Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Yaşamı boyunca edebiyatıyla direndi
Temmuz 2024

Yaşamı boyunca edebiyatıyla direndi

Arnavutluk diktatörlük rejimi altındayken eserlerinde iktidar eleştirisi yapan, Doğu ile Batı arasında sıkışmış ruh hallerini resmeden, son yıllarda ismi Nobel Edebiyat Ödülü ile birlikte anılan ve Booker Roman Ödülü'nü kazanan Arnavut yazar İsmail Kadare 1 Temmuz'da ülkesinde hayata veda etti. Baskı altında ve çoğunlukla sürgünde geçen 88 yıllık yaşamına onlarca eser sığdırdı.
Zeynep Simpson
 
Dünyaca meşhur Arnavut yazar İsmail Kadare, 1 Temmuz’da Tiran’da hayata gözlerini yumdu. Bir süredir rahatsız olan Kadare’nin ölüm sebebi olarak kalp krizi gösterilirken Arnavutluk’ta iki gün ulusal yas ilan edildi. Bu haberi okuduğumda önce Tiran’da ölmesine şaşırdım, çünkü '90’larda Fransa’ya iltica ettiğini biliyordum, sonra da dünya basınında birbirinin karbon kopyası makaleler yayımlanmasına kızdım: “Büyük yazardı”, “Komünizme karşı savaştı”, “Uluslararası Man Booker Ödülü’nü kazanmıştı”. Bir bardak soğuk su içip, bu üstünkörü veda makalelerini soğuk savaşı tarihin sayfalarına gömmüş, düşünce suçu diye bir şey yüzünden neler çekildiğini hatırlamayan, yanlış bir sözün insanların canına mal olduğu günlerin geride kaldığına inanmayı seçen Batı’nın 'özgür' insanlarının unutkanlığına verdim. 
 
Ancak Türkiye’de bizler öyle bir dünyada yaşamıyoruz. Kütüphanelerimiz hâlâ 'görüldü' damgalı kitaplarla dolu. Toplum olarak soğuk savaşı, Demir Perde’yi, darbeleri, sıkıyönetimleri hâlâ hatırlıyoruz. Kelimelerin bedellerinin olabileceğini, internette düşünmeden yazdığınız bir söz için bile ağır faturalar kesilebileceğini biliyoruz. 
 
Bir zamanlar ülkemizde insanlar 'sakıncalı' kitapları bebeklerin yataklarına saklardı. Bulunması halinde büyük cezalar alacaklarını bile bile yapardı bunu. Avrupa’da bunu anlattığımda "Fahrenhayt 451"den sahneler paylaşıyormuşum gibi geliyor gençlere. Kitaplar yakılırdı. O kitaplara sahip olmak, uygunsuz düşüncelere, siyasi görüşlere sahip olmak sayıldığından kişiler düşünce suçlusu olmakla suçlanabilirdi. Yasaklı dergiler, sol yayınlar vardı. Düşündüğü için hapse atılan aydınlar olduğu gibi, o aydınları yazdıkları için aynı koğuşa düşenler de vardı. Hatırlatacak olursak: Rıfat Ilgaz’ın sıkıyönetim tarafından toplatılan kitapları, Yaşar Kemal’in komünist parti kurmakla suçlanması, sevgilisine yazdığı mektuplarda Nâzım’ın şiirlerine yer verdiği için başı belaya giren Attila İlhan, Necip Fazıl Kısakürek, liste uzun. Bu anlattıklarım 'özgürlükçü' kapitalist tarafta yaşananlar, bir de İsmail Kadere’nin doğup büyüdüğü dünyayı, Demir Perde ülkelerini düşünün…
 
DİKTATÖR YERİNE FİRAVUN
 
Batı'da komünist olmak ne kadar büyük suçsa, doğu blokunda da komünist olmamak o kadar büyük suçtu. İyi ama komünizmin işçi diktatörlüğü olduğu sonucuna varan ve Marksizm kökenli ideolojilerin gözdesi olan sosyalist gerçekçilikten nefret eden Kadare paçayı nasıl sıyırdı? Elma armut resmi diye geçiştirilen natürmortlara gizli anlamlar sığdıran Hollandalı ressamları örnek alarak. Diktatör yerine firavundan, Arnavutluk yerine Mısır’dan bahsederek. Bir de Batı ve halk tarafından sevilerek… 
 
ÇİLELİ HAYAT
 
Kadare’yi meşhur eden kitap "Ölü Ordunun Generali", eserleri arasında siyasi açıdan en risksiz olan diyebiliriz. Le Monde’un Okunması Gereken 100 Kitap listesine aldığı bu roman, Arnavutluk’un işgali sırasında ölen İtalyan askerlerinin kemiklerini toplamaya gönderilen bir generalle ordu rahibinin yaşadıklarını anlatır. Yolunuz düşerse Roma’da bir Kapusen Manastırı vardır. Bir Kapusen rahibi, ölen binlerce Kapusen’in kemiklerini kazıp çıkarmak için izin almış, bu kemikleri toplayıp Roma’ya getirmiş ve manastırın odalarını o kemiklerden yaptığı sanat eserleriyle süslemiş. Bugüne dek gördüğüm en akılalmaz şeylerden biri. "Ölü Ordunun Generali", Arnavutluk’un kuzeyindeki donmuş toprakların kazıldığı sahneler ve yağmur altında kara topraktan kemiklerin çıkarılışı bölümleriyle bana hep o manastırı anımsatır. Yapanı delirtecek, daha doğrusu deli olmayanın yapamayacağı bir şey. 
"Ölü Ordunun Generali"nin yayımlanıp Avrupa’nın kalbini kazandığında yıl 1963’tür. 1967’de Çin’deki Kültür Devrimi’ne özenen Arnavut politikacı Enver Halil Hoca, binlerce entelektüeli, yazarı ve sanatçıyı köylülerle beraber tarlalarda çalışmaları için köylere gönderir. İsmail Kadere de Berat’a sürülür ama gazetecilik yapmasına izin verilir. “Hayat çok çileliydi. Diğer taraftan komünizm varken hayat öyle tehlike ve zorluklarla doluydu ki taşraya sürülmek büyük bir trajedi sayılmazdı,” diye anlatacaktı bu dönemi. 
 
KENDİNİ SANSÜRLEMEK
 
Eserleriniz sansüre uğradı mı sorusunu ise şöyle yanıtlar: “Komünizm altında hayat bir trajediydi ama komik, grotesk anlar da vardı. Hayat genel olarak trajikomikti diyebilirim. Aynı dönemden meslektaşlarımın eserlerine baktığımda bu kasvetli havanın moralleri bozamadığını görüyorum. Eski doğu bloku yazarları, mesela Milan Kundera, o dünyaya hayır demek için çoğu zaman kahkaha ve alaycılığa başvururdu. Ancak bu işin şakası yoktu. Şöyle bir örnek vereyim. 1967’ye kadar üç eserim yayımlanmıştı. 'Ölü Ordunun Generali', 'Kahvehane Günleri', 'Canavar'. Son ikisi 'yozlaştırıcı' bulundukları için yasaklandı. Ancak basıldıktan sonra yasaklandıklarından herkesin bildiği kitaplardı. Yasak oldukları için başım çok belaya girdi tabii ama aynı sebeple okurların gözünde bir ağırlık da kazandım. Devletle başınız dertteyse size şüpheyle bakılırdı ama bazı çevrelerde prestij kazanırdınız. Yazdıklarımın sansürlenmesi kötüydü ama sansürden de kötüsü kendini sansürlemektir. O, gerçek sanatın ölümüdür. Ben ondan kaçınmayı başardım.”
 
Kadare’nin kaleminin samimi gelmesinin, bu samimiyetin akıllara kazınan hikayelere dönüşmesinin sırrı bu olabilir. Bu hikayelerden en acıklısı da "Taş Kentin Düşüşü"dür. Roman,  Ergirikasrı’ndaki iki doktorla tanışmamızla başlar: Büyük Doktor Gurameto ile Küçük Doktor Gurameto. Onlar şehrin iki meşhur cerrahıdır ve isim benzerliği dışında bir akrabalıkları yoktur. Büyük (daha yaşlı) olan Almanya’da, diğeri ise İtalya’da eğitim almıştır. İtalya-Almanya ittifakının bozulmasıyla önem kazanacak bir detay bu. 1943’te Alman tankları şehre gelir. Ufak tefek çatışmalar olur ve Almanlar bir sürü kişiyi esir alır. Halk öfke içindedir. Derken Büyük Doktor Gurameto’nun evinden Lili Marleen duyulur. Öfke ve korku yerini meraka bırakır. Herkes kafasından bir şeyler uydurmaya başlar: "'Yahudi Jakoel’ı öldürdüler, onu kutluyorlar"; "Doktor, Almanlara müzik çalarak meydan okuyor". 
 
Oysa olan şudur: Alman birliğinin kumandanı Albay Fritz von Schwabe, Ergirikasrı’nda yakın bir arkadaşının yaşadığını hatırlar ve onu ziyarete karar verir. Bu arkadaş, tahmin edebileceğiniz üzere Büyük Doktor Gurameto’dur. Ne var ki Arnavut direnişçiler tankların işgale geldiğini sanıp ateş açınca ortalık kızışır. Herkes sakinleşince doktorun evinde bir yemek yer ve eski günleri anarlar. Doktor, onları Yahudi eczacı da dâhil herkesi serbest bırakmaya ikna eder. 
 
Ne var ki savaştan sonraki komünist rejim, Büyük Doktor Gurameto’yu Nazilerle işbirliği yapmakla suçlar. İsim benzerliği yüzünden öteki doktoru da tutuklarlar. İkisini de işkence altında konuşturmaya, suçlarını itiraf ettirmeye çalışırlar. Ziyaretine gelenin Albay Fritz von Schwabe olamayacağını söyleyip dururlar doktora, çünkü geldiği iddia edilen dönemde o çoktan ölmüştür. 
 
TOTALİTER REJİM ELEŞTİRİSİ
 
Yurt dışında tanınan bir yazar olmak, sıkıyönetim altındaki ülkelerde yaşayan yazarlara bir nebze de olsa koruma sağlar. Kadare’nin de Arnavutluk’un en baskı altında olduğu dönemde bile bazı lükslere -mesela hapse atılmama lüksüne- sahip olduğu söylenebilir. Bir bakıma koruma altındadır. Ancak kitapları için aynısı geçerli değil. Kadare, yukarıda da bahsettiğim gibi başka ülkelerden, başka çağlardan bahsediyormuş gibi yaparak sansürü atlatmaya çalışır. Mesela Kadare’nin en sarsıcı eserlerinden biri olan "Rüyalar Sarayı", Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde geçer. Devlet, komploları öngörmek ve önlemek için vatandaşların rüyalarının toplandığı bir bakanlık kurmuştur. Bu bakanlıkta her gün vatandaşların rüyaları incelenmekte, içlerinde hainlik alametlerinin olup olmadığı araştırılmaktadır. Yanlış bir rüya görmenin canınıza patlayabileceği bir ortamdır bu ve elbette totaliter rejimin de eleştirisidir. Yazar Arnavutluk’tan değil, Osmanlı’dan bahsediyorum dese de devlet paranoyasının kan dondurucu bir analizi olan bu roman, 1981’de, yayımlanmasından iki hafta sonra toplatılır ve ondan sonra Kadere’nin Arnavutluk’ta roman yayımlamasına izin verilmez. Ancak bir rivayete göre o iki haftada roman çoktan satış rekorları kırar. 
 
Bir diğer romanı "Piramit", yine paranoyak bir diktatörü, pardon, firavunu konu alır. Firavun Keops beyni yıkanmış yüz binlerce kölesine dünyanın en ihtişamlı piramidini inşa ettirmeye kararlıdır. Güç delisi Keops’un firavundan çok Enver Halil Hoca’yı andırdığını söylememe gerek yok sanırım. Keops, dünyanın en müthiş piramidini yaptırdığını sanadursun, Asya’nın derinliklerinde, İsfahan yakınlarında Aksak Timur da Keops gibi piramit inşa ettirir. Ancak onunki insan kafalarından yapılmadır. Öldüğünde ondan geriye tellerle başlanmış bir milyon kafadan yapılma 900 piramit kalır. Kadare, romanı Tiran’daki piramide bağlayarak bitirir. 
 
TARAFTAR MI DEĞİL Mİ?
 
Yazıyı bitirirken bazı tartışmalı konulara da yer vermek gerekiyor sanırım. İsmail Kadare, Komünist Parti üyesiydi. Enver Halil Hoca, dünyaca meşhur Arnavut yazara kötü davranılmadığını göstermek için pek çok sembolik harekette bulunmuştu, bunlardan biri de onu meclis üyesi yapmaktı. Kadare, 1970-1982 yılları arasında mecliste görev aldı ve bu, rejimi desteklediği söylentilerinin doğmasına yol açtı. (Kadare’nin “Mayakovski’ye Ağıt”ı geliyor aklıma. “Katilleriyle Yalta’da Dubulti’deki Yazarlar Evi’nde aynı masada oturup yemek yedim. Arabalarının camları, ceketleri, koltukları, maaşları onun kanıyla kirlenmişken gülümseyip sosyalist gerçekçilikten bahsettiler,” diye yazan birinin Enver Halil Hoca yanlısı ve komünist rejim taraftarı olabileceği iddiasını ciddiye almak zor.) Ancak ülkeden çıkma izni olan az sayıdaki Arnavut’tan biriydi, saygı görüyordu ve popülerdi. Enver Halil Hoca döneminde Arnavutluk’tan ayrılmaya gerek duymaması belki de bundandır. 1985’te Ramiz Alia ülkenin başına geçtiğinde durum değişti. Ülkede kargaşa çıkacağına ve hayatının tehlikede olduğuna inanan Kadare, 1990’da kitap tanıtım turu bahanesiyle gittiği Fransa’ya iltica etti. Komünizmin çökmesiyle birkaç yıl sonra Arnavutluk’a döndü ve hayatının geri kalanını Fransa-Arnavutluk arasında geçirdi.