Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Bir ağaç gibi tek ve hür 95 yıl: Vedat Türkali
Mayıs 2014

Bir ağaç gibi tek ve hür 95 yıl: Vedat Türkali

13 Mayıs'ta 95 yaşına giren Türk edebiyatının usta kalemlerinden Vedat Türkali'nin üç kitabı Ayrıntı Yayınları'nca basıldı. Sonunu değiştirdiği "Yalancı Tanıklar Kahvesi" adlı romanı, "Özgürlük İçin Kürt Yazıları 2" ve "Tüm Yazıları, Konuşmaları 2". Biz de yıl sonunda yeni bir roman daha yayımlayacağı müjdesini aldığımız Vedat Türkali'nin edebiyatına ve hayatına yolculuk yapalım istedik

ELİF TANRIYAR

 
Geçtiğimiz 13 Mayıs’ta Türkiye, Soma’da gerçekleşen büyük maden faciasıyla yasa bürünürken, tüm o acının içinde aklımıza bir yandan da hakkında bu yazıyı yazmakta olduğumuz Vedat Türkali geliyordu. O gün 95. yaşına girecek olan bu büyük usta, neredeyse tüm yaşamını haklarını savunmaya adadığı emekçi kardeşlerinin yaşadığı bu büyük trajediden kim bilir bizlerden kaç kat daha etkilenmiştir diye düşündük elimizde olmadan. Türkali, "Yalancı Tanıklar Kahvesi" adlı romanının daha ilk sayfasında emekli yargıç Gıyasettin Alımlı karakterine şöyle söyletir: “Biliyor musunuz Hacı Bey, dedi. Biz hep bir şeyi yanlış yaptık bu ülkede.” Bu cümleyi bugün bir kez daha en derinden duyumsamak ne acı! Yine de tek bir tesellimiz var o da şunu söyleyebilmek belki “Biliyor musunuz Vedat Bey, biz belki hep bir şeyi yanlış yaptık bu ülkede ama arada iyi şeyler de oldu hayatlarımızda; sizin gibi cesur yüreklere, vicdanlı kalemlerin var olması gibi...”
 
Çok uzun bir yoldan yürüyüp gelmesine rağmen hiç yorulmayan, hatta tam tersine daha da dinçleşen bir isim Vedat Türkali. Evet, 13 Mayıs’ta 95 yaşına bastı ama yayımlanan her eseri ya da yeni yazısında hiç azalmayan bir enerji ve güçle karşılaşıyoruz hâlâ. Bu öylesine bir güç ki yüksek bir tepenin en ucunda, rüzgarlara açık olsa da, asla eğilmeyen heybetli bir ağacı anımsatıyor insana. Yürüdüğü yolu da, tek başına dikildiği yalçın tepeleri de kendisi seçen; 95 yaşında çok genç ve güçlü bir ruh onunki. Bize düşense bu ruhun her daim tütmesine neden olan ateşin kaynağına bir yolculuk yapmayı denemek burada; Türk edebiyatının bir büyük ustasına, naçizane bir doğum günü armağanı olması dileğiyle...
 
Samsun'daki Gazi Kitaplığı
 
Abdülkadir Demirkan (o zamanki soyadı Demirkan’dır, sonradan ailenin asıl kökenini belirten Pirhasan soyadını alırlar), 13 Mayıs 1919’da Samsun’un şehir merkezine uzak, yoksul bir mahallesi olan Kökçüoğlu mahallesinde doğduğunda, aileye üç kız evladın ardından katılan ilk erkek çocuk olur. Ablalar biraz tutuculuktan biraz da yoksulluktan okuyamamıştır ama ilk iki sınıfa gitmeyi başarmış olan büyük ablanın elinden düşürmediği, başta "Çalıkuşu" gibi romanlar ona okuma zevkini ilk aşılayan kitaplar olacaktır. Herkesin Kuran okuduğu bu evde, o da beş kez Kuran’ı hatmeder bir yandan da. Ancak onda ilk edebiyat zevkini uyandıran kişi asıl olarak ilerici biri olan ortaokul öğretmeni olacaktır. Nâzım Hikmet’ten Necip Fazıl’a dek pek çok yazarla tanışır onun sayesinde. İlk siyasi fikirlerinin oluşmaya başladığı bu yıllarda Kemalizmi savunmaktadır. Samsun’daki Gazi Kitaplığı ise pek çok genç gibi onun için de gerçek bir hazine dairesidir. Çeşitli şiirleri, kitapları, romanları doymak bilmez bir iştahla okur. Ve bu arada orada, aynı lisede okuduğu kimsesiz bir genç olan ‘Komünist Memet’le kurduğu dostluk, onun hayat çizgisini bambaşka bir yola sokar. Hayatının en önemli dönüm noktalarından biri haline dönüşür. 
 
Hayat boyu yoldaşı: Merih
 
Yoksulluğu her açıdan gördüğü, tanıdığı yıllardır bunlar. Hem başkalarının yaşamlarına tanıklık eder, hem de zaman zaman bizzat sıkıntısını yaşar. Ama başka bir şey daha öğrenir o yıllarda mahallesinde... İleriki yıllarda içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini bütün yalınlığıyla görmesine ve Türkiye’de sosyalizmin neden başarısız olduğunu kavramasına neden olacak çok önemli bir gözlem edinir: “Yaşadığım toplumu gerçek boyutları içinde kavramamda, yaşadığım bu koşulların payı olmuştur kuşkusuz; ancak kardeşçe bir dünya özlemimde, beni kuşatan ortamda soluduğum egemen kültür de en az o kadar etkili olmuştur diye düşünürüm. Temelinde ilkel - komünal dayanışma, paylaşma duygularına dayalı, yoksulları birbirine bağlayan İslam kültürüydü bu.”
Küçük Abdülkadir yaşadığı o küçük mahallede neredeyse bütün insanlığa dair çeşitli gözlemler edinirken, arkadaşı ‘Komünist Memet’in günlüğünde adı geçtiği için hiç beklemediği bir şekilde ilk kez siyasi polisle de tanışır, ancak bırakılır. Lisenin ilerleyen yıllarında bir yandan Goethe’den çeviriler yapmaya bir yandan da siyasi kitaplar okumaya başlar. Gazi Kütüphanesi’nin ona bir diğer armağanı ise aynı zamanda TKP’nin Samsun örgütü ile ilişkileri olan Sefer Aytekin ile tanışması olacaktır. Kendi düşünceleriyle ilgili de ilk açıldığı kişi yine Aytekin’dir. Onu Komünizm fikriyle ilk tanıştıran kişi olan Memet’in ardından, Sefer de bu yolda bilinçlenmesinin en önemli mimarlarından olacaktır.
 
O yılların Samsun’u genç Abdülkadir’in dimağına bambaşka bir karakter daha armağan edecektir. Polisin onu bulmak için sık sık evleri basıp arama yaptığı, Eşkıya Kürt Kerim’i... Aslında sevdiği kadın bir tefeci tarafından elinden alındığı için eşkıya olmuştur Kerim. Halkın tefeci varsıllara duyduğu nefretten dolayı da kendisine karşı bir sevgi oluşmuştur. Halk onu asla polise teslim etmez ancak yine de bir dağ başında meçhul bir cinayetle ölmesine de engel olamaz. Masallara, efsanelere yaraşan bir karakterdir Kürt Kerim ve tabii ki genç Abdülkadir’in de ilgisini hem kendine hem de kendi insanlarına çekecektir.
 
Yine de Samsun’daki lise yılları ona asıl sürprizini sona saklamıştır sanki. Lisenin son sınıfında o yıl karma eğitime geçen okullarına gelen Erenköy Kız Liseli Merih Baykal, bir yıldız kayması gibi girdiği hayatından ancak geçtiğimiz 2013 yılındaki ölümüyle çıkacaktır.
 
“Merih’i görür görmez, taşralı bir şair delikanlı olarak çarpılıverdim. Konuşmalarımız başlayınca daha da çarpıldım, şiire düşkündü o da; yazıyordu da!” Genç Abdülkadir de Merih’i gördüğü ilk anısı için çok geçmeden bir şiir yazacaktır, bugün bile dizelerini hâlâ ezberinden okuduğu... “Göklerden kayarak bir yıldız indi/ Güneş bile sönük kalır yanında/ Hırsız fenerleri gibi gezindi/ Kimsesiz kalbimin duvarlarında”
 
Onların yaşadığı yalnızca ilk görüşte aşk değil aynı zamanda bir fikir dostluğudur da... Karakterleri, zekaları ve birikimleriyle birbirleriyle etle tırnak gibi uyuşurlar: “Kısa süre sonra yalnız sevgime değil, düşüncelerime de açmıştı yüreğini Merih; çok önemli bir gizi onunla da bölüşüyorduk artık, komünistti o da! Yarım yüzyılı aşkın nice yollardan geçen birlikte arkadaşlık serüvenimiz başlamıştı.”
 
Ve böylece gelecekteki Vedat Türkali’nin formasyonu için en önemli tohumlar, ona adeta mükemmel bir hazırlanma imkanı sunan Samsun’daki çocukluk ve ilk gençlik yıllarında atılmış olur. Bir yandan edebiyat sevgisi, diğer yandan yepyeni bir ideolojiyle tanışır. Yoksulluklarına rağmen birbirleriyle dayanışma içinde ellerinden geldiğince mutlu bir yaşam sürmeye çalışan yoksul halkı da, tefeci zenginleri de, Kürt azınlıkları da bir arada tanır. Ve en önemlisi ona hayat boyunca yoldaşlık edecek bir kadının aşkıyla zenginleşir. Bu öyle bir aşktır ve Merih öylesine donanımlı ve zeki bir kadındır ki Türkali’nin romanlarındaki tüm güçlü karakterli, zeki ve cesur kadınların en büyük ilham kaynağı olacak, kadınların çağdaş yaşamdaki yerine dair ideal bir örnek oluşturacaktır.
 
Türkoloji bölümünde öğrenim
 
Abdülkadir Demirkan, 1937’de İstanbul’da Türkoloji eğitimi almak utkusuyla Samsun’dan ayrılır: “3 Ekim ‘37’de büyük ablamla bindiğimiz Karadeniz vapurunun güvertesinde, Sinop’tan yüklenen koyunlarla birlikte İstanbul’a gelip Aksaray Haseki’deki annemin amcasının kızının evine indik.” İstanbul bundan sonra onun hayatının en büyük sevdalarından biri olacak, yazdığı hemen tüm eserlerinde çoğu zaman başrolü ana kahramanlardan çalacaktır. Ne var ki İstanbul’daki ilk günleri hiç de hayal ettiği gibi iyi geçmez. Çok istediği Türkoloji bölümünü sınavda ilk ikiye giremediği için kazanamaz. Ancak bir tesadüf sonucu Milli Savunma’nın askeri liselerde öğretmenlik yapmaları için bazı öğrencileri çeşitli fakültelerde okuttuğunu öğrenir. Başvuru için hemen gider, bazı engelleri aştıktan sonra kaydolur. Askeriye onu Türkoloji Bölümü’nde okutacaktır, o sırada on beş yıllık mecburi hizmet şartını pek önemsemez. Hayatı büyük bir şaka hazırlamıştır ona adeta, bir asker olacaktır! Ve böylece Merih Baykal, felsefe bölümünde, kendisi ise Türkoloji bölümünde öğrenime başlarlar.
 
Üniversite yıllarının ilk zamanlarında kendileri gibi düşünen başka birilerini ararlar. Türkoloji bölümü kısa sürede hayal kırıklığına dönüşür. Bölüm hem verilen eğitim hem de kadrosu ile tamamen geçici bir yapıdadır. Üstelik tam tersine kadroda hakim ideoloji, dönemin Almanya’sına duyulan yakınlık itibariyle faşizm ve Nazizme yönelik sempati şeklindedir: “Fakültede üçüncü bir komünisti epeyi arandık Merih’le. Yoktu; ya da biz bulamıyorduk. Felsefe’ye Samsunlu Tahsin Berkem, onun aracılığıyla tanıştığımız Mustafa Göksu, bizim askeri öğretmen bölümüne Türkoloji’deki Yusuf Atılgan gelinceye kadar, hemen hemen de iki yıl sürdü beklentimiz.” 
Bu sırada bir yandan şiir yazmayı südürür, bir yandan da Marksizme dair bilgileri, Hikmet Kıvılcımlı’nın çıkardığı Marksizm Bibliyoteği kitaplarından edinir.
 
O yıllara dair yaşananları Türkali’nin asistanı Sebahat Özdemir, yazdığı "Vedat Türkali" adlı kitabında şöyle anlatıyor: “TKP’nin içinde bulunduğu duruma dair bildikleri pek bir şey yoktur. Tüm uzun süren uğraşlarına rağmen gizli çalışan bir TKP örgütü bulamadıklarından, kendileri bir örgüt kurmaya karar verirler. Tahsin Berkem, Asaf Ertekin, Osman Paçalı, Yusuf Atılgan, Haig Açıkgöz, Merih Baykal, Abdülkadir Pirhasan hücre çalışmalarına başlarlar. Hem bir taraftan, Marksizm ile ilgili okumalar yapıp tartışıyorlar, yayın çıkarmak için araç gereç toparlıyorlar, örgütleniyorlar hem de diğer yandan partiyi aramaya devam ediyorlardı. Şayet bulurlarsa örgüt olarak katılmaya karar vermişlerdi. Kendi kurdukları örgüt de çoğalmaya başlamıştı. Yıllar sonra yazdığı 'Güven' romanını o günlerde aralarına katılan, Hasan Basri Alp’e atfetmiştir. TKP’yi bulduklarını sandıkları zamanlar olur, bulamayacaklarını düşündükleri zamanlar olur. Umutlarını kaybettikleri bir dönem işe koyulmaya, bir bildiri yayımlamaya karar verirler ve tam o sıralar Parti’nin gizli çalışma için toparlanmaya başladığına dair duyumlar almaya başlayıp yine sallantıya düşerler.”
 
Mihri Belli'yle tanışma
 
Aynı dönemde hayatında çok önemli bir olay daha gerçekleşmektedir. Samsun’un Çarşamba’sında sevgili Merih’iyle evlenir. Ancak askeri yasaya göre evlenmesi yasak olduğundan, nikah defterine mesleği öğretmen olarak işlenecektir. Merih Baykal fakülteyi bitirmiştir. Yine aynı dönemde bir başka önemli kişiyle daha yolu kesişecektir:  “TKP Merkez Komitesi’nde olduğuna inandığı Mihri (Belli) de askerliği bitirip Sümerbank Satınalma’ya girmişti; Basri sık sık uğrayıp TKP konusunda bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu ondan. Mihri’yle benim de buluşup konuşmamı önerdi sonunda. Gidip Karaköy Sümerbank’ta buldum Mihri’yi. Sevinçli, küslü, kavgalı, barışmalı, sırasında uzun, kısa yol ayrımlı, yer yer uzaklaşan, yer yer koşut, ya da kesişen çizgilerdeki altmış yıl boyu arkadaşlığı, güneşli bir günde, Karaköy, köprü çevresinde ağır ağır gezinerek başlatmış olduk.”
 
Fakülte bittikten sonra yasa gereği askeri öğretmen olarak atanabilmek için yedek subay okulunda okumak üzere eşiyle birlikte Ankara’ya gider. Burada Behice Boran’la tanışırlar. Aralarında büyük bir dostluk kurulur. Eğitimi bittikten sonra ise Maltepe Askeri Lisesi’ne atanır. Savaş nedeni ile askeri lise Akşehir’e taşınır. Eşi de buradaki bir okulda öğretmenlik yapmaya başlar. Burada bulundukları yedi-sekiz yıl boyunca bir yandan her fırsat bulduklarında İstanbul’a gidip partiyle olan ilişkilerini sürdürür bir yandan da okuldaki öğrencileriyle Shakespeare’den Sofokles’e dek oyunlar sergilerler.
 
1944 yaz tatilinin sonunda o Akşehir’e dönerken, eşi doğum yapmak için İstanbul’da kalır. İstanbul’un yaz sonu günlerinde bir yandan parti için bağlantı olacak birini beklemeyi sürdürürken bir yandan da Türk şiir tarihinin unutulmazları arasına girecek ve yıllar sonra Edip Akbayram tarafından bir şarkıya da dönüştürülecek olan "İstanbul" şiirini eşi Merih için yazar. Aynı günlerde üç önemli haberle sarsılacaktır. Mihri Belli’nin tutuklandığını öğrenir. Partideki yeni bağlantısı Doktor Şefik Hüsnü olur. Ve ilk çocukları, kızı, Deniz doğar. Oğlu Barış da 1951'de dünyaya gelecektir. O unutulmaz "İstanbul" şiiri ise şöyle başlar: "Salkım salkım tan yelleri estiğinde / Mavi patiskaları yırtan gemilerinle / Uzaktan seni düşünürüm İstanbul / Binbir direkli Halic'inde akşam / Adalarında bahar / Süleymaniye'nde güneş / Hey sen ne güzelsin kavgamızın şehri / Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde / Bakışlarımda akşam karanlığın / Kulaklarımda sesin İstanbul / Ve uzaklardan / Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde / Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul (...)"
 
 
Sinemalı yıllar
 
Akşehir’e dönüşünde ölümden döneceği ağır bir boğaz iltihabı geçirirken, İstanbul’da Hasan Basri’nin ünlü Sansaryan Han’ın en üst katından atıldığı haberini alır. Kendisi ise bir yandan parti ile ilişkisini sürdürürken bir yandan da askerlikten ayrılmanın yollarını arar. Kendisini attırmak için girişimlerde bulunurken gazetelerden partinin kapatıldığını, Doktor Şefik Hüsnü ile birlikte diğer kurucuların tutuklandığını öğrenir. 1947 yılında Maltepe Askeri Lisesi, İstanbul’a geri taşınınca, onlar da İstanbul’a dönerler. Bir yandan partiye dair bekleyişleri sürerken yeni bağlantılar da kurar.
Ve derken hayatının bir diğer dönüm noktası olan 1951 Tevkifatı’na gelir sıra. Daha önceden tanıdığı Sevim Tarı (Belli) ile kendisini tanıştırmasını isteyen Zeki Baştımar’ın ricası üzerine üçü bir araya gelmiş, ancak bir süre sonra Sevim Tarı üstünde TKP belgeleriyle tutuklanınca yapılan sorgulama ona dek uzamıştır. Neticede mahkeme sonrası onun için yedi yıl sürecek cezaevi yılları başlar. İstanbul’dan Adana’ya dek çeşitli cezaevlerinde yatar. Cezaevinden çıktığında verilen sürgün cezasını da İstanbul Şişli Karakolu’na aylarca her gün gidip imza vererek tamamlayacaktır.
1958 yılında cezaevinden çıktıktan sonra Abdülkadir Pirhasan (Demirkan) için yepyeni bir yaşam başlar. Önce Rıfat Ilgaz ve Suavi adlı bir arkadaşıyla Babıali’de Gar Yayınları’nı kursalar da bu işten sıkılır. Onu asıl bekleyense bambaşka bir dünyadır: Sinema. O sürede tanıştığı Yılmaz Güney ve onun tanıştırdığı Erol İnci aracılığıyla sinema dünyasına sağlam bir giriş yapacak, senaryo yazarlığından suflörlüğe, üçüncü asistanlığa dek pek çok görev üstlenecek ve bu süreçte adını da değiştirecektir!
 
O heyecanlı yılları dostu Atıf Yılmaz (ki ilerleyen yıllarda Türkali’nin sevgili kızı Deniz’le de evlenecektir) daha sonra şöyle anlatır: “Uzun yıllar önce Beyoğlu’nda yürürken Yaşar Kemal’le karşılaştığımı hatırlıyorum. Yaşar, ‘Bizim Abdülkadir yeni hapisten çıktı. İçerde sinemaya merak sarmış, senaryo yazmak istiyor,’ diyor. Benim telefonumu vermiş. Kadir Ağbi’nin telefonunu da bana veriyor. Hangimiz daha önce aradık hatırlamıyorum. Sonunda, sanırım bizim evde buluşuyoruz. Abdülkadir Demirkan ve eşi Merih Demirkan’la ilk karşılaşmamız böyle olmuştu. (...) O yıllar sinemanın bereketli yılları, bol bol film çekiliyor. Kadir Ağbi’ye hemen bir senaryo işi ayarlıyorum ama isim sorunu var. Abdülkadir Demirkan imzalı bir senaryonun sansürden geçme şansı sıfır. Kadir Ağbi’ye isim aramaya başlıyoruz. Sonunda Kadir Ağbi, hepimizin heyecanla onayladığı Vedat Türkali adını buluyor ve Vedat Türkali ismi Kadir Ağbi’nin önce senaryoları, daha sonra 'Bir Gün Tek Başına' romanıyla başlayıp, gittikçe olgunlaşan edebiyatçı, romancı yanıyla ölümsüzlüğe kavuşuyor.”
 
Abdülkadir Pirhasan, bundan sonra tüm birikimini yazacağı kırkın üzerindeki senaryoyla halka aktarmaya çalışır. Yalnızca senaryo yazmakla kalmaz, üç de film yönetir, sinema emekçilerini de unutmaz ve onların örgütlenme çalışmalarına da öncülük eder. Tiyatro oyunları da vardır büyük ustanın. Yazdığı üç tiyatro oyunu, ulusal gelenek ve değerlere dayanan oyunlar olarak (ikisi türkülerle işlenmiş epik yapıda) özgün öncü nitelikler taşır. 
 
55 yaşında ilk roman
 
1974 yılına gelindiğinde hayatında bir diğer dönüm noktasını yaşar. O yıl onu Türkiye edebiyat tarihinin en önemli ustalarından birisi arasına sokacak romanlarından ilki olan "Bir Gün Tek Başına" yayımlanır. Ancak 55 yaşındayken yayımlanan bu ilk romanın yazılması aslında hiç de kolay olmamıştır. Koca bir ömür, pek çok acı, az da olsa mutluluk ve nice kavgalardan doğmuştur bu başyapıt!
 
Büyük ustanın bu ilk romanında karşılaştığımız pek çok tiplemeyle daha sonra da karşılaşırız. Güçlü ve sağlam karakterli, ne istediğini bilen genç kadınlar ile kimi zaman ideolojik çizginin bu yanında kimi zaman diğer yanında dursa da, yaşları genç ya da yaşlı olsa da kadın karakterlere kıyasla çoğu zaman kararsız, beceriksiz, ne istediğini bilmeyen, ürkek ve en önemlisi fikirleri ilerici olsa da yaşayıp büyüdükleri toplumsal çevrelerde içselleştirdikleri değer yargılarından bir türlü kopamadıkları için hiçbir zaman istedikleri kararlı adımları atamayan, kaybeden erkek karakterler... Ve yine bu ilk romandan başlayarak asıl olarak Türk siyasi tarihinin o güne dek çekinilen gizli tarihini de cesurca yazmaya koyulur. Daha sonra yine karşımıza çıkacak bir diğer tema ise genç kız ve yaşlı erkek aşkı ile evlilik dışı ilişkidir. Görüldüğü gibi yalnızca siyasi tarih konusunda değil, sosyal konular hakkında da kalemi çok cesurdur Türkali’nin. Eserlerinde cinselliğe de, argoya da yine aynı şeffaflıkla yer verir. Ve bu ilk romanıyla Milliyet Yayınları 1974 Roman Ödülü ile 1975 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanmakla kalmaz, edebiyat tarihimize de unutulmaz iki karakter olan Günseli ile Kenan’ı armağan eder. Romanın asıl önemi ise, Ömer Türkeş’in de altını çizdiği gibi Türk siyasi tarihinin dönüm noktalarından birisini, 27 Mayıs’ı yaratan koşulları edebi dilde ifade etmekte gerçekten başarılı olmasıdır.
 
Bu romanın yıllar sonra kendisi tarafından yazılan bir senaryoyla oğlu yönetmen Barış Pirhasan tarafından sinemaya aktarılacağı müjdesi hayranlarını çok sevindirse de beklenen bir türlü gerçekleşmez. Bu konuyu Cumhuriyet Kitap’tan Pınar Doğu’ya şöyle açıklayacaktır Türkali: “Oğlum Barış Pirhasan ve torunum Yusuf Pirhasan yönetecekti. Senaryosu bir yılımı aldı. Zaman benim için çok değerli. Herkes ‘romanın filmini’ bekliyor, asistanıma mailler atmışlar. ‘Hayallerimiz ne olacak?’ demişler. Sinema ayrı bir bilinç. Bir de onu denemek istedik. Ama iyi bir yapımcı çıkmadan o iş olmaz. Beni, 'Bir Gün Tek Başına' ile anarlar. Ancak beni anlamak için 'Güven'i okumalısınız.”
 
1983 yılında yayımlanan ikinci romanı olan "Mavi Karanlık", bu kez de 12 Eylül 1980 öncesi Bodrum’unda geçen o boğuntulu ve gerilimli dönemde aydınlarla halk arasındaki ilişkiyi merkeze alan ve bu arada ‘sözde’ aydınların Bodrum’daki zevk-ü sefa içinde geçen günlerini anlatır. 1986’da çıkan "Yeşilçam Dedikleri Türkiye" ise Türkali’nin çok sevdiği ancak nedense en az bilinen romanıdır. Yeşilçam’dan yola çıkarak o dönemin Türkiye’sini anlatır. 1990 yılında yayımlanan "Tek Kişilik Ölüm"e dair Vedat Türkali şöyle söyler: " (...) Bu kitap bir tarih kitabı değil, bir romandır; ancak tarihle ilgili söylediklerinin belge niteliği taşıması gerektiğine yürekten inanmış bir yazarın romanı.”
 
1996 yılında farklı tipte bir kitap yazar. "Özgürlük İçin Kürt Yazıları", yazarın konuyla ilgili yazılarının bir derlemesinden oluşmakla kalmaz, tüm geliri de köyleri yakılarak göçe zorlanmış, Kürt köylülerinin hasta çocuklarına bırakılır.
 
Tüm bu süreçte 1988 yılının sonlarında Londra’ya yerleşmiştir Türkali. Çünkü çok büyük bir tasarısı vardır. Ömrü boyunca yazmak istediği asıl büyük eserini burada, tüm dünyadan uzak bir şekilde kapanarak tamamlamak! Tam on yıl sürecek bu uzun çalışmanın sonunda ustanın büyük başyapıtı olarak nitelenecek, iki ciltlik "Güven" doğacaktır. İlk olarak 1944 yılında bir fikir olarak filizlenen ve doğumu yıllarca beklenen bu romanın ilk adı da o yıllar "İtimat" olarak düşünülmüş ancak kendisini henüz hazır ve donanımlı hissetmediğinden ertelemiştir. Ve işte zaman şimdidir. İlk düşünülüşünden tam 55 yıl sonra "Güven" yayımlanır!
 
Büyük araştırmalar, büyük emeklerle yazılmıştır "Güven". Türkali bu uğurda Moskova’dan Leningrad’a Rusya’nın çeşitli bölgelerine araştırma yapmak için yolculuk eder. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Komintern’in arşivinden TKP ile ilgili kararları inceler. İki ciltlik "Güven", kendi içinde dört kitaptan oluşmaktadır. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’yi anlatan bin iki yüz sayfalık bu dev romanında yalnızca bir yüzyılın kapanıp yenisinin başlamasını anlatmaz, tarihte geriye dönüşlerle toplumun tüm kesimlerinin ve bu kesimlerin her birinin görüşlerinin temsil edildiği bir meydan da sunar okuruna.
 
Mihri Belli şöyle diyecektir "Güven" için: “'Güven' romanının öyküsü çok eskilere dayanır. Sevim Belli ve ben o öyküyü en iyi bilenlerdeniz. (...) 'Güven' romanında Türkali yaşadığı bir öyküyü anlatıyor. O romanın er geç yazılacağını daha o günlerde bize söylüyordu. Aradan geçen yarım yüzyılın birikimini içeren bu yapıt sonunda yayımlandı ve olay oldu. Okuyucu o günlerin insanlarını tanımış oluyor, onları seviyor ve onlara saygı duyuyor. Böyle bir olayı yaratan kişi doğru yoldadır.”
 
2001 yılında yayınlanan otobiyografik kitabı "Komünist"te çocukluğundan cezaevine girişine dek yaşadıklarını anlatan Türkali, 2004’te ise "Kayıp Romanlar"la çıkar okurunun karşısına. Bir anlamda "Güven" romanının devamı değil ama tamamlayıcısı niteliğini taşır "Kayıp Romanlar". Sağlık sorunları nedeniyle (düşüp kalçasını kırdığı için önemli bir ameliyat geçirmiştir) güçlükle tamamladığı bu romanında, ‘90'lı yılların sonunda uzun yıllar sürgün yaşadığı Almanya’dan ülkesine dönen, eski TKP’li 70'li yaşlardaki Doktor Nahit Kotar’ın hikayesini okuruz. Partinin onda kalan bir miktar parasını geri verme arzusundadır aynı zamanda. Ama onu asıl heyecanlandıran Vedat Türkali’nin "Güven" romanının sonunda açık bıraktığı Turgut ve Seher karakterlerinin sonraki hikayelerinin kendince izini sürmektir. Bu noktada post modern bir hareket yapar Türkali ve kendisini de romanına dahil ederek, Doktor Nahit karakterinin Vedat Türkali’yle buluşmasından da bahseder. Derken 20'li yaşlarındaki Esme ile tanışır doktor. Güçlü ve inançlı karakteriyle biraz da Günseli’yi anımsatan Esme ile aralarında tüm yaş farkına rağmen sıra dışı bir aşk doğacaktır. Birlikte yalnızca Seher ve Turgut’un değil, İstanbul’un güzelliklerinin de peşine düşerler. 
"Kayıp Romanlar" tam anlamıyla bir olgunluk romanıdır. Bir kez daha merkezdeki büyük bir aşk hikayesinin çerçevesinde İstanbul’dan Diyarbakır’a oradan da İsviçre’ye uzanan bir güzergahta Kürt sorunundan Ermeni meselesine, siyasi tarihimizin pek çok irili ufaklı olaylarına yol alır; genç ama olgun genç kadınla, olgun ama hâlâ hayata dair soruları olan yaşlı bir adamın üstünden insana dair meseleleri düşünürüz.
 
Din ve sendikalaşmalar
 
Geçtiğimiz günlerde sonunu tekrar değiştirerek yayımladığı "Yalancı Tanıklar Kahvesi"nde ise bizi bu kez de Türkiye’nin ‘70'li yıllarına götürür Türkali. Karşımıza bir kez daha kendisini hiçbir yere tam ait hissedemediği için üstünden beceriksizliklerini bir türlü atlatamayan bir genç erkek karakter çıkarır. Üniversiteyi bir türlü bitiremeyen Muhsin, taşralı zengin bir ağanın tek oğlu olarak şımartılarak büyütülmüş olsa da ayrıcalıklı sınıfından utanır ve inandığı sosyalist düşünceye layık biri olmaya çalışır. Ancak aslında hep korunaklı büyütüldüğü için hayata karşı bir beceriksizlik ve atalet duygusuyla doludur. Hep bir şeylerin olmasını bekler, bir türlü karar verip atması gereken adımlarını atamaz. Bu yalnızca hayata karşı olan genel tutumunda değil kadınlarla olan ilişkilerinde de böyledir. Hafif soğuk yapılı, güçlü, kararlı ve başarılı bir kadın olan Reyhan’a âşıktır ama kendisini hep onun karşısında aciz hisseder. Öğrendiği tüm ilerici fikirlere rağmen, içinde büyüdüğü küçük ve tutucu toplumun içselleştirdiği değer yargılarını üstünden atamadığını ve mantıksal bir çerçeveye yerleştiremediğini tam da kadınlarla olan ilişkilerinde, onları her zaman daha çok bir cinsel obje olarak görmesinden anlarız. Büyük bir yıkımla dönüp geldiği küçük kasabasındaki dinine bağlı, komünizm düşmanı köylüler ise Türkali’nin daha çocuk yaşlarında anladığı gerçekleri temsil etmekte, Türkiye’de sol hareketin neden köylüler ve işçiler tabanında yayılmadığını büyük bir doğallıkla anlatmaktadır.
 
Roman boyunca Muhsin’in gözünden Türk siyasi tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birinin geniş bir panoramasını izlerken, barınamadığı bir toplum içinde yolunu çizemeyen Muhsin’in hikayesini de okuruz. Toplumsal güç olarak din ve sendikalaşmalar ise bu nehir gibi akan romanın en dikkat çekici yönlerini oluşturur.
 
Vedat Türkali bir büyük usta… Kendisi bunun konuşulmasından çok haz etmese de bir dönem Türkiye adına Nobel adayı olarak gösterilen, kimilerince Türkiyeli Dostoyevski olarak tanınan, öncelikle tüm hataları, kusurları ve sevaplarıyla ‘insanı’ anlatmaya özen gösteren, zengin bir görsel anlatıma eşlik eden iç monologlarla geliştirdiği kendine özgü diliyle tanınan bir büyük usta... Görüldüğü gibi o kendi inandığı yolu dahi gerektiği yerde titiz bir şekilde eleştirmekten geri durmuyor. Tarihi araştırırken ya da kendi tanıklıklarını aktarırken en çok putlaştırmaktan kaçınıp, sadece doğruları korkusuzca ve tarafsızca yazmayı amaçlıyor. Onun için önemli olan hataların ne olursa olsun farkında olmak ve gerekirse özeleştiri getirerek yola başı dik bir şekilde devam edebilmek... Vedat Türkali bir büyük usta... 95 yaşında, hâlâ çok genç bir ruhla yoluna aynı dik duruşuyla devam ediyor. Ve bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine yaşıyor.
 
Vedat Türkali'den üç kitap
 
İçinde bulunduğumuz 2014 yılında bir büyük transfer gerçekleşti ve Vedat Türkali’nin tüm eserleri Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanmaya başlandı. İlk yayımlanan eseri ise sonunda küçük ama önemli bir değişiklik yaptığı romanı "Yalancı Tanıklar Kahvesi" oldu.
 
Bütün Eserleri kapsamında yayımlanan ikinci eseri olan "Tüm Yazıları Konuşmaları 2" ise Türkali’nin edebiyat ve siyaset alanında dönen tartışmalar ekseninde, çeşitli mecralarda dile getirdiği ve yazdığı düşünceler, kendisine yöneltilen eleştiri ve değerlendirme yazılarıyla birlikte, bunlara verdiği yanıtlardan oluşuyor.
 
Yayımlanan üçüncü eseri ise "Özgürlük İçin Kürt Yazıları" kitabına son eklenen yeni halka olan "Özgürlük İçin Kürt Yazıları 2". Kitapta Türkali’nin yine çeşitli mecralarda yayımlanmış yazılarının yanı sıra televizyondaki çeşitli konuşmalarına da yer verilmiş. Bunların içinde de yine çok konuşulmuş Roj TV konuşması ile Banu Güven’in programındaki söyleşisi de öne çıkanlardan bazıları.
 
Yeni bir roman daha yolda
 
Vedat Türkali uzun süredir üstünde çalıştığı romanı "Bitti! Bitti! Bitmedi!"ye dair Cumhuriyet Kitap’tan Pınar Doğu’ya şunları söylüyor: “Diyarbakır ve Adana cezaevinde başlıyor, İttihat Terakki dönemine dönüyor. 1915'i anlatacağım. Bahsettiğim Kürtlerin, Ermenilerin hepsi yaşamış kişiler, anlattıklarımın hepsi gerçek. Hepsi belgelere dayanıyor. Altı yedi ayda tamamlamayı düşünüyorum. Romanın son cümlesi: ‘Bitti mi?’ olacak. Hayat bir devinim ve diyalektik üzerine kurulu. Hiçbir şeyin bitmediğini, zulmün bitti denilse de devam ettiğini kast ediyorum. Söyleyecek sözüm var daha.”