Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Günahkâr peygamberin sonbaharı
Temmuz 2018
Günahkâr peygamberin sonbaharı
Jay Parni’nin Tolstoy’un karısı Sofya Andreyevna’nın, doktorunun, çocuklarının, Çertkov’un ve sekreteri Bulgakov’un günlüklerinden ve mektuplarından yararlanıp tarihi gerçeklere dayandırarak yazdığı “Son İstasyon”un Alfa Yayınları tarafından yeniden yayımlanması vesilesiyle Tolstoy’un son yıllarını hatırlayalım istedik...
ASLI GÜNEŞ
“Tolstoy’u bir ermiş olarak görmek istemiyorum; o, günahkâr bir dünyayı bir uçtan bir uca geçip yüreklere yakın, her birimizin
yüreğine sonsuza dek yakın bir günahkâr olarak kalacaktır.” - Maksim Gorki
“Eğer bir insan düşünmeyi öğrenmişse, ne düşünürse düşünsün, daima kendi ölümünü düşünür. Bütün filozoflar böyledir. İnsan eninde sonunda ölecek olduktan sonra hangi gerçeklerden söz edilebilir?” - Tolstoy
Tolstoy, 7 Kasım 1910’da sabaha karşı Astapovo İstasyonu’nda gözlerini kapadığında muhabirler ve sinematograflar dünyanın en ünlü yazarının skandal kaçışını ve estetik-ideolojik bir miras olarak kurguladığı ölümünü belgelemek üzere günlerdir nöbet tutuyorlardı. Yalnız onlar değil, ihtimaldir ki herhangi bir Tolstoy cümlesini hayatları boyunca okuyamayacak olan mujikler
de… Tolstoy son nefesini vermek üzere kaçıyordu ve ‘münzeviliğe’ giden bu yolda unutulmayacak bir medya gösterisi sergileniyordu.
Bütün dünyanın gözleri Astapovo İstasyonu’ndaydı çünkü 82 yaşındaki bu ihtiyar sadece “Savaş ve Barış”ın, “Anna Karenina”nın ölümsüz yazarı değil, Avrupa’yı bile kasıp kavuran bir hareketin, Tolstoyculuğun peygamberiydi.
Peki bu peygamber kimden mi kaçıyordu?
Amerikalı yazar Jay Parini’nin “Son İstasyon”da anlattığına göre karısından. 48 yıllık karısı, ‘ona 13 çocuk veren’ Sofya Andreyevna’dan… Çünkü son yıllarda haz düşmanlığına, beden ve ruh ikilemine dayanan ideolojisi, Sofya ile ‘kendi ruhu’ arasında bir seçim yapma zorunluluğuna sürüklemişti Tolstoy’u.
Gerçi Parini’ye göre bu seçim, biraz da Sofya ile Tolstoy’un en sadık müridi Çertkov arasındaydı ama…
GÜNLÜKLERİN SAVAŞI
“Çertkov’un ruhuyla Sonya’nın bedenini tek bir canlıda bir araya getirememek ne kötü!” diye yazmıştı günlüğüne Tolstoy. Sofya’nın bedeniyle Çertkov’un ruhunu birleştirse Yasnaya Polyana’da ailesi, müritleri ve çelişkileriyle birlikte yaşayıp gidecekti peygamber, ama Sofya düşünsel hiyerarşide en aşağıda olan şeyleri hatırlatıyordu ona: Para, unvan, soyluluk, hırs, şehvet, bedensel ihtiyaçlar…
Gençliğini haz peşinde geçiren Tolstoy, Sofya’yı ve çocuklarını ‘üreme için cinsellik’ düşüncesiyle aile kurumunun en saygın köşesinde unutmaya dünden hazırdı. Ne var ki, Sofya 48 yılını verdiği bu dâhiyi ve mirasını müritleriyle paylaşmamaya
kararlıydı. Jay Parini, Tolstoy’un ve çevresindeki hemen herkesin
tuttuğu günlüklerin (rivayet odur ki evdeki hizmetliler bile günlük tutmaktadır. Herkes ‘skandal’ın para ettiği arsız bir çağın başladığının farkında gibidir) toplamından Tolstoy’un son bir yılını ortaya çıkarıyor. Yararlandığı günlüklerin yazarlarına anlatıcı rolü vererek ortalığı günlüklerin savaşına bırakıyor. Sofya Andreyevna’nın, Tolstoy’un kızı ve müridi Saşa’nın, doktoru Makovitski’nin, Tolstoy’un özel sekreteri Bulgakov’un ve Çertkov’un sesleri yankılanıyor “Son İstasyon”da. Tahmin edilebileceği gibi, Tolstoy’un müridi olmayı seçmiş çocukları dahil herkesin Tolstoyculuğun önündeki en büyük engel olarak gördüğü Sofya
bir nefret nesnesi Yasnaya Polyana’da. O tanrılar tanrısı Zeus’un karısı, kıskanç Hera’dır biraz; biraz da Sokrates’in ‘huysuz’
karısı Ksantippa…
Sofya dehşet içerisinde kocası ile Çertkov’un sevişmelerini hayal eder. Bu hayali Tolstoy da paylaşmış mıdır bilinmez, ama Sofya’nın içini kemiren şüphe pek de nedensiz değildir. Daha evlenmeden önce günlüklerini okutmuştur Sofya’ya. Şehvet, haz ve günah günlüklerini: “Kadınlarla birlikte olmayı kesin bir bela sayıyor ve mümkün olduğunca kaçınıyorum bundan. Kadınlar, bütün saçmalıkların, şehvetin ve tembelliğin, erkeklerin başına gelebilecek bütün kötülüklerin kaynağıdır.” Ya da 29 Kasım 1851’de günlüğüne yazdığı şu satırlar: “Asla bir kadına âşık olmadım… Ama pek çok kez bir erkeğe âşık oldum.”
YOL AYRIMINDA
Aradan yıllar geçtikten sonra anlayacaktır. Sofya o günlükleri neden okuduğunu: “Lyovoçka’nın istediği bir okurdu, bir eş değil. Kendini onun diline, onun görüşüne adayacak biri.” Rus ruhu müstakbel okurunu ancak azizlerin dayanabileceği bir işkenceyle sınıyordu. Ona sadık, ona layık bir okur olabilecek miydi?
İlginçtir ki Tolstoy yaşlandıkça ideal okuru da değişiyordu. Sofya’nın deyişiyle “Şimdi de başka okurlar istiyordu: Çertkov, Saşa, Bulgakov, Makovitski…” Yaşlandıkça bedeni hiyerarşinin en alt basamağına yerleştirmek, bedenle ilgili her tür eylemi tiksindirici saymak… Artık şehveti değil zekâyı, bilgiyi, entelektüel aklı ve adanmışlığı temsil eden erkek dostluğuna yönelmek…
İşte Tolstoy’un son yıllarının özeti biraz da buydu. Değişen yalnızca Tolstoy’un bedeni değildi elbette. Estetik yönelimi de değişmişti. Tutkulu aşkları, ihanetleri anlattığı romanlarını bir kenara itmişti. Çünkü Çertkov’un temsil ettiği ‘erkek aklı’ bunu emrediyordu: “Romanlar kadınlar içindir, zamanlarını nasıl geçireceklerini bilmeyen şımarık burjuva kadınlar içindir.”
Sofya’ya göre ise, Tolstoy’un son dönemde yazdığı düzyazılar bir grup din fanatiğinden başka kimsenin yüz vermeyeceği ve para kazandırmayacak metinlerdi.
HUZURSUZ BİR RUH…
Unvanı, serveti, hiyerarşiyi reddeden Tolstoy’un yurdunda sarsılmaz bir entelektüel hiyerarşi kurulmuştu: Peygamberin bilgeleşen kaleminden ancak akıl yoksunu kadınların anlayabileceği duygusal satırlar değil, yoksul Rusya’yı hatta tüm dünyayı aydınlatacak kehanetler dökülmeliydi. Rusya gibi Tolstoy da yol ayrımındaydı artık. Ya bu yoksul ülkeye peygamber olmayı seçecekti ya da yayıncıların peşinden koştuğu romanlar yazarak Yasnaya Polyana’da lüks içinde ölmeyi. Ya roman yazmayı seçecekti ya da yoksul mujikleri kurtaracak ahlaki bir devrimin reçetesini. Ya bunca yıl kutsadığı ve bekçisi olarak da Sofya’yı atadığı aile’yi seçecekti ya da Rusya Ana’yı… Bir gece yarısı evden kaçıp bindiği tren nereye götürecekti Tolstoy’u? O hep arayıp durduğu Rus Ruhu’na mı? Her ne kadar Ruslar anlaşılamayacağı konusunda ısrar etseler de ‘Rus Ruhu’nun huzursuz, yerinde duramayan, kendine de başkalarına da rahat yüzü göstermeyen bir ruh olduğu herkesin malumu. Rusya, Tanrı’nın varlığı üzerine ‘meditasyon’ yapmak yerine, şakağına tabancayı dayayıp Tanrı’nın yokluğunu ispatlamaya çalışan çılgınlarla dolu bir ülke. Tanrı’yı, peygamberi, kiliseyi reddedip ‘yönsüz’ kaldığını hissettiğinde kendi bağrından yeni tanrılar, yeni peygamberler çıkaran çılgınlar…
İşte Tolstoy da bu çılgınlıktan türemiş bir peygamber. Rus Olimposu’nun hemen tüm tanrılarının lanetlediği Batılılaşmanın,
modernleşmenin karşısına dikilen Rus Ruhu… ‘Makine’ye, o ruhsuz canavara bir cevap vermek gerekmektedir.
Hayır salt bir ahlakçılık değildir bu; Baudelaire’den William Blake’e, Dostoyevski’den Wordsworth’e hemen bütün üdebanın yeni olan karşısında duyduğu korkudur daha çok. Makinenin ruhu ele geçireceği korkusu, ortalığı saran Faustların Mephistopheleslerin korkusu; katı olanın buharlaşıp gitmesi karşısında duyulan korku…
“Son İstasyon”da anlatılan o olağanüstü sahne ‘Batı’nın tekniği’ karşısında ancak sanat için eğilen Tolstoy’u öyle güzel resmeder ki: Bir dostu Tolstoy’a hediye olarak gramofon ve Tolstoy’un birkaç ay önce kaydedilmiş sesinin plağını getirir. Sofya ‘plağı pirinç borulu, ürkütücü düğmeleri olan o korkunç makineye’ koyar. Tolstoy’un ‘o tuhaf bir biçimde çarpıtılmış sesi’ evin içinde yankılanır.
Konuşan Tolstoy’dur evet. Ama o değildir de. Tolstoy’dan başka herkes duyduğundan, gördüğünden memnundur. Yalnızca o koltuğunda büzülüp ufacık kalmıştır. En sonunda “Uygarlık denen şeyin bütün saçma icatları gibi bu makine de yakında baş ağrısı olacak” deyip odadan çıkar. İşte o anda Sofya bu şeytan icadının kalbine bir Glinka düeti koyar.
Tolstoy gülümseyerek odaya girer. Haz düşmanı Tolstoy müzikten fazla zevk almayı onaylamasa da canavarın bağrından kopan ezgiyle kısa bir süreliğine de olsa yaşadığı yüzyılla, makineyle barışmıştır… Tarihçi E. H. Carr, Lenin’in çok sevdiği Beethoven’ı dinlemeyi kendine yasakladığını yazar. Öylesine etkilenmektedir ki, müzik onu düşünmekten, eyleme geçmekten alıkoymaktadır. Hazla çilekeşlik, eski ile yeni, ölüm ile yaşam arasında salınıp duran, yeni bir yüzyıl için kefaret ödemeye hazır Rus Ruhu’dur biraz da Lenin’i böyle davranmaya iten. Lenin onun için mi ölümünün ardından, “Lev Tolstoy öldü. Onun bir sanatçı olarak küresel
önemi, onun düşünür ve peygamber olarak küresel ünü ve diğer şeyler Rus devriminin küresel önemini kendine özgü bir şekilde yansıtıyor,” diye yazmıştı? Gariptir ki istasyonlar hem Lenin’in hem de Tolstoy’un hayatında önemli rol oynar. Lenin İsviçre’deki sürgünden dönerken bindiği mühürlü tren Finlandiya İstasyonu’na girer. Artık Tolstoy’u da Lenin’i de, onların sevdiği düzeni de sevmeyen çar yoktur. Tolstoy’un aramak için hasta, yorgun bir halde yollara düştüğü ‘ruh’ Finlandiya İstasyonu’ndadır.
Tolstoy’un ölümünden yedi yıl sonra, istasyona doluşan kalabalık Rus yeni yüzyılı için Lenin’i beklemektedir. Unvansız, mülksüz, ayrıcalıksız bir yüzyıl için… Tolstoy’un ektiği tohumlar meyvesini vermiş, mülksüzlerin çağı başlamıştır artık… Ama onun hayal ettiği gibi barışçı
bir şekilde değil…
