Yalom, kendi ‘divan’ına yatarsa...
ELİF TANRIYAR
Bütün hayatını insanları anlamak ve onlara da kendilerini anlamaları konusunda yardım etmeye adamış bir psikiyatr, bu kez ünlü ‘divan’ına kendisini oturtsa neler olurdu acaba? “Bazen yazmanın başlı başına zamanın geçişini ve kaçınılmaz ölümü bertaraf etmeye yönelik bir eylem olduğunu düşünüyorum. ‘Her sanatçının amacı hareketi yakalayıp sabitleyebilmektir ki bir noktada yabancı biri onu okuduğunda yeniden canlanabilsin.’ Bence bu fikir, yazma tutkumu ve yazmaktan hiç vazgeçmememi açıklıyor,” diyor Irvin D. Yalom, “Bir Psikiyatristin Anıları” adını taşıyan ve Pegasus Yayınları etiketiyle Türkçeye çevrilen kitabında. Kuşkusuz bunu yalnızca okuru olan bizlere değil, asıl olarak 85 yaşın olgunluğuyla, durup kendi hayatını yeniden yakalamak isteyen kendine de söylüyor.
Yalom, bugün dünyanın en çok tanınan psikiyatristlerinden ve en çok okunan yazarlarından biri olsa da hayat hiç de kolay başlamamış aslında onun için. Rusya göçmeni, belli bir eğitimi olmayan, yoksul sayılabilecek Musevi bir ailenin ikinci çocuğu olarak 13 Haziran 1931’de Washington’da dünyaya gelmiş. Kendisini bildi bileli okumayı çok seven Yalom, çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını da babasının bakkal dükkanının üst katındaki evlerinde ve şehrin kütüphanesinde kitap okuyarak geçirdiğini söylüyor. Babasını nazik, ince ve sessiz biri olarak nitelendiren ve onu istediği kadar yakından tanıyamadığı için bugün bile büyük bir pişmanlık duyan Yalom, annesiyle yaşadıkları bir tartışmanın ardından ona karşı ise hayatının sonuna dek bir soğukluk ve mesafe hissetmeyi sürdürdüğünü aktarıyor. Yine de ailesinin kendisi için yaptığı fedakarlıkların farkında olan Yalom, çıkışı çok çalışarak (kendisini paralama derecesinde) tıp eğitimine adım atabilmekte bulmuş.
YARDIMCI OLMAK
Yalom’un anılarını okuduğunuzda, o ilk gençlik yıllarının belki de Yalom’un hayatının en zorlu dönemi olduğunu fark ediyorsunuz. Tüm çalışkanlığına ve
parlak zekasına rağmen ailesinin görece yoksulluğundan ve eğitimsizliğinden arkadaşlarına karşı utanç duyan Yalom, bir de bugün bile hâlâ büyük bir aşkla bağlı olduğu eşi Marilyn ile tanıştığı o yıllarda, bu harika kıza karşı kendini eksik hissetmekten kurtulamıyor. Zeki, güzel, esprili ve entelektüel Marilyn üniversite eğitimi için çok sevdiği Fransa’ya gidince iyice karalar bağlayan Yalom, yine de hem tıp fakültesine girmeyi hem de hayallerinin kadınıyla evlenmeyi başarıyor. Sonrası ise dünyanın dört bir yanına yapılan seyahatlerle daha da zenginleşen bir hayata evriliyor ve mesleğine yaptığı katkılarla, öncü kimliğiyle giderek parlayan bir kariyerle sürüyor. Hatta mesleğine olan ilgisini şöyle anlatıyor kitabında: “Edebiyat aşkım bir yana, tıp benim için her zaman asli seçenek oldu çünkü bilim de beni cezbediyordu; özellikle de biyoloji, embriyoloji ve biyokimya. Ayrıca insanlara yardımcı olma arzum da çok güçlüydü.”
Yine de o ilk yıllara dair duyduğu en yoğun duygu utançtır Yalom’un. Ve de kendisine yön gösterecek donanımlı bir büyüğün, bir mentorun eksikliği… Bugünse ilginçtir, Yalom’un kendi yaşamına doğru giriştiği bu hatırlama ve analiz sürecinde, asıl olarak bu ‘utanç’ duygusundan duyduğu utanç duygusuyla yüzleştiğini fark ediyorsunuz. Hem ailesi aslında gurur duyacağı kadar destekleyici bir aile olmuş hem de o hiç farkında olmasa da hayatı hep ona yön gösteren nice değerli kişiyle ve ‘mentor’la kesişmiş. Bunlardan ilki, ihtisasını yaptığı Johns Hopkins Hastanesi’nde çalışırken haftalık derslerine katıldığı hem tıp hem de bilim doktoru olan Jerome Frank’tir. Ondan iki şey öğrenir Yalom: Araştırma yöntemlerinin ve grup terapisinin temel ilkeleri… Ancak onun hayatında ve kariyerinde asıl vurucu etkiyi yaratan kişi Rollo May’dir! Onunla ilgili anılarında şu cümleyi paylaşıyor Yalom: “İlk senemin sonlarına doğru psikolog Rollo May’in yeni yayımlanan ‘Existence’ (Varoluş) kitabı dikkatimi çekti. İçinde May imzası taşıyan dört dörtlük iki uzun makalenin yanı sıra (Ludwig Binswanger, Erwin Straus ve Eugene Minkowski gibi) Avrupalı terapistlerin ve filozofların tercüme edilmiş metinlerinden oluşan bölümler de yer alıyordu. Bu kitap hayatımı değiştirdi. Bölümlerin çoğu konuyu aydınlatmaktan ziyade karmaşıklaştırmaya yarayan, kulağa hayli derin gelen bir üslupla yazılmış olsa da May’in makaleleri bariz bir berraklığa sahipti. Varoluşçu düşüncenin temel ilkelerini ortaya koymuş ve beni Soren Kierkegaard’la, Friedrich Nietzsche’yle ve diğer varoluşçu düşünürlerle tanıştırmıştı.”
ROLLO MAY’İN ETKİSİ
May’in kitabı onu felsefe eğitimine başlayacak kadar etkiler. Asistanlığının ikinci yılında Johns Hopkins Üniversitesi’nde Batı felsefesi üzerine bir derse yazılır. Dersin ardından da felsefe alanında kendini geliştirmeye devam eder. Hem Hopkins’te hem de daha sonra çalışacağı Stanford’da çeşitli derslere katılır. Edindiği bu bilgileri kendi alanı olan psikoterapide nasıl kullanabileceği hakkında en ufak bir fikri olmasa da ömrünü adayacağı bir uğraş bulduğunun içten içe farkındadır Yalom.
Johns Hopkins’teki ihtisasını tamamlamasının ardından askerlik hizmetini iki yıl boyunca kendi deyişiyle de ‘cennette’ Hawaii’de yapar. Hawaii, o döneme kadar eğitim ve çalışmayla hayli yıpratıcı geçen hayatına sakin bir dinlenme ve yeniden kendini bulma alanı gibi gelecek, sevgili eşi Marilyn’le de birbirlerine yakınlaştıracaktır. O günden sonra hayatlarına hep egzotik ada tatillerini ekleyen çift, uzun evlilikleri boyunca hem en yakın entelektüel dostlar hem de âşıklar olmayı sürdürür. Askerliğin ardından çalışma yeri olarak seçtiği Stanford ise artık Yalom’un resmi kariyerinin, San Francisco Palo Alto ise yuvasının son adresi olacaktır.
1960’lar tüm dünyaya her alanda güçlü değişim rüzgarları getirse de Yalom kendini genelde işine verip büyük oranda apolitik geçirmeyi tercih eder. Bu arada kızları ve iki oğlun ardından 1969 yılında son oğullarının da doğumuyla çift, dört çocuk sahibi olur. Ancak o yıllara dair Yalom’un aklında kalacak en büyük acı kuşkusuz, çok sevdiği babasını bir gün, üstelik yanı başında otururken aniden yitirmek olacaktır. Bu kaybın izlerini günümüze dek taşır Yalom. Ancak hayat devam eder ve kendisi o sırada bilmese de onu büyük bir hızla asıl hedefine doğru taşımaktadır.
FELSEFEYE OLAN İLGİSİ
“Bu anı kitabını yazmak, yaşamımın bir de yazar kimliğimle olan seyrine dönüp bakmama neden oldu,” diyor ve ekliyor: “Bir noktada diğer akademisyenlere yönelik araştırma makaleleri ve kitaplar yazmayı bırakıp daha genel bir kitle için terapi kitapları yazmaya başlamışım. Bu metamorfozun ilk işaretlerini kendisi gibi tuhaf bir başlığı olan 1974 tarihli kitabımda buldum: ‘Her Gün Biraz Daha Yakın’. Bu kitapta nicel araştırma dilinden uzaklaşmış, hayatım boyunca okuduğum hikaye anlatıcılarına benzemeye çalışmışım. Psikoterapi eğitimi vermeye dört roman ve üç hikaye derlemesi aracılığıyla devam edeceğimi daha o zamanlar ben de bilmiyordum.”
Yalom’un metamorfozu 1960’larda, Stanford’da bursla okuyan Ginny Elkins adında bir yaratıcı yazarlık öğrencisini terapi grubuna dahil etmesiyle başlar. Utangaç biri olan Ginny’le terapiyi birbirlerine karşılıklı yazdıkları notlarla ilerletmeye karar vermesi, Yalom’un aynı zamanda bir yazar olarak kendi sesini bulmak isteme arzusunda rehber olur. Bir nevi mektup türünde olan, ama roman havası taşıyan bu yazışmalar zamanla bir kitaba dönüşecek ve böylece Yalom’un yazarlık yolundaki ilk metamorfozu da başlayacaktır.
Aynı dönemde psikiyatri kariyerinde dönüm noktası olarak görülebilecek bir olay daha yaşanır. Oxford’da 1974 yılında grup terapisi üzerine bir kitap yazmak için inzivaya çekilir. Bir araştırma yapmaya koyulur. Araştırması için başarılı grup terapi hastalarına sorular verir. Bu sorulara son dakikada ‘varoluşsal faktörler’ başlıklı ek yapar ve bunların, katılımcılar tarafından kendilerine en çok yardımı dokunan sorular olarak belirlendiğini fark eder. Bu tespiti onu daha sonra varoluşçu psikoterapi konusunda, alanının en önemli isimlerinden biri haline getirecektir ve artık kültleşminitelikteki “Varoluşçu Psikoterapi” kitabının doğmasına vesile olacaktır.
Felsefeyi kendi mesleğine taşımanın yollarını arayan Yalom; Rollo May’in kitabını okumakla ve hatta üniversiteden ders almakla bu düşüncesinin temellerini sağlam bir şekilde atar. Derken giderek bu konuda bir kitap yazma düşüncesiyle haşir neşir olmaya başlar. Ve hatta tıp bilimiyle baştaki ilişkisi giderek zayıflar ve ilgisi giderek beşeri bilimlere doğru kaymaya başlar.
Aylarca çalışıp düşündükten sonra, varoluşçu bir psikoterapi yaklaşımının odak noktasının ölümle karşılaşma olması gerektiğine karar verir. Konuyu daha iyi kavrayabilmek için ölümcül hastalarla yakından çalışmalar yapmaya başlar. Bu kararı, onun hem ölümle yüzleşme konusunda özgün bir varoluşçu psikoterapi yöntemi geliştirmesine hem de belki de konuyla ilgili en başarılı kitapları yazmasına neden olacaktır. Ama asıl olarak kendisinin ölüm korkusuyla yüzleşmesine de yarayacaktır. Kendi ölüm kaygısıyla, öncelikle Rollo May’den aldığı terapi yardımıyla yüzleşme cesaretine sahip olduğunu da bu terapilerin daha sonra May’in ölümüne dek sürecek derin bir dostluğa vesile olacağını da söylemeden geçmeyelim. Kitabında May ile ilgili şu cümleleri kurar Yalom: “Şimdi düşünüyorum da Rollo’nun bana verdiği mevcudiyetiydi. Bana çokça ihtiyaç duyduğum şekilde babalık etmişti. Beni anlayan ve kabul eden yaşça büyük bir adamdı. ‘Varoluşçu Psikoterapi’nin taslağını okuduğunda bana bunun güzel bir kitap olduğunu söylemiş ve arka kapak için güçlü bir övgü yazısı yazmıştı. Daha sonraki bir kitabın, ‘Aşkın Celladı’nın arka kapağı için yazdığı cümle de (‘Yalom bizi kuşatan şeytanları tıpkı bir melek gibi anlatıyor’) bugüne dek aldığım en büyük iltifattır.”
KÜLTLEŞMIŞ KITAP
Derken kült kitap “Varoluşçu Psikoterapi” doğar. Yalom kitabın her bir bölümünde (ölüm, özgürlük, yalıtım ve anlam) kaynaklarını, klinik gözlemlerini, eserlerinden yararlandığı filozofları bir bir sıralar. Yalom, o dönem aklının ucundan bile geçirmese de bu kitap, bugün alanının en özgün ve kültleşmiş çalışması olarak görülür. Yalom’un tüm kariyerini adadığı varoluşçu psikoterapi ise psikiyatri biliminin en popüler alanlarından biri olarak görülüyor. Kendisi ise “‘Varoluşçu Psikoterapi’ kitabımı hep olmayan bir dersin kaynak kitabı olarak düşünmüşsem de aklımda hiç yeni bir psikoterapi alanı yaratmak gibi bir fikir yoktu,” diyor ve şunu ekliyor: “Tek amacım, tüm terapistlerin hastalarının yaşamlarındaki varoluşçu meselelere dair farkındalığını artırmaktı.”
Yalom, o yıllarda ise artık felsefe eğitimine Doğu düşüncesi alanında devam etmeye karar verir. Bu alana dair hiçbir bilgisi yoktur ve konuyu tam da yerinde öğrenmek üzere Hindistan’a gitmekten ve hatta buradaki bir aşramda iki haftalık bir sessizlik inzivasına girerek günlerini meditasyon uygulamalarıyla geçirmekten dahi geri kalmaz.
Hindistan, Uzakdoğu’yla tanışmasının ilk durağıdır. Birkaç yıl sonra ardından gelecek olan Japonya ve Çin yolculuğu ise ona yeni armağanlar sunacaktır. Şangay’da tesadüfen girdiği, terk edilmiş bir Katolik kilisesindeki günah çıkarma koltuğunda oturma deneyimi, ona aniden gelen bir esin verir: “Bu kadim otorite koltuğunda bir saat kadar oturup düşündükten sonra harika bir şey oldu: ‘Üç Açılmamış Mektup’ öyküsünün tamamı birden hayalimde canlandı. İşte bu, sonunda ‘Aşkın Celladı’ adını vereceğim derlemenin ilk parçasıydı.”
Ve böylece geliyoruz Irvin Yalom’u bugün dünya çapında bir şöhrete dönüştürecek asıl kitaplarına… Ani bir esinle yazmaya başladığı ve çeşitli terapi öykülerini içeren “Aşkın Celladı”, yayımlandıktan birkaç hafta sonra, o bunu hiç beklemezken, New York Times’ın çoksatanlar listesine girer ve haftalarca orada kalır. Ufukta ise ona asıl şöhreti getirecek, sıradışı ve son derece orijinal bir roman vardır. Bugün Yalom’un adıyla özdeşleşen, bir diğer kült kitap “Nietzsche Ağladığında”dadır bu…
Kitabın yazılış süreci ve içinde kopan fırtınaları şöyle aktarır kitabında Yalom: “Şimdi de iki arzum arasında kalmıştım: Stanford’daki araştırma ve eğitim hayatıma devam etmek veya gözümü karartıp bir roman yazmaya çalışmak. İçimdeki bu çekişmeye dair pek az şey hatırlıyorum. Tek bildiğim sonunda bu ikisini bir araya getiren bir çözüm bulduğumdur: Eğitici bir roman yazıp öğrencilerimi geçmişe, 19. yüzyılın Viyana’sına doğru bir yolculuğa çıkarmak ve onlara psikoterapinin doğuşuna şahit olma imkanı vermek. Neden Nietzsche? Freud’un psikoterapiyi yoktan var ettiği dönemde yaşasa da kendisi hiçbir zaman psikiyatriyle ilişkili görülmemiştir. Oysa Nietzsche’nin eserlerine serpiştirilmiş ve psikoterapinin doğuşundan çok önce yazılmış görüşlerinin pek çoğu terapistlerin eğitiminde kullanılabilir.”
Yalom’un, ustalıklı bir kurguyla Nietzsche’yi, Freud’un hem hocası hem de akıl danışmanı olan Doktor Josef Breur’le görüştürmesi çevresinde gelişen roman, ona asıl olarak dünya çapında bir şöhretin kapılarını açar. Toplamda 27 dile çevrilir. Ödüller kazanır ve Yalom’un da pek çok uluslararası davet almasına yol açar. Bu kültleşmiş roman zaman içinde filme de uyarlanır.
‘YALAN SÖYLEYECEĞİM’
Sıra, bir diğer ünlü kitabı olan “Divan”a gelir: “İsminin çift anlamlı olması çok hoşuma gitmişti; kitabımda hem epeyce yalan söylenecek hem de divanda psikoterapiden bol bol bahsedilecekti. Romancı olarak çıraklık dönemim artık geride kaldığından yan tekerleklerimi attım, artık karakterlerimi ve olayları belli bir tarihsel şablona oturtmaya ihtiyacım yoktu. Bu yeni projemde tamamen kurgusal bir olay akışı yaratmanın keyfini sürecektim. Tüm karakterler uydurma olacaktı. Ve eğer dünya sandığımdan daha delice bir yer değilse, bu defa olaylar ne şekilde gelişirse gelişsin gerçek olması ‘mümkün olmayan’ bir hikaye ortaya çıkacaktı. Mizahi bir dile sahip olacak bu romanın altında aslında gayet ciddi ve önemli sorulara cevap arayacaktım. İlk psikanalistlerin savunduğu üzere bizler gerçek benliklerimizi geride tutup boş bir perde gibi olmalı, yalnızca yorumlar mı yapmalıyız? Yoksa açık ve içten davranıp hastalarımızla kendi duygu ve düşüncelerimizi paylaşmalı mıyız? Öyleyse bunun ne gibi tehlikeleri olabilir?”
Terapideki asıl dönüştürücü gücün,
iki insan arasında kurulan derinlikli ilişki olduğu fikrinden yola çıkarak kaleme aldığı ve Ernest Lash adlı bir psikanalistin öyküsü üzerinden terapi örneklerini anlattığı bu kitap da yine çok başarılı olacak ve film yapılmak istenecektir. Annesiyle ilgili gördüğü bir rüyanın ardından yazmaya karar verdiği “Annem ve Hayatın Anlamı” kendi deyişiyle bugüne dek yazdığı en etkili öğretici öykü olan “Yas Terapisinde Yedi İleri Ders”i içermesiyle Yalom’un külliyatında özel bir yere sahip olur. Bunun ardından gelecek olan “Bağışlanan Terapi” ise genç terapistler için bir rehber kitap olabilmesi arzusuyla kaleme alınır. “‘Bağışlanan Terapi’yi bugün tekrar okuyunca kendimi çırılçıplak kalmış hissediyorum; sevdiğim ne kadar taktik ve yanıt varsa hepsini gözler önüne sermişim,” diyen Yalom, gerçekten de genç meslektaşları için tüm birikimini çekinmeden, saklamadan aktarır.
HİKAYELERİN SONU
Daha sonra gelecek kitaplardan olan “Bugünü Yaşama Arzusu: Schopenhauer Tedavisi” etkili bir grup terapisini en iyi örneklendiren metinlerden mürekkeptir. Paralelinde, Schopenhauer’ın öğretilerini aktarabilmek amacıyla biyografisinin dönüşümlü olarak verildiği ilginç bir örnek olacaktır. Benzer bir şekilde bu kez de bir başka düşünürün, Epikür’ün eserlerini ölüm kaygısı üzerine kurgusal olmayan bir kitapta tartışma fikrinden yola çıkan “Güneşe Bakmak - Ölümle Yüzleşmek” de bir anlamda onu tamamlayan bir eserdir. Kendi ölüm kaygısını ise yazmakla yenmeyi sürdürür. Öte yandan, bir diğer filozofun etrafında dönen “Spinoza Problemi” ise belki de onun en ilginç kurgusal romanı olur. Bu kitap bir yandan da çok sevdiği tarihle ve kendi geçmişiyle de yakından ilgili olan Naziler üstüne de bir hikaye anlatmasını sağlayacaktır. “Diğer romanlarımın aksine ‘Spinoza Problemi’ eğitici bir roman değil. Yine de kitapta psikoterapinin önemli bir rolü var” diyen Yalom, “Bir sonraki projem olan ‘Günübirlik Hayatlar’ içinse uzun uzadıya araştırma yapmam gerekmedi,” sözlerini kullanır ve ekler: “Tek yapmam gereken, ‘yazı fikirleri’ dosyama son bir defa bakmaktı. Dosyadaki klinik notları potansiyeli olan bir tanesini bulana dek tekrar tekrar okuyor, sonra da bulduğumu merkez alarak bir hikaye oluşturuyordum. Kitaptaki hikayelerin çoğu tek seanslık ve yine çoğunda yaşamın ileriki yıllarında baş gösteren emeklilik, yaşlanma, ölümle yüzleşme gibi sorunlarla mücadele eden yaşlı hastalardan bahsediliyor. Her kitabımda olduğu üzere (‘Spinoza Problemi’ hariç) hedef kitlem yine psikoterapi sanatına dair rehberliğe ihtiyaç duyan genç psikoterapistler.”
Yalom Türkçeye yeni çevrilen “Bir Psikiyatristin Anıları” kitabında yaşlanma, emeklilik, ölümle yüzleşme gibi konulardan bahsediyor olabilir, ancak 90’ına merdiven dayadığı bugünlerde onun emekliye ayrılıp köşesine çekildiğini sanmayın sakın.
Artık uzun yolculuklar yapamasa da video konferans sayesinde hâlâ genç meslektaşlarına bilgilendirici seminerler vermeyi de Skype gibi son teknolojik nimetler sayesinde online olarak aralarında Türkiye’den bile olan uluslararası nitelikteki hastalarına hâlâ terapi uygulamayı da sürdürüyor. Ve bizler için en önemlisi hâlâ yazıyor ve varlığından dahi haberimizin olmadığı en derin kaygı ve sorunlarımızla nasıl yüzleşeceğimizi ve onlarla nasıl başa çıkabileceğimizi de hâlâ bizlere gösteriyor. Bunu nasıl yapabiliyor? Kuşkusuz en büyük tutkusu olan yazma aracılığıyla şifasını bularak ve “Bir Psikiyatristin Anıları”nda da görüldüğü gibi kendi ruhuna dahi en çıplak gözle bakmaktan ve ‘güneşe bakmak’ misali gözlerini dikmekten korkmayarak başarıyor.
O zaman cümlelerimizi onun kendi sözleriyle bitirelim: “‘Aşkın Celladı’nın yeni baskısına yazdığım sonsözü, gençken duysam çok şaşıracağım bir tespitle bitirdim: Seksen yaşın manzarası umduğumdan da güzel çıkmıştı. İleriki yaşlarda hayatın ardı ardına yaşanan kayıplardan ibaret olduğunu inkar edemem ama öyle bile olsa yetmişli, seksenli ve hatta doksanlı yaşlarımda hiç öngörmediğim oranda huzur ve mutluluk yakalamıştım. Bir de bonus: İnsanın kendi eserlerini okuması çok daha heyecanlı olabiliyor! Hafıza kaybının da kendine göre bazı avantajları var. Hikayelerin sonunu hiç hatırlamıyorum çünkü!”
