Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Yalom, kendi ‘divan’ına yatarsa...
Ocak 2018

Yalom, kendi ‘divan’ına yatarsa...

Irvin D. Yalom yeni kitabında yaşlanma, emeklilik, ölümle yüzleşme gibi konulardan bahsediyor. Ama 90’ına merdiven dayadığı bugünlerde onun emekliye ayrılıp köşesine çekildiğini sanmayın. Hâlâ insanları anlamak için yazmaya ve terapilerine devam ediyor.

ELİF TANRIYAR

 

Bütün hayatını insanları anlamak ve onlara da kendilerini anlamala­rı konusunda yardım etmeye ada­mış bir psikiyatr, bu kez ünlü ‘divan’ına kendisini oturtsa neler olurdu acaba? “Bazen yazmanın başlı başına zamanın geçişini ve kaçınılmaz ölümü bertaraf etmeye yönelik bir eylem olduğunu dü­şünüyorum. ‘Her sanatçının amacı hare­keti yakalayıp sabitleyebilmektir ki bir noktada yabancı biri onu okuduğunda yeniden canlanabilsin.’ Bence bu fikir, yazma tutkumu ve yazmaktan hiç vaz­geçmememi açıklıyor,” diyor Irvin D. Yalom, “Bir Psikiyatristin Anıları” adını taşıyan ve Pegasus Yayınları etiketiyle Türkçeye çevrilen kitabında. Kuşkusuz bunu yalnızca okuru olan bizlere değil, asıl olarak 85 yaşın olgunluğuyla, durup kendi hayatını yeniden yakalamak iste­yen kendine de söylüyor.

Yalom, bugün dünyanın en çok ta­nınan psikiyatristlerinden ve en çok okunan yazarlarından biri olsa da hayat hiç de kolay başlamamış aslında onun için. Rusya göçmeni, belli bir eğitimi ol­mayan, yoksul sayılabilecek Musevi bir ailenin ikinci çocuğu olarak 13 Haziran 1931’de Washington’da dünyaya gelmiş. Kendisini bildi bileli okumayı çok seven Yalom, çocukluğunu ve ilk gençlik yıl­larını da babasının bakkal dükkanının üst katındaki evlerinde ve şehrin kütüp­hanesinde kitap okuyarak geçirdiğini söylüyor. Babasını nazik, ince ve sessiz biri olarak nitelendiren ve onu istediği kadar yakından tanıyamadığı için bugün bile büyük bir pişmanlık duyan Yalom, annesiyle yaşadıkları bir tartışmanın ardından ona karşı ise hayatının sonuna dek bir soğukluk ve mesafe hissetmeyi sürdürdüğünü aktarıyor. Yine de ailesi­nin kendisi için yaptığı fedakarlıkların farkında olan Yalom, çıkışı çok çalışarak (kendisini paralama derecesinde) tıp eğitimine adım atabilmekte bulmuş.

 

YARDIMCI OLMAK

 

Yalom’un anılarını okuduğunuzda, o ilk gençlik yıllarının belki de Yalom’un hayatının en zorlu dönemi olduğunu fark ediyorsunuz. Tüm çalışkanlığına ve

 parlak zekasına rağmen ailesinin görece yoksulluğundan ve eğitimsizliğinden ar­kadaşlarına karşı utanç duyan Yalom, bir de bugün bile hâlâ büyük bir aşkla bağlı olduğu eşi Marilyn ile tanıştığı o yıllar­da, bu harika kıza karşı kendini eksik hissetmekten kurtulamıyor. Zeki, güzel, esprili ve entelektüel Marilyn üniversite eğitimi için çok sevdiği Fransa’ya gidin­ce iyice karalar bağlayan Yalom, yine de hem tıp fakültesine girmeyi hem de ha­yallerinin kadınıyla evlenmeyi başarı­yor. Sonrası ise dünyanın dört bir yanına yapılan seyahatlerle daha da zenginleşen bir hayata evriliyor ve mesleğine yaptığı katkılarla, öncü kimliğiyle giderek parla­yan bir kariyerle sürüyor. Hatta mesleği­ne olan ilgisini şöyle anlatıyor kitabında: “Edebiyat aşkım bir yana, tıp benim için her zaman asli seçenek oldu çünkü bilim de beni cezbediyordu; özellikle de biyo­loji, embriyoloji ve biyokimya. Ayrıca insanlara yardımcı olma arzum da çok güçlüydü.”

Yine de o ilk yıllara dair duyduğu en yoğun duygu utançtır Yalom’un. Ve de kendisine yön gösterecek donanımlı bir büyüğün, bir mentorun eksikliği… Bu­günse ilginçtir, Yalom’un kendi yaşamı­na doğru giriştiği bu hatırlama ve analiz sürecinde, asıl olarak bu ‘utanç’ duygu­sundan duyduğu utanç duygusuyla yüz­leştiğini fark ediyorsunuz. Hem ailesi aslında gurur duyacağı kadar destekle­yici bir aile olmuş hem de o hiç farkında olmasa da hayatı hep ona yön gösteren nice değerli kişiyle ve ‘mentor’la kesiş­miş. Bunlardan ilki, ihtisasını yaptığı Johns Hopkins Hastanesi’nde çalışırken haftalık derslerine katıldığı hem tıp hem de bilim doktoru olan Jerome Frank’tir. Ondan iki şey öğrenir Yalom: Araştırma yöntemlerinin ve grup terapisinin te­mel ilkeleri… Ancak onun hayatında ve kariyerinde asıl vurucu etkiyi yaratan kişi Rollo May’dir! Onunla ilgili anıla­rında şu cümleyi paylaşıyor Yalom: “İlk senemin sonlarına doğru psikolog Rollo May’in yeni yayımlanan ‘Existence’ (Va­roluş) kitabı dikkatimi çekti. İçinde May imzası taşıyan dört dörtlük iki uzun ma­kalenin yanı sıra (Ludwig Binswanger, Erwin Straus ve Eugene Minkowski gibi) Avrupalı terapistlerin ve filozofların tercüme edilmiş metinlerinden oluşan bölümler de yer alıyordu. Bu kitap ha­yatımı değiştirdi. Bölümlerin çoğu ko­nuyu aydınlatmaktan ziyade karmaşık­laştırmaya yarayan, kulağa hayli derin gelen bir üslupla yazılmış olsa da May’in makaleleri bariz bir berraklığa sahipti. Varoluşçu düşüncenin temel ilkelerini ortaya koymuş ve beni Soren Kierkega­ard’la, Friedrich Nietzsche’yle ve diğer varoluşçu düşünürlerle tanıştırmıştı.”

 

ROLLO MAY’İN ETKİSİ

 

May’in kitabı onu felsefe eğitimine başlayacak kadar etkiler. Asistanlığının ikinci yılında Johns Hopkins Üniversi­tesi’nde Batı felsefesi üzerine bir derse yazılır. Dersin ardından da felsefe ala­nında kendini geliştirmeye devam eder. Hem Hopkins’te hem de daha sonra ça­lışacağı Stanford’da çeşitli derslere katı­lır. Edindiği bu bilgileri kendi alanı olan psikoterapide nasıl kullanabileceği hak­kında en ufak bir fikri olmasa da ömrünü adayacağı bir uğraş bulduğunun içten içe farkındadır Yalom.

Johns Hopkins’teki ihtisasını ta­mamlamasının ardından askerlik hiz­metini iki yıl boyunca kendi deyişiyle de ‘cennette’ Hawaii’de yapar. Hawaii, o döneme kadar eğitim ve çalışmayla hayli yıpratıcı geçen hayatına sakin bir dinlenme ve yeniden kendini bulma alanı gibi gelecek, sevgili eşi Marilyn’le de birbirlerine yakınlaştıracaktır. O günden sonra hayatlarına hep egzotik ada tatillerini ekleyen çift, uzun evlilik­leri boyunca hem en yakın entelektüel dostlar hem de âşıklar olmayı sürdürür. Askerliğin ardından çalışma yeri olarak seçtiği Stanford ise artık Yalom’un resmi kariyerinin, San Francisco Palo Alto ise yuvasının son adresi olacaktır.

1960’lar tüm dünyaya her alanda güçlü değişim rüzgarları getirse de Ya­lom kendini genelde işine verip büyük oranda apolitik geçirmeyi tercih eder. Bu arada kızları ve iki oğlun ardından 1969 yılında son oğullarının da doğu­muyla çift, dört çocuk sahibi olur. Ancak o yıllara dair Yalom’un aklında kalacak en büyük acı kuşkusuz, çok sevdiği baba­sını bir gün, üstelik yanı başında oturur­ken aniden yitirmek olacaktır. Bu kaybın izlerini günümüze dek taşır Yalom. An­cak hayat devam eder ve kendisi o sırada bilmese de onu büyük bir hızla asıl hede­fine doğru taşımaktadır.

 

 FELSEFEYE OLAN İLGİSİ

 

“Bu anı kitabını yazmak, yaşamımın bir de yazar kimliğimle olan seyrine dö­nüp bakmama neden oldu,” diyor ve ekli­yor: “Bir noktada diğer akademisyenlere yönelik araştırma makaleleri ve kitaplar yazmayı bırakıp daha genel bir kitle için terapi kitapları yazmaya başlamışım. Bu metamorfozun ilk işaretlerini kendisi gibi tuhaf bir başlığı olan 1974 tarihli ki­tabımda buldum: ‘Her Gün Biraz Daha Yakın’. Bu kitapta nicel araştırma dilin­den uzaklaşmış, hayatım boyunca oku­duğum hikaye anlatıcılarına benzemeye çalışmışım. Psikoterapi eğitimi vermeye dört roman ve üç hikaye derlemesi aracı­lığıyla devam edeceğimi daha o zamanlar ben de bilmiyordum.”

Yalom’un metamorfozu 1960’larda, Stanford’da bursla okuyan Ginny Elkins adında bir yaratıcı yazarlık öğrencisini terapi grubuna dahil etmesiyle başlar. Utangaç biri olan Ginny’le terapiyi bir­birlerine karşılıklı yazdıkları notlarla ilerletmeye karar vermesi, Yalom’un aynı zamanda bir yazar olarak kendi se­sini bulmak isteme arzusunda rehber olur. Bir nevi mektup türünde olan, ama roman havası taşıyan bu yazışmalar za­manla bir kitaba dönüşecek ve böylece Yalom’un yazarlık yolundaki ilk meta­morfozu da başlayacaktır.

Aynı dönemde psikiyatri kariyerin­de dönüm noktası olarak görülebilecek bir olay daha yaşanır. Oxford’da 1974 yılında grup terapisi üzerine bir kitap yazmak için inzivaya çekilir. Bir araştır­ma yapmaya koyulur. Araştırması için başarılı grup terapi hastalarına sorular verir. Bu sorulara son dakikada ‘varoluş­sal faktörler’ başlıklı ek yapar ve bunla­rın, katılımcılar tarafından kendilerine en çok yardımı dokunan sorular olarak belirlendiğini fark eder. Bu tespiti onu daha sonra varoluşçu psikoterapi konu­sunda, alanının en önemli isimlerinden biri haline getirecektir ve artık kültleş­minitelikteki “Varoluşçu Psikoterapi” kitabının doğmasına vesile olacaktır.

Felsefeyi kendi mesleğine taşımanın yollarını arayan Yalom; Rollo May’in ki­tabını okumakla ve hatta üniversiteden ders almakla bu düşüncesinin temel­lerini sağlam bir şekilde atar. Derken giderek bu konuda bir kitap yazma dü­şüncesiyle haşir neşir olmaya başlar. Ve hatta tıp bilimiyle baştaki ilişkisi giderek zayıflar ve ilgisi giderek beşeri bilimlere doğru kaymaya başlar.

Aylarca çalışıp düşündükten sonra, varoluşçu bir psikoterapi yaklaşımının odak noktasının ölümle karşılaşma ol­ması gerektiğine karar verir. Konuyu daha iyi kavrayabilmek için ölümcül hastalarla yakından çalışmalar yapmaya başlar. Bu kararı, onun hem ölümle yüz­leşme konusunda özgün bir varoluşçu psikoterapi yöntemi geliştirmesine hem de belki de konuyla ilgili en başarılı ki­tapları yazmasına neden olacaktır. Ama asıl olarak kendisinin ölüm korkusuyla yüzleşmesine de yarayacaktır. Kendi ölüm kaygısıyla, öncelikle Rollo May’den aldığı terapi yardımıyla yüzleşme cesa­retine sahip olduğunu da bu terapilerin daha sonra May’in ölümüne dek süre­cek derin bir dostluğa vesile olacağını da söylemeden geçmeyelim. Kitabında May ile ilgili şu cümleleri kurar Yalom: “Şimdi düşünüyorum da Rollo’nun bana verdiği mevcudiyetiydi. Bana çokça ih­tiyaç duyduğum şekilde babalık etmişti. Beni anlayan ve kabul eden yaşça büyük bir adamdı. ‘Varoluşçu Psikoterapi’nin taslağını okuduğunda bana bunun güzel bir kitap olduğunu söylemiş ve arka ka­pak için güçlü bir övgü yazısı yazmıştı. Daha sonraki bir kitabın, ‘Aşkın Cella­dı’nın arka kapağı için yazdığı cümle de (‘Yalom bizi kuşatan şeytanları tıpkı bir melek gibi anlatıyor’) bugüne dek aldı­ğım en büyük iltifattır.”

 

KÜLTLEŞMIŞ KITAP

 

Derken kült kitap “Varoluşçu Psi­koterapi” doğar. Yalom kitabın her bir bölümünde (ölüm, özgürlük, yalıtım ve anlam) kaynaklarını, klinik gözlemleri­ni, eserlerinden yararlandığı filozofları bir bir sıralar. Yalom, o dönem aklının ucundan bile geçirmese de bu kitap, bugün alanının en özgün ve kültleşmiş çalışması olarak görülür. Yalom’un tüm kariyerini adadığı varoluşçu psikoterapi ise psikiyatri biliminin en popüler alan­larından biri olarak görülüyor. Kendisi ise “‘Varoluşçu Psikoterapi’ kitabımı hep olmayan bir dersin kaynak kitabı olarak düşünmüşsem de aklımda hiç yeni bir psikoterapi alanı yaratmak gibi bir fikir yoktu,” diyor ve şunu ekliyor: “Tek ama­cım, tüm terapistlerin hastalarının ya­şamlarındaki varoluşçu meselelere dair farkındalığını artırmaktı.”

Yalom, o yıllarda ise artık felsefe eği­timine Doğu düşüncesi alanında devam etmeye karar verir. Bu alana dair hiçbir bilgisi yoktur ve konuyu tam da yerinde öğrenmek üzere Hindistan’a gitmekten ve hatta buradaki bir aşramda iki hafta­lık bir sessizlik inzivasına girerek günle­rini meditasyon uygulamalarıyla geçir­mekten dahi geri kalmaz.

Hindistan, Uzakdoğu’yla tanışması­nın ilk durağıdır. Birkaç yıl sonra ardın­dan gelecek olan Japonya ve Çin yolcu­luğu ise ona yeni armağanlar sunacaktır. Şangay’da tesadüfen girdiği, terk edilmiş bir Katolik kilisesindeki günah çıkarma koltuğunda oturma deneyimi, ona ani­den gelen bir esin verir: “Bu kadim otori­te koltuğunda bir saat kadar oturup dü­şündükten sonra harika bir şey oldu: ‘Üç Açılmamış Mektup’ öyküsünün tamamı birden hayalimde canlandı. İşte bu, so­nunda ‘Aşkın Celladı’ adını vereceğim derlemenin ilk parçasıydı.”

Ve böylece geliyoruz Irvin Yalom’u bugün dünya çapında bir şöhrete dönüş­türecek asıl kitaplarına… Ani bir esinle yazmaya başladığı ve çeşitli terapi öy­külerini içeren “Aşkın Celladı”, yayım­landıktan birkaç hafta sonra, o bunu hiç beklemezken, New York Times’ın çoksatanlar listesine girer ve haftalarca orada kalır. Ufukta ise ona asıl şöhreti getirecek, sıradışı ve son derece orijinal bir roman vardır. Bugün Yalom’un adıy­la özdeşleşen, bir diğer kült kitap “Nietz­sche Ağladığında”dadır bu…

Kitabın yazılış süreci ve içinde ko­pan fırtınaları şöyle aktarır kitabında Yalom: “Şimdi de iki arzum arasında kalmıştım: Stanford’daki araştırma ve eğitim hayatıma devam etmek veya gö­zümü karartıp bir roman yazmaya çalış­mak. İçimdeki bu çekişmeye dair pek az şey hatırlıyorum. Tek bildiğim sonunda bu ikisini bir araya getiren bir çözüm bulduğumdur: Eğitici bir roman yazıp öğrencilerimi geçmişe, 19. yüzyılın Vi­yana’sına doğru bir yolculuğa çıkarmak ve onlara psikoterapinin doğuşuna şahit olma imkanı vermek. Neden Nietzsche? Freud’un psikoterapiyi yoktan var ettiği dönemde yaşasa da kendisi hiçbir zaman psikiyatriyle ilişkili görülmemiştir. Oysa Nietzsche’nin eserlerine serpiştirilmiş ve psikoterapinin doğuşundan çok önce yazılmış görüşlerinin pek çoğu terapist­lerin eğitiminde kullanılabilir.”

Yalom’un, ustalıklı bir kurguyla Nietzsche’yi, Freud’un hem hocası hem de akıl danışmanı olan Doktor Josef Breur’le görüştürmesi çevresinde geli­şen roman, ona asıl olarak dünya çapın­da bir şöhretin kapılarını açar. Toplam­da 27 dile çevrilir. Ödüller kazanır ve Yalom’un da pek çok uluslararası davet almasına yol açar. Bu kültleşmiş roman zaman içinde filme de uyarlanır.

 

‘YALAN SÖYLEYECEĞİM’

 

Sıra, bir diğer ünlü kitabı olan “Di­van”a gelir: “İsminin çift anlamlı olma­sı çok hoşuma gitmişti; kitabımda hem epeyce yalan söylenecek hem de divanda psikoterapiden bol bol bahsedilecekti. Romancı olarak çıraklık dönemim artık geride kaldığından yan tekerleklerimi at­tım, artık karakterlerimi ve olayları belli bir tarihsel şablona oturtmaya ihtiyacım yoktu. Bu yeni projemde tamamen kur­gusal bir olay akışı yaratmanın keyfini sürecektim. Tüm karakterler uydurma olacaktı. Ve eğer dünya sandığımdan daha delice bir yer değilse, bu defa olay­lar ne şekilde gelişirse gelişsin gerçek ol­ması ‘mümkün olmayan’ bir hikaye orta­ya çıkacaktı. Mizahi bir dile sahip olacak bu romanın altında aslında gayet ciddi ve önemli sorulara cevap arayacaktım. İlk psikanalistlerin savunduğu üzere bizler gerçek benliklerimizi geride tutup boş bir perde gibi olmalı, yalnızca yorumlar mı yapmalıyız? Yoksa açık ve içten dav­ranıp hastalarımızla kendi duygu ve dü­şüncelerimizi paylaşmalı mıyız? Öyleyse bunun ne gibi tehlikeleri olabilir?”

Terapideki asıl dönüştürücü gücün,

 iki insan arasında kurulan derinlik­li ilişki olduğu fikrinden yola çıkarak kaleme aldığı ve Ernest Lash adlı bir psikanalistin öyküsü üzerinden terapi örneklerini anlattığı bu kitap da yine çok başarılı olacak ve film yapılmak is­tenecektir. Annesiyle ilgili gördüğü bir rüyanın ardından yazmaya karar ver­diği “Annem ve Hayatın Anlamı” kendi deyişiyle bugüne dek yazdığı en etkili öğretici öykü olan “Yas Terapisinde Yedi İleri Ders”i içermesiyle Yalom’un külliyatında özel bir yere sahip olur. Bunun ardından gelecek olan “Bağış­lanan Terapi” ise genç terapistler için bir rehber kitap olabilmesi arzusuyla kaleme alınır. “‘Bağışlanan Terapi’yi bugün tekrar okuyunca kendimi çırıl­çıplak kalmış hissediyorum; sevdiğim ne kadar taktik ve yanıt varsa hepsini gözler önüne sermişim,” diyen Yalom, gerçekten de genç meslektaşları için tüm birikimini çekinmeden, saklama­dan aktarır.

 

HİKAYELERİN SONU

 

Daha sonra gelecek kitaplardan olan “Bugünü Yaşama Arzusu: Schopenhau­er Tedavisi” etkili bir grup terapisini en iyi örneklendiren metinlerden mürek­keptir. Paralelinde, Schopenhauer’ın öğretilerini aktarabilmek amacıyla bi­yografisinin dönüşümlü olarak veril­diği ilginç bir örnek olacaktır. Benzer bir şekilde bu kez de bir başka düşünü­rün, Epikür’ün eserlerini ölüm kaygısı üzerine kurgusal olmayan bir kitapta tartışma fikrinden yola çıkan “Güneşe Bakmak - Ölümle Yüzleşmek” de bir anlamda onu tamamlayan bir eserdir. Kendi ölüm kaygısını ise yazmakla yenmeyi sürdürür. Öte yandan, bir di­ğer filozofun etrafında dönen “Spinoza Problemi” ise belki de onun en ilginç kurgusal romanı olur. Bu kitap bir yan­dan da çok sevdiği tarihle ve kendi geç­mişiyle de yakından ilgili olan Naziler üstüne de bir hikaye anlatmasını sağ­layacaktır. “Diğer romanlarımın aksine ‘Spinoza Problemi’ eğitici bir roman değil. Yine de kitapta psikoterapinin önemli bir rolü var” diyen Yalom, “Bir sonraki projem olan ‘Günübirlik Ha­yatlar’ içinse uzun uzadıya araştırma yapmam gerekmedi,” sözlerini kullanır ve ekler: “Tek yapmam gereken, ‘yazı fikirleri’ dosyama son bir defa bakmak­tı. Dosyadaki klinik notları potansiyeli olan bir tanesini bulana dek tekrar tek­rar okuyor, sonra da bulduğumu mer­kez alarak bir hikaye oluşturuyordum. Kitaptaki hikayelerin çoğu tek seanslık ve yine çoğunda yaşamın ileriki yılla­rında baş gösteren emeklilik, yaşlan­ma, ölümle yüzleşme gibi sorunlarla mücadele eden yaşlı hastalardan bah­sediliyor. Her kitabımda olduğu üzere (‘Spinoza Problemi’ hariç) hedef kitlem yine psikoterapi sanatına dair rehberli­ğe ihtiyaç duyan genç psikoterapistler.”

Yalom Türkçeye yeni çevrilen “Bir Psikiyatristin Anıları” kitabında yaş­lanma, emeklilik, ölümle yüzleşme gibi konulardan bahsediyor olabilir, ancak 90’ına merdiven dayadığı bugünlerde onun emekliye ayrılıp köşesine çekildi­ğini sanmayın sakın.

Artık uzun yolculuklar yapamasa da video konferans sayesinde hâlâ genç meslektaşlarına bilgilendirici seminer­ler vermeyi de Skype gibi son teknolojik nimetler sayesinde online olarak arala­rında Türkiye’den bile olan uluslara­rası nitelikteki hastalarına hâlâ terapi uygulamayı da sürdürüyor. Ve bizler için en önemlisi hâlâ yazıyor ve varlı­ğından dahi haberimizin olmadığı en derin kaygı ve sorunlarımızla nasıl yüz­leşeceğimizi ve onlarla nasıl başa çıka­bileceğimizi de hâlâ bizlere gösteriyor. Bunu nasıl yapabiliyor? Kuşkusuz en büyük tutkusu olan yazma aracılığıyla şifasını bularak ve “Bir Psikiyatristin Anıları”nda da görüldüğü gibi kendi ru­huna dahi en çıplak gözle bakmaktan ve ‘güneşe bakmak’ misali gözlerini dik­mekten korkmayarak başarıyor.

O zaman cümlelerimizi onun kendi sözleriyle bitirelim: “‘Aşkın Celladı’nın yeni baskısına yazdığım sonsözü, genç­ken duysam çok şaşıracağım bir tes­pitle bitirdim: Seksen yaşın manzarası umduğumdan da güzel çıkmıştı. İleriki yaşlarda hayatın ardı ardına yaşanan kayıplardan ibaret olduğunu inkar edemem ama öyle bile olsa yetmişli, seksenli ve hatta doksanlı yaşlarım­da hiç öngörmediğim oranda huzur ve mutluluk yakalamıştım. Bir de bonus: İnsanın kendi eserlerini okuması çok daha heyecanlı olabiliyor! Hafıza kay­bının da kendine göre bazı avantajları var. Hikayelerin sonunu hiç hatırlamı­yorum çünkü!” 

Etiketler: Irvin D. Yalom