Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Ayfer Tunç 'edebi saklılarını açtı
Aralık 2014
Ayfer Tunç 'edebi saklılarını açtı
"Karanlıkta Kelimeler", edebiyatımızın önemli isimlerinden Ayfer Tunç’a saygı duruşu niteliği taşıyan bir nehir söyleşi kitabı. Handan İnci'nin geçtiğimiz nisan ayında edebiyat hayatının 25. yılı kutlanan Ayfer Tunç ile bir araya gelip yaptığı söyleşilerde Tunç’un yazarlığından yaşamına, edebiyatla ilişkisinden Türkiye yakın tarihine birçok meseleye uğranıyor. Biz de Milliyet Kitap ekinin aralık ayı sayısında iyi edebiyatın yol haritasını iyi bilen usta isim Ayfer Tunç'u kapak sayfalarımıza taşıyalım istedik.
EKREM BUĞRA BÜTE
Ayfer Tunç, Türkiye yazın, yayın ve düşün dünyasının önemli kalemlerinden birisi. Kendisini gerek kaleme almış olduğu edebiyat yapıtları, gerek yayıncılık dünyasında aldığı görevler sebebiyle tanıyoruz. 2014 yılı ise Tunç için ayrı bir önem taşıyor. İlk kitabı “Saklı”nın yayımlanmasının ardından 25 yıl geçen yazar, bu çeyrek yüzyılı Can Yayınları’ndan çıkan son romanı “Dünya Ağrısı” ile selamlamıştı. Şimdi ise bir nehir söyleşi kitabıyla okurlarıyla buluşuyor.
“Karanlıkta Kelimeler”, edebiyatımızın önemli isimlerinden Ayfer Tunç’a bir saygı duruşu niteliği taşıyor. Handan İnci’nin gerçekleştirdiği söyleşide Tunç’un yazarlığından yaşamına, edebiyatla ilişkisinden Türkiye yakın tarihine birçok meseleye uğranıyor. Tunç’un hoşsohbetliği ve samimiyeti Handan İnci’nin sarih ve akıcı dili eşliğine eklenince ortaya okuması oldukça keyifli ve değerli bir kitap çıkmış. Kitabı edebiyatımızın sevilen yazarlarından birisini daha iyi tanıyabilmek için, yakın tarihimize yönelik bir yazara tanıklık etmek için ya da çok keyifli bir edebiyat sohbetine ucundan katılmak için okumak mümkün.
Bir edebiyat lunaparkı
Diğer yandan kitabı başarılı bir nehir söyleşi kitabı örneği olarak da değerlendirebiliriz. Son dönemde sayıları giderek artan bu türün kendine has bir okur kitlesine sahip olduğu söylenebilir. Türkiyeli okurun pek de rağbet göstermediği biyografi ve anı gibi türlerin aksine ilgi çeken bir tür. Birkaç farklı türü kapsayan ya da onların üstüne oturan, melez bir yapısı var nehir söyleşinin. Hem biyografi hem de otobiyografi. Hem röportaj hem de anlatı. Söyleşinin gidişatına göre aralara serpiştirilmiş kutuları, kurgu metinleri ve fotoğrafları da eklersek çok yönlü bir edebiyat lunaparkı hazzını yaşıyor olmak hiç de abartılı bir tasvir olmaz herhalde. Bu örnekte Ayfer Tunç oturuyor yan koltuğumuzda. Diğer tarafta ise Handan İnci var. Hoş bir sohbetin arasında, dinleyici olarak oturuyoruz. Şu fâni okur daha ne ister...
“Karanlıkta Kelimeler” elbette Ayfer Tunç ve hayatıyla ilgili. Bu tarz kitaplardan ezbere şekilde beklediğimiz 'dönemin koşullarını yansıtma' tanıklığını da gayet yalın bir biçimde beceriyor. Tunç’un gözünden pek çok olaya, yaşanmışlığa, toplumsal koşula tanıklık ediyoruz. Ancak kitabı önemli kılan esas unsurlardan birisi, bir yazarın, Ayfer Tunç gibi bir yazarın dünyasına kapılar açması. Yazarın yazarlıkla, yazma edimiyle, kendisiyle, hayatla ve mekanlarıyla ilişkilerini birinci ağızdan dinlemek insanda hoş bir sohbetin bıraktığı lezzeti bırakıyor. Edebiyatçıların tamamıyla ilgili belki de en çok merak edilen şeylerin birçoğuna temas etmek mümkün kitapta.
Elbette yazarlık ve yazma deneyimleriyle olduğu kadar Ayfer Tunç’un kişisel tarihiyle de içli dışlı oluyoruz. Geçmişten bugüne birçok anısından bahsediyor Tunç. Mardin’de geçen çocukluk yılları, İstanbul Siyasal’daki üniversite hatıraları, edebiyat dünyasına giriş, yazar olmaya dair anılar, günümüz yayıncılık dünyası, sosyal medya ve tabii İstanbul... Hepsinden bir şeyler yakalayabiliyoruz. Bunlar arasında özellikle dikkat çeken özel anılar da var. Turgut ve Tomris Uyar’la nasıl tanıştığı, ilk kitabını nasıl yayımladığı, gazetecilik ve yayıncılık dünyalarına nasıl girdiği gibi anılar ilk akla gelenler.
Yukarıda bahsetmiştim, kitapta Handan İnci ve Ayfer Tunç’un keyifli sohbetleri yer almıyor yalnızca. Söyleşi, araya serpiştirilmiş ek metinler ve görsellerle destekleniyor. Tunç’un çeşitli dönemlerden fotoğrafları, üniversite öğrenci kimliği gibi kendisine ait belgeler, çalıştığı yerlerin ya da sevdiği yazarların görselleri, yıllar boyunca kaleme almış olduğu ya da kendisi hakkında yazılmış olan birçok yazı kitap boyunca ana metne eşlik ediyor. Bu, nehir söyleşi formatında alıştığımız bir düzen ama bu örnekte başarılı bir şekilde uygulandığını belirtmek gerek. Bilhassa ek metinler (öyküler, gündem yazıları, notlar) yerli yerinde, sohbetin gidişatına paralel biçimde iliştirilmiş. Bu durum hem okuma deneyimine derinlik katıyor hem de kitabı bir söyleşi kitabından bir adım öteye taşımayı başarıyor. Bu titiz çalışma için Handan İnci’yi kutlamak lazım.
Tunç'un objektifinden
Tabii yazarla yapılmış bir nehir söyleşi çok fazla başka yazarı, düşün insanını, edebiyatçıyı da kapsıyor. Tunç’un objektifinden hepsine uğruyor, hepsiyle temas ediyoruz. Max Frisch’ten Orhan Pamuk’a, Edip Cansever’den Milan Kundera’ya kadar sayısız büyük isme uğruyoruz. Bu konuda hiç de cimri davranmamış Ayfer Tunç. Etkilendiklerinden, sevdiklerinden cömertçe bahsediyor. Öyle ki, tüm kitabı bir edebiyat sohbeti olarak okumak bile mümkün.
Uğranılan yazarlar arasında kimilerinin başka bir konumu var Ayfer Tunç için. Handan İnci’nin “Kimin kumaşındansın?” sorusunu “Leylâ Erbil” diye yanıtlıyor mesela, “Başka malzemeler de karışmış bana,” şerhini düşerek. Edip Cansever içinse “Hiç şiir yazmadım, denemedim bile. Tabii şiiri Edip Cansever’den öğrendiyse insan utanır, taş olur yazmaya kalkarsa,” diyor. Diğer yandan 'edebiyatta bir familyadan, bir ruh akrabalığından' söz ettiği bir kısımda Leylâ Erbil ve Edip Cansever’in yanına 'yabancı bir dilde yazan ruh yakını' olarak da Max Frisch’i ekliyor. Başka bir yerde de “Bana kendimi gösteren yazarlardan biri” olarak niteliyor Frisch'i. Bu anlamda kitap boyunca da sık sık uğradığımız, güvenilir bir referans noktası izlenimi bırakıyor Frisch. “Stiller”i, “Günlükler”i bir daha okuma isteği uyandırıyor insanda. Tabii ki bunlara çok sayıda isim de ekleniyor: Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Tomas Bernhard, Franz Kafka...
Dün, bugün ve yarın
Doğan Hızlan bu yıl içerisinde kaleme aldığı bir yazısında şu ifadeleri kullanmıştı Ayfer Tunç için: “Ayfer Tunç, toplumsal dönüm noktalarını, yaşamımızın dokunulması gereken özelliklerini işlemiştir eserlerinde. Onun kitaplarını okuyanlar hem bugünün iyi bir edebiyatçısını okumuş olurlar hem de yarının edebiyatının nasıl bir doğrultuda ilerleyeceğinin ipuçlarını bulurlar.” Hızlan’ın bu tespitine artık Tunç’un kendi düşüncelerini eklemek de mümkün “Karanlıkta Kelimeler”in yayımlanmasıyla birlikte. Zira birçok şeyin yanında günümüzle, bugünle, 'bugün yazmak'la alakalı çok kıymetli, ilginç düşünceler akıyor kitap boyunca. Üstelik hem zamanın ruhunu gözeten hem de zaman dışı olabilen bir üslupla.
Tüm bunlarla bilikte kitabın bilhassa Ayfer Tunç okuru için paha biçilmez olacağını da söylemek gerek. Yalnızca yazarın yazma serüveni, yaşadıkları ve düşündükleri değil, aynı zamanda tek tek her bir kitabının nasıl yazıldığına dair de birçok ipucu var. Handan İnci hiçbir detayı kaçırmamaya özen göstererek, her bir kitabını tek tek soruyor yazara. Dolayısıyla yalnızca yazarın kendisi ve personası hakkında değil, kitapların kendi serüvenleri hakkında da birçok şey öğreniyoruz.
Diğer yandan edebiyatla ilgili, ancak edebiyat dışı bir kitap okuduğumuz için yazarın 'kendisini' dinleme şansını da buluyoruz, ki bu, edebiyat okuru için her daim merak edilen bir husus olmuştur. Yazarın politik meselelerle ve Türkiye toplum yapısıyla ilgili düşüncelerini de görmek mümkün, ki bu da Ayfer Tunç gibi daha çok edebiyatıyla anılan bir yazar için oldukça kıymetli. Ayrıca gündelik hayatından birçok detay ya da sinema ve müzikle kurduğu hafif mesafeli ilişki de yer alıyor satır aralarında. Hayatın her bir kısmında hasret kaldığımız tevazuyu ve kendine yönelik farkındalık özbilincini cümlelerde yakalamak insana haz veriyor.
“Karanlıkta Kelimeler”, Türkçe edebiyatın önemli yazarlarından birisine yönelik bir nehir söyleşi kitabı. Okuruna karşı cömert, dürüst ve samimi üslubuyla dikkat çekiyor. Ayfer Tunç’un dünyasının birçok noktasına uğrayarak yazarın kendisine bakışına ve kendisini anlatmasına tanık oluyoruz. Ya da ondan ödünç alarak düzeltirsek: “Frisch’in dediği gibi, kendimi anlatmıyorum, yalnızca ele veriyorum.”
Ayfer Tunç kimdir?
1964 Adapazarı doğumlu olan Ayfer Tunç, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler fakültesi’ni bitirdi. Edebiyatla ilgilenmeye başlayıp çeşitli dergilerde yazılar yazması da bu döneme tekabül ediyor. O yıllardan beri de yayıncılık dünyasının içinde. 1989 yılında gazeteciliğe başladı. Birçok dergi ve gazetede muhabirlik, yazarlık ve editörlük yaptı. Çok sayıda yayında yazıları yayımlandı. 2000’lerin başında da YKY’de yayın yönetmeni olarak görev yaptı. Diğer yandan bu yıllar içerisinde yayımlamış olduğu çok sayıda öykü, roman ve anlatı da onu edebiyatımızın dikkat çeken uğraklarından birisi haline getirdi. Kitapları birçok dile çevrildi. Ayrıca çeşitli film ve dizi senaryoları da kaleme aldı. 1989 yılında Yunus Nadi Armağanı’nı, 2003 yılında Uluslararası Balkanika Ödülü’nü kazandı. “Saklı”, “Aziz Bey Hadisesi”, “Taş - Kağıt - Makas”, “Ömür Diyorlar Buna” yazarın çok sayıda kitabından yalnızca birkaç tanesi. Son romanı “Dünya Ağrısı” ise aynı zamanda yazarlığının 25. yılını kutlamış olduğu 2014 yılı içerisinde Can Yayınları tarafından yayımlandı.
Kitaptan...
“Geçmişimiz geleceğimizdir”
“Benim edebiyatım hayat denen trende giderken bir anda bir duraklamanın edebiyatı değil. Trenin ve yolculuğun tamamını anlatmaya eğilimliyim. Hayattan küçük bir kesit anlatıcısı değilim. Karakterin geçmişine mutlaka giderim. Hep söylediğim şeydir. Geçmişimiz geleceğimizdir. Ruhsal travmayı kurcalamaya başladığında karşına aile çıkması kaçınılmaz. İnsan toplumun diğer birimlerinden, okuldan, işyerinden, askerlikten kaynaklanan travmaları daha kolay atlatır ama aile travmaları doğumumuzla başladığı için kişiliğimizi belirler.”
“İlmek ilmek bir dünya”
“Oğuz Atay üniversite hayatımın en güzel keşiflerinden biridir. Melih diye bir arkadaşım vardı, Galatasaray Lisesi grubundan. Bir gün elinde birkaç tane 'Tehlikeli Oyunlar’la geldi, ‘Alın bunu, iyi yazardır,’ diyerek kitapları bize sattı. Sinan Yayınları’ndan çıkmış, epeyce sararmış. Depodan çıkmıştı herhalde. Bunu Oğuz Atay’la ilgili bir yazımda yazdım. Böyle böyle bir dünya kurduk biz, ilmek ilmek. 12 Eylül karanlığının tek faydası içimize kapanıp kendimizi ve iyi edebiyatı keşfetmemiz oldu. Kendi kıymetlerimizi ellerimizi kanatarak bulduk.”
“Gerçekle zorum var”
“Ben kurmaca yazarıyım ama yazdıklarımın bir yerinin mutlaka gerçeğe değmesini isterim ya da gerçek hayatın bir ânı, bir sözü beni yazmaya iter demek daha doğru. Öte yandan gerçekle de zorum vardır, deforme etmek isterim, alışılmışın dışındaki form etki yaratır, bizi gerçek hakkında düşündürür.”
"Dört saat karakolda kaldım"
Çok tartışılır, Kafka Almanca değil de Çekçe yazsaydı bu kadar tanınır mıydı ya da Kafka ayarında olduğu söylenen Bruno Schulz Lehçe yerine Almanca yazsaydı dünya çapında bilinir miydi diye. Bence mesele edebiyatı içeren kültürün toplumsal bir ihtiyaç olup olmamasıyla lgili. Kültür, medeniyet arzusu, hak, özgürlük, adalet talepleri bütün bunlar iç içedir, birbirini geliştirir. Tarihimize bakarsak edebiyatın pek çok sosyolojik nedenle toplum tarafından ihtiyaç olarak talep edilmediğini görüyoruz. Talebi olmayan ürün gelişemez. Bugün bu durumun çok da değiştiği kanısında değilim. Eskiye oranla daha fazla kitap basılıyor, satılıyor olabilir ama iyi edebiyat yine bir avuç iyi okurun umurunda. Ekonomide bir ilke vardır. Tüketimi azaltılmak istenen ürüne ulaşmak zorlaştırılır. Mesela sigara tüketimini azaltmak için vergi konur, yaş sınırı getirilir, satan yerler kısıtlanır vesaire. Bizde kültür ürünleri adeta böyle. 12 Eylül’de lise sondaydım. Jandarmanın çantamda bulduğu bir Orhan Kemal romanının arkasında ‘eserleri arasında Nâzım Hikmet’le 'Üç Buçuk Yıl' vardır’ yazıyor diye dört saat karakolda tutuldum. Bizim tarihimiz bir korku tarihi. Korku sindirir, hayatı çoraklaştırır. Çorak bir toplumda edebiyatın da zayıf olması şaşırtıcı değil.
"Leylâ Erbil'i lisede okurdum"
“Okumalarım hiç kesilmedi. O gün kim çıkmışsa hepsini okurdum. Mesela Leylâ Erbil’i lisedeyken okuyordum. Adalet Ağaoğlu’yu, Füruzan’ı, Sevgi Soysal’ı, Tomris Uyar’ı lisede okudum. Ferit Edgü'leri, Vüsat O. Bener'leri o zaman mı okudum, hatırlamıyorum. Tezer Özlü’yü üniversitedeyken okudum yanlış hatırlamıyorsam, çok etkilendim. Sevim Burak’ı daha sonra. Sait Faik’i saymıyorum; çünkü başlangıçta müfredat yazarıydı benim için. Sait Faik’in hakkını geç teslim ettim ben. Ders kitabına alınan yazar uzak durulması gereken yazardı. Milli Eğitim onaylamış çünkü, Milli Eğitim hayırlı bir şeyi onaylamazdı, hâlâ onaylamaz. Cemal Süreya’yı hatırladım. ‘Sözgelimi okul kitaplarına girmez şiirim / Bütün çocuklar anlar da’ diyor bir dizesinde.”
“Okuyacaksın!”
“Benim kuşağımda hemen hemen her memur çocuğu, özellikle erkekler babalarından şu cümleyi duymuştur: Benim sana bırakacak hanlarım hamamlarım yok, okuyacaksın, hayatını kendin kazanacaksın. Gelecek korkusu bütün hayatlarını gölgeliyordu, çocuklarının bir gün hayatın ortasında mesleksiz, geleceksiz kalmasından deli gibi korkuyorlardı. Bugün de bu korkular aşılmış değil, hatta kültürel hayatın itibarsızlaştırılmasıyla durum daha da kötüye gitti. Çok iyi eğitim almış, birkaç yabancı dili üst düzeyde bilen, entelektüel zekâları yüksek pek çok kişi tanıyorum, küçücük maaşlarla hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Yazık oluyor bu değerlere ama Türkiye’nin ve dünyanın yeni düzeni entelektüel değer değil, ekonomik fayda prensibiyle işliyor.”
"Konsantre edilmiş romanlar: Öykülerim”
Yazmayı seviyorum, şehvetle seviyorum. Kendimi bir metne kaptırmanın verdiği haz benim asıl yazma nedenim. Aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum diyorum ama yazmak bana bu hazzı vermese aynı anda ben ve başkaları olamam. Son zamanlarda hep roman yazdım ama kendimi öyküye ihanet etmiş gibi hissetmiyorum. Öykülerim konsantre edilmiş romanlardı bir anlamda, bu nedenle daha doğru bir yere geldiğim kanısındayım.”
“Önemli olan mesele”
“Elinde anlatmaya değer bir şey yoksa, istediğin kadar süsle, bir önemi yok. Gerçi güneşin altında yeni bir şey de yok, insanoğlu o kadar çok hikâye anlattı ki. Bilinçdışımız hikâye dolu. Öte yandan her hikâyenin sonsuz sayıda çeşitlemesi var. Anlatılmış olandan matematiğe sığmayacak kadar çok çeşitleme yapabiliriz. Aslında insanlık bilgisinin içinde yer alan kodları birbiriyle sürekli yeniden eşleştiriyoruz. Yeniden, yeniden, yeniden eşleştirerek yeni görme, anlama biçimleri ortaya koymaya çalışıyoruz. Ama anlatmaya değer olması gerekir hikâyenin. Bütün dünyayı ilgilendirecek büyük bir şey olması gerekmez, insana dair olması yeterli. Benim için önemli olan hikâyeden çok mesele. Beni tırmalayan, içimde yer eden şeyleri yazıyorum, varlığımı oluşturan tarifsiz şeylerin izleri, nüveleri bunlar, belki de yazarak büyütüyorum, tanımlıyorumdur.”
Etiketler: ayfer tunç EKREM BUĞRA BÜTE Milliyet Kitap Handan İnci karanlıkta kelimeler söyleşi Dünya Ağrısı
