yol gösterdi. Bununla birlikte Salt’ta eşzamanlı bir performans araştırması da yürüdü. Sonrasında ‘Sahnede ‘90’lar’ da ilk kez sanatçı olarak katıldı. Derken ben yine arşivden yola çıkıp, kronolojiyi inceledim. Burada da Hacettepe Üniversitesi ve kampüsteki çok yönlü öğretim, üretim karşımıza geldi. Resim, duvar resmi, müdahale, atık objelerle yerleştirmeler bize çok yol gösterici oldu. Bu koşullarda, bilinmeyen bir kimse üzerine yazı yazılmasını talep etmek de çok zorlayıcı. Moni’nin manifestoları burada önemli ve kritik bir rol oynadı.
Kendisinin bir Ankara pratiği var. Performans ve Happening üzerinden ben bunu ortaya çıkardığımız için Salt ve kendi adıma çok mutluyum. Çünkü bu yeni araştırmalar adına da bir başlangıç. Zira kitap, Moni’nin pratiğini ele alırken, aslında performans sanatı üzerine de bir kaynak haline geldi
Moni: Evet, gerçekten benim de en mutlu olduğum konulardan biri de esasında bu. Türkiye performans tarihi adına da karşılaştırmalı bir okuma ve referans kitabı oldu. Benim yerleşik sanat ortamına, koleksiyonerine karşı tabii ki anarşist bir tavrım da oldu, tabii ki biraz da sosyalist bir gençliğin üyesiyiz o dönemde. Etrafımızda, 1980 darbesinin hemen sonrasında bir üniversitede olmak gibi bir durum var ki, bugünkü durum gibi değil. O zamanlar koskoca Hacettepe’ye gelen 50 kişi bile kampüse kendi arabasıyla gelmezdi. Hayata politik açıdan başka bakardı, içkisi, uyuşturucusu yoktu. İyi kötü diye söylemeyelim ama politik farkındalık, mesleğe ilgi ve bir şey olma, orada devam etme arzusu daha yaygındı. Bunların etkisi daha önemli diye düşünüyorum.
Bir sanatçı olarak, popüler olanla da münakaşa ettiğiniz anlaşılıyor. Popüler olanın meşruluğu meselesine adeta bodoslama dalan işleriniz bulunuyor. Öte yanda da görece elit sınıfın, küçük burjuvanın elindeki sanat ve sanatçının araçsallığı ile de kavgalısınız. Bu kurum ve krizleri reddettiğiniz için, deyim yerindeyse halka ulaşmak adına da adeta gönüllü, organik bir aktarımda bulunuyor, adeta bir tür işportacılık yapıyorsunuz. İzleyene, köylülerin sattığı organik meyveler türünden bir serbestiyeti veren nice eyleminiz ve eseriniz bulunuyor. Buradaki gönüllülüğünüzle, halka bir tür emanetçi gibi inançla yaklaşıyorsunuz. Zira o günlerde her şey tezgâhta. Bilgi de, görülen de tümüyle ikinci, üçüncü kaynakta ve inorganik. Buna ne dersiniz?
Moni: Hayatını devam ettirebilmek için, bilmem ne kurumundan kabul görmek veya resim satmak zorunluluğu olmadığı zaman, insan çok daha özgür hareket edebiliyor. Ben, hep bunu daha fazla çalışarak ödedim. Yani bir şeyler satayım, yapayım, kendimi beğendireyim yerine, kendi paramla istediğim gibi sanat yapmak istiyorum. İşte dolayısıyla ki bunu New York’ta da yaptım, işportacılık o işte. İstenilen, bilinen, popüler çerçeveye oturtma zorunluluğu olmadan, bildiğim gibi olmasını düşündüğüm gibi yapabilme özgürlüğü bence çok önemli. Böyle düşündüğün zaman, bugünkü sanatçılar acaba ne kadar özgürdür?
Bienallere de bu meyanda birer halk pazarı gibi bakıyoruz. Küratörler de oranın zabıtaları gibi davranıyorlar. Birinci, ikinci, üçüncü dünyadan toplanan zihinsel, siyasal, grafik ve kültürel ürünlerin takası bienallerle yapılıyor. Bu anlamda dikkat ederseniz Türkiye’de de bir bienal enflasyonu yaşanıyor, bu hayırlı mı?
Moni: Bence hayırlı. Çünkü örneğin, Los Angeles’a bakıyorum, Salt gibi en az 25 kurum var. Böyle olunca her kurum senede bir iyi şey yapsa, izleyici senede 10 iyi çalışma görebiliyor. Ben o anlamda niceliğe de inanıyorum. Böylece aramızdan da yeni, ilginç şeyler çıkabilsin. Evet İstanbul iyi, güzel, hoş ama sınırlı. Herkes birbirini tanıyor. Mekânlar da, güçleri de belli. Finansal olarak neler dönüyor bilmiyorum. Sanat alımı oluyor mu bilemiyorum.
Bu anlayışla Salt’a sizin özelinizde yapılan, mimarlıktan sinema tarihine, güncel sanattan sosyolojiye nice özel arşiv bağışlarına da baktığımızda bunun bir tür geri dönüşümcü tarih refleksine dayandığı düşünülebilir mi? Zira sivil kurum veya imza bunun resmiliğini değil, gayrıresmîliğindeki sahiciliğin korunmasından yana tavır alarak Salt’ın kapısını çalıyor, böyle düşünebilir miyiz?
Moni: Bu bir model, değişik versiyonları var. Yine zenginlere bakarsak, müzelere yapılan bağışlar da çok ilginç bir konudur. Bienallere dönersek, birincisi daha fazla mecranın olması, izleyenlerin bakış açısını değiştirir. İkincisi, insanların kendilerini ifade etme şansı olur. Daha çok insana şans verilir. Veya İstanbullu bir sanatçı gider, Sinop’ta daha farklı düşünmeyi öğrenebilir. Dolayısıyla iyi diye düşünüyorum. Umarım daha oturaklı biçimde ve daha fazla yerde olabilir.
Erken 1990’larda, TÖBANK sergileri, Ankara’daki Parti ve İstanbul’daki Büyü’ye bakınca, soyut motifleri olan levhaları devasa birer kalkana da benzettim. Sarının, yeşil ve kırmızının ağırlıkta olduğu levhalar…
Moni: Tamamen tesadüf, biraz da elde ne varsa, ondan oluyor.
Kendinize hoca bellediğiniz nice figür de kitaptan hareketle anılabilir. Bu kişilere yabancı değilsiniz. Türkiye’nin avangart sanat tarihini de çok umursadığınız görülüyor.
Moni: Evet, kesinlikle. Kimin ne yaptığını merak ediyorum. O dönemde Okay Temiz’i Manastır’da dinlerdik, Bedri Baykam’ın atölyesi, Serotonin sergileri, hepsi o kadar yaygın olmadığı için kolay hazmedilebilir durumdaydı, işler bugünkü gibi yaygın da değildi.
Moni Salim Özgilik, “Bir Beytepe Düşü”, müdahale, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, 1988. Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Kitaptan hareketle sizinle Picasso arasında garip bir yakınlık hissine kapıldım. Bu bir iltifat mı, yoksa hakaret olarak mı alırsınız? Zira kendisi bir yapıtı ürettiği sırada bile çoktan birkaç yapıtının taslağıyla ve hatta kendisiyle meşgul, üretken bir eylemci olarak anılır, bize de bu eylemlerin izleriyle meşguliyet düşer. Oysa çoktan gitmiş, başka âlemlerdedir. Ne dersiniz?
Moni: Bizi şekillendiren insanlar aslında bu insanlar, biliyor musunuz? Bunu söylemeniz aslında çok hoşuma gitti. Çünkü ben bir Picasso, bir de Leonardo’ya bayılırım. Leonardo’yu okudukça, savaş makinesi tasarlayan, anatomiyle uğraşan bir kimse olduğunu gördüm. Yine Jeoloji Mühendisliği okuyordum, Ankara’da da bir taşa ismini ilk verenin de Leonardo olduğunu öğrenmiştim. Müthiş hoşuma gitmişti. Picasso da öyle. Der ki, “Ben herkesi taklit ederim, kendimi asla!” Aklımda böyle bir şey kalmış. Hızlı üretmek, birinden etkilenmek ki eve gider, yaparım, farkında olmadan bile bir şey çıkarırım. Bunun ifade biçimi ne ise, bence öyle bir dürtüden ileri geliyor. Yoksa hadi bakalım bunu yaptık, nasıl koruyacağız, kime satacağız vb. başka bir dünyanın işi. Ben hızlı ürettiğim için, gelip geçici şeyler ürettiğimden, bununla çok fazla derdim olmuyor. Bu şekilde de daha fazla projeyi hayata geçirme şansı buluyorum.
Yine Picasso gibi, işlerinize yakınlık gördüğüm, özerklik ve espriyi çok iyi kullanan Marcel Broodthaers’i de sizinle yaklaştırabiliriz. Espri ve ironiyi çok iyi kullanıyor. Bunun gibi tarih ve özerklik ile ciddi meseleleri olan Jackson Pollock ve Abidin Dino’yu da işlerinizde var sayabiliriz. Bunları anıyoruz, zira işlerinize ilk bakışta geç 20. yüzyıl veya erken 21. yüzyıl çıkışlı oldukları düşünülse de, biraz içine girdiğimizde, bunların sanat tarihine ne kadar sadık olduğu aşikâr hale geliyor, doğru mu?
Moni: Kesinlikle, baştaki akademili veya alaylı olma meselesine gelirsek, ben Dino’ya, Muallâ’ya bayılırım. Zaten Picasso, babası resim öğretmeni sanıyorum. Daha beş altı yaşlarında müthiş ördek resimleri, insan figürleri… Konu neyse, marangozsanız bile, ahşabın tarihini ne kadar bilirseniz, o kadar iyidir. Bence sanatçıların da sanat tarihini iyi bilmesi gerekiyor. Ha, burada başka bir sorun var: Sanat tarihini kim yazdı? Ama buna karşı olabilmek için, bunu da bilebilmek lâzım!
Yani, 14. yüzyıl’da Çin de vardı, Hindistan, Afrika… Yani Afrika’da sanat olduğunu biri Paris’e dört maske getirince mi fark ediyoruz? Ya da Gauguin Bahamalar’a gidiyor. Fovizmi oluşturup çıkarıyor. Burada çok art niyetli ve cahilce bir durum olduğunu da düşünebilmek için, onu yaşaman gerekiyor.
Moni Salim Özgilik, Pislik, mukavva kutular ve boya, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Ankara, 1988 Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Aynı anda belki Art Brut de sizin için ilham kaynağı olabilir. Delilik ve çocuksuluk arayışıyla, oyun kaygısıyla sizi anabiliriz. Bu anlamda Sezin Romi ile kitaptaki söyleşinizde vahim bir ifadeye de başvuruyor, “New York’taki sanat ortamının ne kadar içe kapanık olduğunu,” beyan ediyorsunuz. Bu bir lobi faaliyeti ise günümüzde de sürüyor mu?
Moni: Kesinlikle müthiş bir lobi var ve o lobi, ırkçı bir lobi. Meselâ Türk olmanın hiç bir ilginç tarafı yok. Şu anda İranlı, Arap-Suriyeli veya Queer olman gerekiyor. Çünkü popülizm böyle istiyor. Herkes para ve şöhret peşinde. Herkes önemli bir galeride olmak istiyor.
Ama aynı zamanda da kitaptan öğreniyoruz ki, Milliyet Sanat’ın yanı sıra, geçmişte Arrademento veya Hürriyet Gösteri gibi yayınlara da yazarlık veya temsilcilik yapıyorsunuz. Buradan şuna gelebiliriz: Bilerek veya bilmeyerek bir sanat eleştirmeni haline geliyorsunuz.
Moni: Evet, o zaman çok daha düzenli bir şekilde yazıyordum.
Sezin Romi: Bir de orada, unvanı Sanat Tarihçisi olarak da geçiyor. Arrademento da böyle. New York’a gittiğinizde Müzecilik alanında yüksek lisansa başlamanızı da burada anabiliriz. Sanatı icra ederken bir yanda da tarihini öğrenme kaygınız olduğunu belirtiyorsunuz. New York ile Türkiye-İstanbul arasında bir bağlantı kurmak, buradan oraya gidenlerle bir komünite yaratmak da amaçlarınız arasında.
Moni: Evet. Onun için Talât Halman’dan Ahmet Ertegün’e herkese ulaşmaya çalıştık, bağış topladık.
New York demişken, akla Broadway geliyor tabii. Hatta Off-Broadway ve ondan da öte Off-off Broadway gibi dalga alanları. Bu açıdan performans ve happening de sahne ve gösteri sanatlarıyla iç içe gibi geliyor. Zira siz kamusal alanda halkı çaktırmadan örgütleyen bir rejisör gibi de hareket ediyorsunuz. Doğru mu?
Moni: Evet, bence sanatın da yapmaya çalışması gereken o. İnsanları başka türlü işin içine nasıl katarsınız? Bir sürü yöntemi vardır. İnsanlar resim sergisinde de bir etkileşimde olabilirler. İnsanların içinde onlardan esinlenip, birlikte bir şey ortaya koymak, bir sahneleme gibi. Orada bir koreografi yapıyorsunuz diyorsunuz ki evet, bence önemli alan o. New York’ta şöyle bir şey var: İstanbul’un 100 katı bir sanatçı etkileşimi. Örneğin bir restorana gidiyorsunuz. Bir garsonla tanışıyorsunuz. Aslında ben sanatçıyım diye söze başlıyor. Zaten öyledir, şairdir, aslında müzisyendir. Herkes yaşamak adına bir yerlerde çalışıyor ediyor. Gerçekten etrafında çok yaratıcı kimseler var. Böyle bir etkileşim içinde yaşadığımız için, o bizi pişirdi diye düşünüyorum. ‘Movement’ gruplarında bulunduğum da oldu. Bir parçası olmak içindi. Yoksa buradan şuraya yürüyeyim diye değil. Bu, insanı büyütüp, başka yerlere taşıyabiliyor.
Moni Salim Özgilik, Daha Dün Annemizin, yağlı boya duvar resmi, 200 × 120 cm, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, 1988. Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Haberleri takip ederken eserlerinize ilham alır mısınız?
Zaten seyahat etmenin, etkileşimde olmanın en büyük özelliği bu değil mi? Bir şey çarpıyor, uyarıyor sizi. Bir yerden geçiyorsunuz. Bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Bu bir paragraf da, sorun da, mimari obje de olabilir.
Ankara’da 1989’da alt geçitte yaptığınız ‘Mutatis Mutandis’ performansına baktığımda yine aklıma Walter Benjamin’in Pasajlar’ı geldi. Buradaki ‘işportacı’ eylem de aslında özgürlüğün sınırlarını yokladığınız bir performans değil midir? Siz orada aylaklığı yeniden kazanmaya çalıştınız.
Moni: Kesinlikle. Zaten Benjamin’i de yoğunlukla okuduğum bir dönemdi bu. O zamanlar mekânların da çoğu kapalı ve aşırı simgeseldi. Hani bir durum vardır: Her şeye bakılır ama yapılmaz, ölür, gider. Ben, öyle bir mekânı keşfedip ona hayat verme, ondan istifade etme gibi bir şeyin çıktığını düşünüyorum. İşportacıların da yaptığı bu değil midir?
Süreyi size bıraksak, soru olmaksızın bize ne anlatırdınız?
Moni: Aklımdaki bir işten bahsedebilirim. Şu aralar Asur Medeniyeti üzerine okuyorum. Hiç bilmediğim, bize öğretilmeyen, beklemediğim şeylerle karşılaşıyorum. Tüm kutsal kitaplardan önce neler olduğunu görüyorum. Bu anlamda Sardanapal isimli, Asurluların son Kralı gibi bir figür var. Asıl adı Sardanapalos olan bu kişilik, Lâle Devri gibi bir dönemde yaşayan, müthiş bir savaşçı da. Babillerle yüzyıllarla süren savaşları sırasında, şaşaa içinde yaşarken, güçlü annesi Semiramis’le de olduğu dönemde, şehrin teslim olmaması için, krallığın kıymetli bütün kostümlerini ve zenginlik ürünü tüm eşyalarını topluyor. Aromatik ağaçlardan büyük bir ateş yığını yapıp, teslim olmamak için bunu yakıyor. Ben bunu başka yerde yapmak istiyorum. Bu, tüm kültürlerde de olan ve yeni bir şeyin başlangıcına sebep olan bir şey.
Bu da Ankara’da kamusal alandaki geçmiş işiniz “Kültür Ağacı”nın bir türevi aslında. Dokunulmaz yayınlardan türettiğiniz ağaç.
Moni: Kesinlikle. Meselâ şimdi Kaş’ta yaşıyorum ve Kınıklılar için de böyle bir şey söyleniyor. Kimse teslim olmamış ve intihara meyletmişler. Eminim bu Çin’de de vardır. Bu bir devir teslim durumu. Ama iradi, güçlü, rengârenk bir devir teslimden söz ediyoruz.
Moni Salim Özgilik, Kültür Ağacı, bir ağaçta asılı muhtelif gazete ve dergiler, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, 1988. Salt Araştırma, Moni Salim Özgilik Arşivi
Koşullar uygun olsa, bugün yine bir “Kültür Ağacı” yapar mıydınız?
Moni: Değişik, harika bir versiyonu yapılabilir. Ben de o işi gerçekten çok severim. Şimdi de maalesef böyle. Hani hikâyedeki gibi, adamın teki hapse düşer, gardiyana sorar, şu kitap var mı der… Gardiyan bulamaz, ama mahkûma, kitap yok ama yazarı içerde olabilir, ben bir bakayım der.
İ.M.Ç. Projesi için neler söylerdiniz?
Sezin Romi: Aslında Moni uzun zamandır iş üretmiyor. Bu kitap da arşiv çalışması ile başlamıştı. Kendisi kendini de tekrarlamayı da seven biri değil.
Moni: Hayata hiçbir zaman sanatsal bakmayı unutamıyorsunuz. Bizim hocalardan birinin de dediği gibi o virüs girdi mi, bir daha çıkmıyor. Yoğun üretim döneminden bu yana, arşivimi oradan oraya hep taşıdım. Bu bana yeni bir heyecan verdi. İnsan dönüşüyor. Seri üretimi, modayı, sanatı, tasarımı hep bu dönemde öğrendim. Dalış yaptım. Kendimi daha yoğun hisseden biri olarak, kimi ilginç anekdotları bir araya getirerek hayat vermek konusunda müthiş bir heyecan duyuyorum. Mutlaka bir diliniz oluyor. Ama kesinlikle aynı şeyler olmayacak.
Yeniden üretmeye çalışmaktan çok mutluyum. Meselâ atölyelerimde de çalışırken her yana bir sandalye koyarım ki, farklı bakış açılarından görebileyim. Bu çok ilginç olur. Bunlar birbiriyle konuşan mekânlarda olacak. Zaten İ.M.Ç’yi seçmemizin de nedeni o. Birçok şeyin bir arada olduğu bir merkez.
Bir yerde makinenin parçası, öte tarafta kumaş, diğer tarafta kesici, öbür tarafta satıcı, güzel bir alanı var. Sanatsal anlamda da bir yoğunlaşma ile buna katkıda bulunmak istiyorum. Kendimi en rahat hissettiğim yerlerden biri. Hem malzemeye yakınım, hem yeterince espas var. Hem ortalıkta, hem gizli. Beni çok tanımlayan bir şey. New York’ta da Wiilliamsburg - Brooklyn öyleydi. Rahatlığı vardı.
Bilgi: saltonline.org


